|

Büyük çile pusuda beklerken

İrfan aşığı Abdülcebbâr en-Nifferî’nin yazdığı “Mevafık” bir menzile doğru yapılan yolculuğun basamaklarını anlatıyor. Büyeyenay Yayınları’nın 200. eseri olan kitap, okuru farklı bir iklime çekiyor.

Yeni Şafak
04:00 - 20/06/2017 Salı
Güncelleme: 07:56 - 20/06/2017 Salı
Yeni Şafak
​Büyük çile pusuda beklerken
​Büyük çile pusuda beklerken
EREN YEŞILYURT

Eskiler şu üç mekânda yaşayanların, sonsuzluk hissini diğerlerine oranla daha rahat bir biçimde kavradıklarını düşünürler: Dağ, deniz ve çöl. Zira mevcut mekânlarımızda yalınkat bir kısıtlanmışlıkla çevrili olan bizler, ötelerin baş döndürücü lezzetinden mahrum bir halde yaşıyor gibiyiz. Bu lezzetten doyasıya olmasa bile bir nebze istifade etmek ise ancak onu tecrübe edenlerin hatıralarından hareketle mümkün. Bu tecrübeler, aynı zamanda birer kerteriz işlevi görüyor varılacak menzile. Aslında hayallerimizin bir köşesinde, böylesi yaşanmışlıkların izleri hâlâ ılıklıklarını muhafaza ediyor. Bununla birlikte, gün geçtikçe bir toz tabakası bürüyor hasretimizi. Susamışlığımızın fark edilişi ve Bengisuya doğru yola çıkılışı, dört bir taraftan üzerimize akın eden tortuların atılmasına bağlı. Hiçbir yüzyıl geçmiyor ki benzeri çabalarla birileri yola düşmesin: Gazâlîler, İbn Arabîler, Sarı Saltuklar, Yunuslar, Hacı Bektâşlar, Mevlânâlar, Hacı Bayramlar. Adlarını bildiğimiz ve bilmediğimiz bir nice eren, bir nice mânâ yiğidi birer birer düşüyor yola, içlerinde apansızın beliren bir sızıyla.

YOLCULUK BASAMAKLARI

Bu erenlerden biri de Abdülcebbâr en-Nifferî. Irak dolaylarında yer alan Niffer’den (Nippur) Mısır’a uzanan topraklarda yaşamış olan bu irfân âşığı, tıpkı emsalleri gibi İlahî bir çekime, bir cezbeye tutuluyor. Nifferî’nin devri de günümüz hadiselerinin üç aşağı beş yukarı benzerlerine tanık oluyor. İçindeki sızıyla çölleri mesken tutan bu ârif, gündelik hadiselerin girdabına dalıp kaybolmak yerine kutlu yolculuğunun onu taşıdığı neresi ise orada derdiyle meşgul oluyor. Dert dedikse bir şikayet söz konusu değil, olsa olsa sürgit bir hayret.

Büyüyenay Yayınları’nın 200. Kitabı, Abdülcebbâr en-Nifferî’nin Mevâkıf isimli eseri. Mevâkıf, “vakfe”lerden, manevî yolculuktaki duraklardan oluşuyor. Söz konusu yolculuğun basamakları ya da safhalarıyla alakalı olarak menzil, vatan gibi tabirlere ilaveten, Nifferî dağarcığından vakfe, matla’, sivâ, harf gibi birçok tabir yolculara eşlik ediyor. İklimleri birbirinden farklı bu “vakfeler-duraklar”, kişinin asıl vatanına, Cennet’teki haline olan yolculuğun birer durağı ve bilinenin de kaynağı (Vakfe, ilmin membaıdır; “Vakfe” Durağı, 6). Yolcuların biraz soluklanıp muhasebe yapmalarına imkân veren duraklarda gönle düşenler Nifferî’nin dilinden de söze gelince, “Mevkıf”larının omurgası oluşuyor. Her bir durağın kendine özgü iklimi, yolculuğa can atan bizler için de birer kilometre taşı hükmünde. Ne var ki yolculuk herkes için değil sızı çeken bir avuç garip kişi için (Semâvât ve arz ehli, sınırlanma (hasr) zilletine dûçar olmuştur. Lâkin Benim semânın tabakalarının sığdıramayacağı ve arzın cihetlerinin taşıyamayacağı kullarım vardır; İzzet Durağı, 8).

GAYRIMI GÖRÜRSEN
BEN’İ GÖREMEZSİN

Her ne kadar bu Nifferî’nin hayatına ilişkin bilgilerimiz eserlerini şerh eden başta Tilimsânî gibi âlimlerin eserleriyle sınırlı olsa da Nifferî gibileri çok yabancı değil gönüllerimize. Bizler kesintisiz bir geleneğin mirasçılarıyız ve geleneğin her bir unsuru için serinden geçenlerin hikâyeleri çağıldıyor memleketimizin her bir köşesinde. Nifferî’nin “Vâkıfın cismi ölür lâkin kalbi ölmez” (“Vakfe” Durağı, 47) nidâsına “Ölen hayvan imiş/Âşıklar ölmez” diyen Yunus mukabelede bulunuyor sanki. Kâh âşık kâh vâkıf dense de kastedilen aynı. Şairin “Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin” deyişinde olduğu gibi. Umum için olmasa bile ince sızı çeken az sayıda kişinin çıkacağı yolculuk, hayatın belli bir dönemini değil de sanki tamamını ihata ediyor. Üstelik büyük bir çile de pusuda bekliyor. Erilecek olan eğer Bengisu ise, çekilen sıkıntılar ve önümüze çıkan perdeler de yok hükmünde. Zira bir bir yok olmalı tüm perdeler, eğer murad edilen O ise (Eğer Benim gayrımı görürsen, Ben’i göremezsin; “Benim Vaktim Geldi” Durağı, 2). Perdeler türlü türlü. Eşyanın oldukları gibi görünmelerine engel oluyorlar. Sayıları gerek yetmiş gerekse yetmiş bin olsun, gerek zulmet gerekse nurdan oluşsunlar, bu perdeler kalkınca ardlarındaki hakikat ortaya çıkacak. Nifferî, vakfenin yanı sıra rü’yet kavramı üzerinde de ısrarla durmakta. Allah’tan gayrısı (sivâ) kalpten uzaklaştırılınca, vakfe için zemin hazır oluyor. Vakfe de rü’yet için bir giriş imkânı sağlıyor (Vakfe, rü’yetin kapısıdır; “Vakfe” Durağı, 27).

Mevakıf’ın, dili ve konusu itibariyle oldukça zorlu olan bir eser olduğu bilinmektedir. Bu yüzden Nurullah Koltaş’ın tercümesiyle irfan dünyamıza katılan bu eser, adeta bir armağan hükmünde. Aynı zamanda Mevakıf’ın yayınında Türkçesi ve Arapçası karşılıklı sayfalar halinde verilmiş. Arapça metni tahkik edip tekmil hale getiren de Orkhan Musakhanov.

Nifferî’nin manevî yolculuğu esnasında duru gönlüne doğan hakikatler ve manevi tecrübeler bizi aynı zamanda Yunus Emre, Muhyiddin Arabî, Gazâlî, Hacı Bektaş ve daha nice irfan ehlinin yolu ile de buluşturuyor.

Son söz Nifferî’nin olsun:

“Her şeyi Benim için (Allah için) murad edersen fitneye düşmezsin; her şeyi Ben’de (Allah’ta) murad edersen, aldanmazsın.”

“Kalbinin fiili, bedenin fiilinin köküdür; neyi diktiğine bak ve diktiğin şeyin semerisine bak...”

“Seni ömründen emin bir hal üzre kılmadığımda, seni kendime müptelâ kılarım.”

“Ben bir kişiyi sevdiğim vakit, onu şahit kılarım; o da şahit olduğu vakit, sever.”


• • •

Mevakıf

Abdülcebbar en-Nifferi

Çev.:Nurullah Koltaş

Büyüyen Ay Yayınları

Mayıs 2017

344 sayfa

#Yolculuk
#Çile
7 yıl önce