|

Dini kurumlarımıza sahip çıkalım

Dinî kavramlarımız kirletiliyor, dînî müesseselerimize güven azalıyor. Böyle bir ortamda, -kasıtlı ya da kasıtsız olarak- bazı gerekçelerle Diyanet İşleri Başkanlığı müessesesinin saygınlığını haleldâr edecek, insanların bu kuruma olan güvenlerini sarsacak ithamlardan uzak durmak, ahlâklı ve sorumlu bir Müslüman olmanın gereğidir.

Yeni Şafak
04:00 - 2/06/2017 Cuma
Güncelleme: 02:22 - 2/06/2017 Cuma
Yeni Şafak
Dini kurumlarımıza sahip çıkalım
Dini kurumlarımıza sahip çıkalım
Yrd. Doç. Dr. Mahmut AY- İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Bir önceki yazımızda “Kutlu Doğum Haftası” ifadesini kullandık. Zira bu tartışmalar yapıldığında, bu kutlamaların adı Kutlu Doğum Haftası idi. Bu tartışmalardan sonra, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu meseleyi kurul dışından çeşitli ilim adamlarıyla da istişâre etti ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hoca, 18 Mayıs 2017’de, bir basın toplantısı düzenleyerek, kurul üyeleri ve toplantıya katılan istişâre heyetinin ittifakıyla alınan karara göre, bu haftanın aynı tarihte kutlanmaya devam edeceğini, isminin ise “Sîret Haftası” olarak değiştirildiğini duyurdu. Kanaatimizce, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun aldığı her iki karar da son derece yerindedir. Zamanının isabetliliği konusunda yeterince açıklama yapmıştık. İsminin değiştirilmesine gelince, bunun da isâbetli olduğunu düşünüyoruz. Zira bu değişiklik sayesinde, “Kutlu Doğum” ifadesinden hareketle “Şayet sadece Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğumu kutlanacaksa, bunu neden Mevlid Gecesi’nde yapmıyoruz?” şeklinde lüzumsuz bir soru ve kafa karışıklığının da önüne geçilmiş olacaktır. Böylece bu haftanın, Mevlid Gecesi’nin alternatifiymiş gibi anlaşılmasına mahal verilmeyecektir. Ayrıca “sîret” kavramı, Efendimiz’in (s.a.v.) yaşantısına ve ahlâkî özelliklerine vurgu manasını ihtiva ettiği için, bu programların içerikleri de bu kavramın delâlet ettiği manadan olumlu olarak etkilenecektir. Belki de “Şer zannettikleriniz sizin için hayırlı olabilir” meâlindeki âyette geçen hakikat, burada da tecelli etmiş; şer gibi görünen bu tartışmalardan, bu haftanın adının daha doğru bir ifadeyle değiştirilmesi gibi bir hayırlı sonuç çıkmıştır.

İLMİN, AKLIN VE VİCDANIN IŞIĞINDA KARARLAR

Söz, Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan açılmışken, bu kurula dair bir şeyler söylemek gerekir diye düşünüyorum. Anayasasına göre laiklikle yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nde, devletin resmî bir kurumu adına din hakkında konuşmak, yazmak ve karar almak suretiyle fikir beyan etmenin kendine has bir takım zorlukları olduğu muhakkaktır. Bir yandan, on dört asırlık Ehl-i Sünnet geleneğindeki görüşlere bağlı kalmayı esas alırken, bir yandan da mevcut siyâsî konjonktürü dikkate alarak dengeli ve hassas bir dil ve söylem geliştirmek kolay değildir. Buna rağmen, Türkiye’nin en kritik siyâsî dönemlerinde bile Din İşleri Yüksek Kurulu’nun aldığı kararlar, bu kurumun itibar ve saygınlığına halel getirmemiş, temiz siciline leke bulaştırmamıştır. Türkiye’nin siyâsî açıdan dindarlar üzerinde en ağır baskıların yaşandığı ve başörtüsünün devlet eliyle yasaklandığı dönemlerde bile, kadınlar için tesettürün farz olduğuna dair aldığı karar gibi pek çok karar, bu kurulun dînî, ilmî ve fikrî açıdan izzetli ve vakarlı duruşunun örnekleriyle doludur. Bazı medya guruplarının ve din adına konuşan bir takım insanların aleyhte propagandalarına rağmen, Kutlu Doğum Haftası’nın tarihinin değiştirilmeyip isminin “Sîret Haftası” olarak değiştirilmesi kararı da, bu kurulun ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ilmin, aklın ve vicdanın ışığında aldığı doğru kararlar arasında yerini almıştır. Bu vesileyle hem Din İşleri Yüksek Kurulu’nu hem de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, bu kararlarından ötürü tebrik ediyoruz.

DİYÂNET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NIN SAYGINLIĞINA ZARAR VERMEMEK GEREKİR

Kuruluşundan itibaren, bazı yöneticileri tarafından bir takım ciddi yanlışlıklar yapılmış olsa da, Türkiye Müslümanları için Diyanet İşleri Başkanlığı müessesesi, olması gereken bir kurumdur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, Türkiye Müslümanları’nın birliği açısından oldukça önemlidir. Zira şayet Türkiye’deki din hizmetleri, bu kurumun uhdesinden alınıp sivil kuruluşlara verilmiş olsaydı, her cami bir cemaatin, bir tarikatin veya bir vakfın adıyla anılır olacak, “O cami, falancıların camisi, ben oraya gitmem!” şeklinde cümleleri sürekli duyacaktık. Çok şükür ki, bu kurum sayesinde hiç olmazsa camilerimizde bir birlikten bahsedebiliyoruz.

Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllarda önemli bir atılım içerisindedir. Sadece Türkiye Müslümanlarıyla değil, gönül coğrafyamızdaki bütün Müslümanlarla iletişim kurabilmeyi, onların sorunlarıyla ilgilenebilmeyi, onların dertleriyle dertlenebilmeyi başarabilmiştir. Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, geçmiş dönemlerdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan çok daha olumlu bir noktadadır. 1965’te Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’nın davetlisi olarak gittiği Tunus seyahati esnasında, Türkiye’deki resmî mercilere haber vermeden Bingazi’ye gittiği için, dönemin Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Bedreddin Elmalı, istifaya zorlanmış, kabul etmeyince de görevden alınmıştı. Bugün ise Diyanet İşleri Başkanlığı, Afrika’dan Balkanlar’a, Avrupa’dan Avusturalya’ya kadar dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren uluslararası bir kurum haline gelmiştir. Bir zamanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda önemli idârî görevlere getirilen kişiler, kanlı darbelere Kur’an’dan ebced hesabıyla sahte deliller getirmeye çalışıyordu. (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları tarafından 1961 yılında basılan “Allah Bizimle” adlı kitabın yazarı, cuntacılar tarafından Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı koltuğuna oturtulan sözde ehl-i tasavvuf bir emekli tuğgeneral olan Sadettin Evrin, bu kitabın önsözünde, 27 Mayıs darbesine Kur’an’dan şöyle bir delil bulmuştur (!): “Hazret-i Muhammed için Kur’an-ı Kerim’de söylenen ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ âyetinin 27 Mayıs 1960 inkılabından bir ay sonra giren 1380 Hicri yılına tarih düşmesi, içinde bulunduğumuz zamana ait bir işaret ve yukarıda belirtilen manevî rahmete bir beşâret addedilebilir.”) Bugün ise, 15 Temmuz ihâneti gecesinde ve akabindeki süreçte, bütün teşkilâtıyla milletinin yanında yer almış olan bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Dün, Said Nursî’nin kitapları ve fikirleriyle mücadele eden bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardı; bugün ise Said Nursî’nin kitaplarını neşreden bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Dün, Türkiye’deki dinî cemaatlere son derece mesafeli duran bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardı; bugün ise Türkiye’deki mutedil dinî cemaatlerle sıcak ve samimi ilişkiler kurabilen bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır.

ÖNEMLİ VE HAYIRLI
HİZMETLERE ÖNCÜLÜK EDİYOR

Diyanet İşleri Başkanlığı, kuruluşundan günümüze kadar, siyâsî irâdenin yönlendirmesine açık bir yapıya sahip olagelmiştir. Dolayısıyla mevcut olumlu dönüşümde en önemli pay, Diyanet İşleri Başkanlığı’na güvenen ve onun hayırlı faaliyetlerine her türlü desteği veren siyâsî irâdeye aittir. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hâlihazırdaki idarecilerinin de bu konuda önemli katkılarının olduğunu gözardı etmemek gerekir. Günümüzde bu kurumun, mevcut siyâsî irâdenin desteğiyle, Türkiye’de olduğu gibi Türkiye dışında da, hem dinimiz hem de devletimiz adına son derece önemli ve hayırlı hizmetlere öncülük ettiği âşikârdır. Bize düşen, eskisine nazara çok daha iyi bir konumda olan ve hizmet hinterlandını bu kadar genişletmiş bulunan bu güzîde müesseseyi –bilerek ya da bilmeyerek- yıpratmak değil, onun etki alanının genişlemesine ve hizmetlerinin daha verimli hale gelmesine katkı sunmak olmalıdır. Elbette ki yapıcı tenkitler de, bu kuruma sunulan katkılar içerisinde değerlendirilmelidir. Ancak yıkıcı tenkitler, ne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ne de bu tenkitleri yapan medya kuruluşları, cemaatler ya da vakıfların hayrınadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, kuruluş amacı, tarihsel süreçte yaşadığı tecrübeler, yaptığı faaliyetler, etki alanı vs. itibariyle Türkiye’nin en ilginç kurumlarından birisidir. Laik bir devlet düzeni içerisinde din hizmetlerini devlet adına deruhte etmek, oldukça karmaşık bir denklemin adıdır. Ancak zaman zaman bazı hatalar ve aşırılıklar olmuşsa da, bu kurum hem miras aldığı dînî ve ilmî geleneğe ihânet etmeden hem de içinde bulunduğu siyâsî şartları gözardı etmeden, dengeli ve hassas bir söylem ve eylemde bulunmayı genellikle başarabilmiştir.

SORUMLULUĞUMUZ
GÜÇLENDİRMEKTİR

Son birkaç yıldır dinî cemaat görünümlü; ama aslında küresel şer odaklarının güdümündeki bir örgütün merkezinde olduğu yoğun siyâsî olaylar, cemâat, hizmet, hocaefendi gibi dinî kavramları yeterince kirletti. Bazı cahil insanlar, yaşanan bu hâdiselerin, neredeyse muazzez dinimizden kaynaklandığını düşünür hale geldiler. Din adına konuşan bazı insanların, çeşitli medya araçlarıyla birbirlerine ismen son derece seviyesiz ve ölçüsüz suçlamalarda bulunduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dinî kavramlarımız kirletiliyor, dînî müesseselerimize güven azalıyor. Böyle bir ortamda, -kasıtlı ya da kasıtsız olarak- bazı gerekçelerle Diyanet İşleri Başkanlığı müessesinin saygınlığını haleldâr edecek, insanların bu kuruma olan güvenlerini sarsacak ithamlardan uzak durmak, ahlâklı ve sorumlu bir Müslüman olmanın gereğidir. Şu da var ki, kurumlar insanlardan bağımsız değildir. İnsan da hatasız değildir. Bu kurumun başında olan insanların da çeşitli hataları olabilir. Ancak bunu ifade etmenin nezih yolları vardır. Şayet Diyanet İşleri Başkanlığı’nda önemli bir idârî görev yapan bir şahsın, bu kurumda çalışmasına engel teşkil edecek fikrî hataları, amelî kusurları ve insânî zaafları varsa, bunu medya aracılığıyla değil, gerekli mercileri bu konuda bilgilendirme yoluyla yapmak daha doğru olacaktır. Zira şahıslar yıpranırken, onların bağlı oldukları kurumlar da bu yıpranmadan nasibini almaktadır. Yaşadığımız çağda, insanların dine olan bağlılıkları günbegün azalmakta, dini temsil noktasındaki insanların hatalarını gördükçe dine güvenleri gitgide sarsılmaktadır. Sorumluluk ahlâkına sahip olan Müslümanların yapmaları gereken şey, söylem ve eylemleriyle, dinî müesseselere ve bunların temsilcilerine olan güveni daha da zayıflatmaya değil, artırmaya çalışmak olmalıdır.

#Diyanet İşleri Başkanlığı
#Din İşleri Yüksek Kurulu
#Kutlu Doğum
7 yıl önce