Son yıllarda dünyanın her yerinde İslam adına savaştığını söyleyen radikal gruplar ortaya çıkıyor. İsimleri değişse de şiddet yanlısı bu sözde cihatçı gruplar en büyük zararı, İslami değerlere ve Müslümanlara veriyor. Pekçok radikal grubun Batı'dan beslendiği bilinse de Müslümanlar'a yönelik en büyük baskı ve eleştiri de onlardan geliyor. Ancak, Amerikalı yazar Joel Hirst, geçtiğimiz aylarda yayınlanan “Lords of Misrule “ adlı kitabıyla konuya bambaşka bir persepektiften yaklaşıyor. Tuareg kültüründen gelen Afrikalı Aliuf'un dünyasına giren yazar, onu cihatçı olmaya sevk eden koşullara dikkat çekiyor. “İnsanların cihadı seçmelerinin pek çok nedeni var. Yoksulluk. Öfke. İntikam. Fırsat eksikliği” diyen Hirst, İslam kültürüne oryantalist yaklaşımlarda bulunsa da önyargılardan sıyrılıp kayıp gençlerin kazanılması gerektiğine vurgu yapıyor.
Hayat uğraşımın bir parçası olarak yazıyorum. Çevremdeki dünyayı deneyimlemek, gördüğüm ve duyduğum şeyleri kavrayışa çevirmek ve çelişkili görünen şeyleri anlamaya çalışmak için. Ancak özellikle bu hikayede İslam'daki aklın hikayesini anlatmak istedim. Aliuf'un Djinguereber Camii'nde yaptığı son konuşmasında söylediği gibi, İslam'daki zorluklar dinsel değil, felsefi. Dolayısıyla, neden akıl yokluğunun toplumlara sızdığı ve şiddete neden olduğunu ve aklın yeniden keşfedilmesiyle erkeklerin ve kadınların nasıl kurtarılacağı anlatmak için bir hikaye yazmak istedim. Hikayelerim, insanlarla, kararlarını verme konusunda onları motive eden şeylerle ve bazen nasıl yanlış yapabildikleriyle ilgili. Ve her ne pahasına olursa olsun özgürlük arayışında olanları onurlandırmak için yazıyorum.
Bu kitap için iki yıl araştırma yaptım. O yıllarda etrafımda bana birçok materyal sunan Mali'de yaşadığım için şanslıydım. Enine boyuna düşünmeme yardımcı olan Tuareg arkadaşlar ve Müslüman akademisyenler vardı. Tuaregler ve onların büyük çölleri, topraklarını her şeye karşı korumalara izin veren kültürleri, Kuzey Afrika'da Müslüman gelenek ve tarihin iniş çıkışı ve onun nasıl her şeyi etkilediğini araştırdım... Mitoloji, inanç ve efsane. Birçok kitabın yanı sıra internetten de okumalar yaptım. Hikaye ilerledikçe notlar aldım.
Aliuf bizden biri. Hepimiz, bildiklerimize, öğrendiklerimize, etkilendiğimiz kişilere ve bize sunulan fırsatlara dayanarak kararlar alırız. Aliuf kötü bir çocuk ve kötü bir adam değil. Belki de dikkate değer bir adam da değil. O, yoksulluk, şiddet, kayıplar ve jeopolitik zorluklar gibi en zor şartlar altında adam olan bir çocuk. Romanı okudukça, aldığı her kararı, ne düşündüğünüzün bir önemi olmaksızın, sizlerin de aldığını görürsünüz. Aliuf hepimiziz. Ve kitabın sonundaki destansı fedakarlığı da. Belki de o yüzden mükemmel. Kaçımız nihai ödülü yaptığımız yanlışları düzeltmek için verebiliriz? Belki de çok azımız bunu yapabiliriz.
Benim Hıristiyan teolojisi mezunuyum. Tartışmaların birçoğu aynı; dünyada Tanrı'nın rolü ve insanın kendi özgür iradesine karşı sorumluluğu gibi konular. Tanrı'nın kendisini nasıl ortaya çıkardığı ve bu vahye karşı sorumluluğumuzun ne olduğu gibi konular. Ne arayacağımı biliyordum. Bu yüzden okuyordum. Ve bir şeyi okuduğumda, çoğu kez dipnotlarda başka bir şey, başka bir isim olurdu ve onları not alıp daha sonra bakardım. Dipnotların işaret ettiği alimleri çalışa çalışa tarihin içine girmiş oldum. Neyse ki İngilizce de çok kaynak var. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca konuşmama rağmen, maalesef Arapça konuşamıyorum. Ama büyük filozofların ve teologların kitaplarından bölümler okuyabildim. Ve bu süreçte, bireysel sorumluluk ve özel doğamızdaki Tanrı'nın imajında yaratılmış varlıklar olarak benim Aristocu düşüncelerime hitap eden Mutezile'ye ulaştım.
Salif, diğer seçimi temsil ediyor. Aliuf'un seçimlerini kendi düşünce tarzını ve akılcı düşüncesini sahiplenmek ve bunların kendisini nereye götüreceğine müsaade etmek için yaparken, Salif şiddeti ve nefreti seçti ve bu yolu tuttu. Her ikisi de çocuk olarak birbiriyle aynıydı, ancak yaşam tarafından onlara sunulan seçenekler temelinde kararlar vermeye devam ettikleri için ayrıştılar.
Benim için kolay oldu. Çünkü o sırada Mali'de yaşıyordum ve yıllarca her şeyi ilk ağızdan araştırma fırsatı buldum. Galiba Suriye ya da Irak'ta yaşıyor olsaydım, hikayem Şamlı bir genç adamla ilgili olacaktı. Bununla birlikte, Tuareg kültürü ve tarihi üzerinde çalışırken, o kadar eski ve benzersiz şeyler hakkında bir şeyler öğrenmekten zevk aldığımı gördüm. Tamaşekçe en eski dillerden biri, kültürü ve insanları eşsiz, kendi çöllerinde yelken açarlar. İslamiyet öncesi döneme dayanan derin gelenek ve kökleri vardır. Bir daha hayata gelecek olsaydım herhalde antropolog olurdum, çünkü kaybolan şeyleri öğrenmeyi severim. En eski yerlerden bir olan Mali hayal gücümü besledi.
Afrika'daki radikalizm muhtemelen diğer yerlerdekinden farklı değildir. İnsanların cihadı seçmelerinin pek çok nedeni var. Yoksulluk. Öfke. İntikam. Fırsat eksikliği. Günlük meselelere kolay cevaplar veren radikal bir din. Katı İslam ona bir yön ve amaç veriyor. Faşizm ve komünizmin ardından “küresel devrim” dalgasının bir sonraki dalgasının bir parçası olarak, özellikle kendini güçsüz hisseden ya da görmezden gelinen gençlere ilham veriyor, bir amaca yönlendiriyor ve hayatlarına anlam katıyor. Bütün bunlar Afrika'da da geçerlidir. Bunlara muazzam yolsuzluğu, artık yönettiklerinin rızasını alma gereksinimini duymayan ve Batı tarafından desteklenen hükümetleri de ekleyin. Katı İslam onları bunları denemeye ve değiştirmeye yönelik araçlar ve hikayeler sunuyor. İşte şiddet de buradan geliyor.
Gençlerin heyecan verici bir şeye ihtiyacı var. İnsanlar “ılımlı sesleri güçlendirmek” hakkında konuşurlar, ancak ılımlı sesler heyecan verici değildir; hayatın anlamı ve amacı arayışında onlara ilham vermez. Bu gençler için özgürlük mücadelesi ılımlı değil, radikal ve korkutucudur. Onun bu özelliği hayatlarına gerekli olan anlamı, enerjiyi ve amacı verir. Bu yüzden küresel mücadelede başkalarına karşı şiddete başvurmadan özgürlüklerini elde etmeleri için gençlere destek olmalıyız ve onları güçlendirmeliyiz. Bu fikirlerin en heyecan vericisidir ki sorunun cevabı da budur. Gençlere, katı diktatörlüklerinden kaçıp yazdıkları, çizdikleri ve inandıkları şey için savaşabilecekleri bir yol bulunmalı; müzik yapmak ya da hepimizin Tanrı tarafından yaratıldığını kabul eden imanlarını deneyimlemelerini sağlamak gibi şiddet dışında yeni seçenekler yaratılması gerekiyor. Şiddetin sona ermesini isteyenler için aşılması gerek zorluklar bunlardır.
Şiddetin şiddeti doğurduğunu söylemek tartışmalı bir konu değil. Şiddete kendi şiddetimizle cevap verdiğinde, şiddeti meşrulaştırır ve daha çok cihatçı yaratırız. Bu bir hata. Üstelik şiddet Batı'nın kendi değerlerine de aykırı. Başkalarını hayatına zarar vermediği sürece herkesin kendine göre, inancı, ailevi değerleri, bireysel sorumlulukları ve özgürlükleri var. Batı'da birçok Müslüman tanıyorum ve onlar da ailelerini geçindirme ve hayatlarına anlam katmayı çok seviyorlar. İnsanlara nihai hedefin bu olduğunu hatırlatmalıyız ve bu ilkelerle yaşamalıyız.
“From the Camps” (Kamplardan) adlı dördüncü romanımı bitirdim. Kuzey Uganda'yı ve genç bir adamın Tanrı'nın Direniş Ordusu'na katılma yolculuğunu anlatıyor. Bu Hıristiyan bir terör örgütü ve belki de mutlu bir sonu olmayan zor bir hikaye. Yaklaşık on yıl önce Uganda'da yaşadığım zamandan geliyor.