Dergâh ve İtibar dergilerinde tanıştığımız Nurcan Toprak, hikayelerini “Depresyon Hırkası"nda bir araya topladı. Bizim de tespitlerimiz vardır ama onu, Mustafa Kutlu'dan dinleyelim: “Nurcan Toprak okurunu hikâye kişilerinin dramına ortak edebiliyor. Sanatta bu önemli hususun gerçekleşmesi için iki unsur sayarım... Nurcan Toprak bu ilk hikâye kitabı ile karşımızda acemi bir yazar gibi değil, aksine olgun bir hikâyeci olarak duruyor. Onu parlayan bir yıldız olarak selamlıyoruz." Yazdıklarında kendi hayatından pasajlar da olduğunu belirten Toprak, bu durumu “kahramanlarla giysilerimizi değiş tokuş etmişiz gibi" hissettirdiğini söylüyor. Yazarla “Hepsinin anlatmak istediği bir derdi var" dediği sanatları, 15 Temmuz'u, halasını ve kitabın hikayesini konuştuk.
Kelimelerin, onları kullananların tecrübelerini yüklenerek zenginleşen, kişiye özel bir hafızası var. Bir ahşap ustasıyla botanikçinin, tenekede yakacak odun arayan bir evsizle dökülen yaprakları temizleyen belediye işçisinin gördüğü aynı ağaç değil. Bir insana herkesin verdiğinden yahut herkese verdiğinizden farklı bir değer verdiğinizde sizin için özel biri olur ya, bir kelimeye de herkes için ifade ettiğinden farklı anlam yüklediğinizde o artık sizin kelimeniz haline geliyor. Az sözle çok şey anlatabilmek için sözleri damıtabilmek gerekiyor galiba. Saf olanla kalp olanı birbirinden ayırmak. Bin sayfalık bir Dostoyevski romanında fazlalık olduğunu düşündürten bir söz yokken iki sayfalık bir hikayede olabiliyor. Bu durumda malayani kavramını edebiyata uyarlayıp neyin lüzumlu, neyin boş söz olduğunu ayırt edebilmek gerek, diye düşünüyorum.
Yaşadığım dönemi anlatabilmek isterim. Başka çağları tecrübe etmedik şüphesiz fakat zor bir çağda yaşadığımızı düşünüyoruz yine de. Çağın üstümüze gelen zorlukları karşısında kendi içimize sığındığımız bir örtü depresyon hırkası. Üstümüzden atmalı mıyız bilemiyorum.
Hayat da böyle aslında. Giriş gelişme sonuç şeklinde düz bir kurgu ile ilerlemiyor. Acı tatlı sürprizlerle bölünebiliyor, sonlanabiliyor, bittiğini sanıyorken yeniden başlayabiliyor. Hikayeler de hayat ve zihin gibi bölünüp parçalanarak, önüne başka şeyleri katarak akıp gitsin istiyorum. Ne kadar başarabildiğimi bilemiyorum ama yapmaya çalıştığım şey bu.
Aksine en kolay yazdığım hikaye bu oldu. Zor ve yavaş yazabiliyorum normalde fakat Dağlara Karşı, olanları değiştirmeden sadece kurgulayıp üsluplaştırarak yazdığım bir metindi ve diğerlerine nispetle kısa zaman aldı. Bir karakter oluşturup onun ayak izlerinde yürümek gerekmediği için belki. Yazması yaşaması gibi zor olmadı hatta yaşananların yükünü hafifletti bir bakıma. Bundan sonra hep böyle mi yapsam diye de geçti hatta içimden.
Toplanmak, bir hac hikayesi. Dolayısıyla kahramanın dünyanın dört yanından insanlarla bir araya gelmesini anlatıyor. İlk kez karşılaştığı kişilerle yolunun bir şekilde kesişip birleşmesini. Bir yandan da dağılmış hayatını, benliğini yeniden toparlayıp bütünleme çabası var. Sonuçta iki bakımdan da bir toplanma gerçekleşiyor. Haccını tamamlayan kahraman aynı zamanda kendi hayatını ve dağılan benliğini de yeniden bir bütünlüğe kavuşturuyor. Bir davet ve içe dönüş söz konusu yani, evet.
Açıkçası edebiyatı diğer sanatlardan ayrı düşünemiyorum. Hepsinin anlatmak istediği bir derdi, maksadı var. Bazen anlatılan şeyin kendisi, bazen anlatan formu belirliyor. Fakat özünde farklı şeyler değiller. Bir çeşit metinlerarasılık da diyebiliriz. Birçok resim upuzun hikayeler anlatıyor insana. Ya da bir film, diyelim ki Yağmurdan Önce, kurgu hakkında romanlardan daha öğretici olabiliyor. Şarkının verdiği hisle, oluşturduğu atmosferle hikayeninkini diğerinden çok ayırmadığım için örneğin, bunları birbirine katmak, dönüştürmek için ayrıca bir çaba harcamam gerekmiyor.
Telve'de hasbelkader dahil olunan bir ev içinde bir hatırın filizlenmesi var, haklısınız. Hikayenin bütünü değil ama halayla ilgili pasaj çocukluğumdan, rahmetli halamla ilgili hatıralar içeriyor. Kitabın genelinden de yer yer kendime ait şeyler var. Bazen bir e-posta, bazen bir günlük parçası ile hikayelere kendi yaşadıklarımdan kattığım oldu yeri geldikçe. Kahramanlarla giysilerimizi değiş tokuş etmişiz gibi eğlenceli geliyor bana. Fakat asıl mevzu metne kendinden vermek ve onu da kendine katmak diye düşünüyorum.
Sözü yormamak gerektiğine inanıyorum. Protokol konuşmacısı gibi sözü sündürerek okurun sabrını zorlamanın alemi yok. Sözün bittiği yerde noktayı koymalı.
Hikayeler genelde ağır bir duygu yükü taşıyor. Hem yazar hem kahraman ve hem de okuyucu için arada o yükü hafifletmek gerekiyor. O noktada mizah, havayı tazeleyecek küçük pencereler açma işlevi görüyor.