|

Neşemizdeki hüzün bizi diriltiyor

Leyla İpekçi yeni kitabı “Dem Yüzü” ile edebiyat yürüyüşüne devam ediyor. İpekçi, kitabını anlatırkan “Hiç umutsuz değilim, kıpır kıpırız. Aslımızı özlüyoruz. Neşemizdeki hüzün bizi diriltiyor. Canlı olanın cananı içindedir” diyor.

Yeni Şafak
17:35 - 12/04/2017 Çarşamba
Güncelleme: 17:50 - 12/04/2017 Çarşamba
Yeni Şafak
Neşemizdeki hüzün bizi diriltiyor
Neşemizdeki hüzün bizi diriltiyor
FİRDEVS KAPUSIZOĞLU
Kitap hakkında pek çok şeyi merak ediyoruz ama yolunuzu Mısri hazretleriyle kesiştiren, sizi onun izini sürmeye iten şeyden bahsedelim ilk olarak...

17’nci yüzyılın büyük zatlarından Niyazi Mısri’nin ismi dışında bir şey bilmezken, yıllar önce, onun mürşidi Ümmi Sinan’la Elmalı’da yaşadığı nefs eğitimine dair son derece çarpıcı bir hadiseyi, Keşkül dergisinin Mısri sayısında okumuş ve çok çarpılmıştım. Makalenin yazarı olan Mustafa Tatcı Hoca ve yayına hazırladığı divanlarla bu vesileyle tanışıp onun Mısri şerhlerine dair sohbetlerine katılmaya başladıktan sonra diyebilirim ki büyük bir kırılma oldu hayatımda. Sayısı iki binlere varan divan şairi varmış kültürümüzde. Bize kalan ise birkaç dizelik alıntı olmuş sadece. Mısri’nin izinden acizane adımlarımı atarken, aslında kendi tevhid serüvenimizi yaşamaya, aşk ve irfan geleneğimizin canlı sözlerini bugüne getirmeye başladığımı fark ettim. Ve karşıma tabiri caizse pek çok gizli hazine çıktı. Bir yerde Mısri de söyler: “Niyazi’nin dilinden Yunus durur söyleyen!” Bu çokluktaki birliği anlama uğraşıdır bana bu romanı yazdıran.

NEFSİMİZİN SURETLERİNİ ÇOĞALTIYORUZ

Bugün tasavvuf musikisinin bu kadar zengin, derinlikli ve incelikli olmasında Niyazi Mısri’nin şiirlerinin katkısı vardır. Ayağındaki bukağılarla irfan medeniyetimizin tohumlarını saçan Mısri’nin her satırı, zamansız ve mekânız bir kuvvetle şifa oluyor buhranlı gönüllere. Fakat böyle bir kimsenin; yaşadığı dönemde anlaşılamadığını, sürgün edildiğini ve ömrünü çilelerle geçirdiğini biliyoruz. Bugün Mısri’nin yaşadıklarından yola çıkılarak hakkında yapılan yanlış değerlendirmelere şahit olmak size neler hissettiriyor?

Aşk ve irfan geleneğimizin izlerini eğitim çağındayken neredeyse hiç sürmemiş biriyim. Aldığım Batı odaklı eğitim de benim kültür sanat zevkimi ne kadar geliştirmiş olursa olsun, insanlığın evrensel gerçekliğinin diline karşı sağır bırakmıştı. Fakat divanların sayfalarında nefes almaya başladıkça fark ettim ki kendini yerli kültürümüzün has evladı olarak görenler de benden çok farklı değilmiş. Bunu idrak etmek büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu bende. Sanki bu büyük mutasavvıfların her şeyini nefislerinden geçirmişler gibi keskin bir yargıya varmıştı pek çoğu. Ve hatta Mevlana, Yunus, Mısri gibi hak dostlarının Kuran’la çeliştiğine varmışlar gibi sahte bir bilgelikle verip veriştireni de pek çoktu. Kulaktan dolma bilgilerle her biri Allah’ın velisi olan, Zat sırrına vakıf bu kişiler hakkında kibir dolu hükümler verip gerçeği göz ardı ederlerken bir yandan da Taif’te Peygamberlerinin taşlanmasına ah vah edip duruyorlardı.


KİTAP VAR KİTABIN İÇİNDE

Tarihte kalmış bir şey değildi bu taşlama. Neyi recm ettiğini bilmeyen aslına nasıl rücu edecekti? Müslümanlara yapılan zulüm konusunda son derece tutarlı bir siyasi görüş benimseyip, mazlumun yanında olan ve kendine İslamcı diyen kimseler irfan ve aşk ehline, yani öncelikle kendi aslına öylesine uzaktı ki. Nefsini Müslüman edemeyenin tevhidden bahsetmesi dilde kalıyordu ancak. Nefsini bilmeyenin dini tamam olabilir miydi?

Dini kendi tekelinde sanmak en büyük gaflet noktalarımızdan biri. Mısri’nin dediği gibi kitap var kitabın içinde, hesap var hesabın içinde. Hakikat ehli hakkında verdiğimiz her hüküm bizi kendi dünyamıza çiviliyor. Kendi nefsimizin suretlerini çoğaltıyoruz orada. Karşımızdakini kendi kalbimizin tecrübe ettiği oranda kapsayabiliyoruz ancak. Allah’ın cümbüşü.

Kitaplarınızın en önemli özelliklerinden biri, sahici olması. Yalın kurgularınız, anlatımınızın derinliğiyle süsleniyor. Yaşadıktan sonra yazmayı tercih ediyorsunuz. Merkeze kendinizi alarak, kendiniz gibi ve kendiniz kadar yazmak istiyorsunuz. Dem Yüzü’nde evet Mısri hazretlerini anlatıyorsunuz ama dokunabildiğiniz, görebildiğiniz, hissedebildiğiniz kadarıyla anlatıyorsunuz. Bu sebeple kitap dönem romanı olmaktan çıkıyor ve an romanı oluyor. Dem Yüzü’nün yaşayan, yazıldığı andan haberler veren, izini güttüğü Mısri’yi modern zamana taşıyan bir kitap olması için nasıl bir yol izlediniz?
Cidden öyle yorumlamışsanız ne güzel. Diyeceğim bir şey yok. Özel bir yöntem izlemiş değilim. Yaşantıyla sınanmayan hiçbir bilgi delil yerine geçemez. Bizim ise ayetleri okumak, delilleri kendi nefsimizde ve eşyanın hakikatinde izleyebilmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Kendi kabımız ne kadar alıyorsa, o kadar.

Benim için anlamlı olan, yapabileceğimi yapma gayreti. Yazarken öğreniyorum, öğrenirken yaşıyorum. Yazmak ile yaşamak iki ayrı kategori değil. Dolayısıyla ne kadarı yazıya yansıyor ne kadarı yaşantıyla sınanıyor, bana da bu her zaman sır. Yazarak biraz paylaşıyorsam da sırrın daha fazlasını yeniden tutmaya başlıyorum.

Sır tutmak, yazarın olmazsa olmaz yöntemidir. İlla bir yol izlemesi gerekiyorsa. Bildiklerini unutmalı, yazdıklarını silmeli, düşüncelerini kelimesiz bir hale getirebilmeli. Ancak o zaman o romana ait olan biricik sesi işitebilir ve dillendirmeye başlayabilir. Sadece o romana ait olan...


KENDİNİ ANLATMAK

KAİNATI ANLATMAKTIR

Romanda ‘Bir’ ve ‘İki’nin diyaloglarına rastlıyoruz. Diyaloglarda kişileri, isimler veya zamirlerle ifade etmek yerine rakamları tercih etmenizdeki neden neydi? Ben yerine iki dediğinizde kendinizi dışarıdan izleme, tanımlama, dönüştürebilme imkânını daha çok bulduğunuzu söyleyebilir miyiz?

İki dediğim biziz, aslında tevhid hakikatini yaşantısıyla ispat etmemiş herkes. Yani varlığın Hak’la kaim olduğunun ispatıdır insan olma yolunda bizi irşad edecek olan. Tevhidin ne olduğunu yakinen yaşamadan aktarmamız mümkün değil. Hepimiz belli bir seviyede seyrediyoruz benliğimizi. İşte romanda da İki ile Bir’in diyalogları bu çerçevede. Bir bakıma kendisiyle konuşuyor gibi de algılanabilir. İlk bakışta mürşidiyle konuşuyor. Bugünün ruhunda bir mürid-mürşid ilişkisini dillendirmeye çalıştım.

Maşuk nihayetinde aşık tarafından yutulur, Mecnun’un “Leyla benim” dediği an tevhid tecelli edecektir. Bu yutma yutulma serüveni celal ve cemal eğitimine tabi olmaktan geçiyor. Ne kadar talip / salik varsa o kadar farklı eğitim var. Mürşidin hakikisi ile sahtesi arasındaki suret ve mana farklılıkları da, bugün hepimizin mustarip olduğu cemaatçilik açmazları da romanda kendine yer buldu ister istemez. Hatta hayatımızda aşk ve irfan geleneğimizi saklı diplerinden açığa çıkaran 15 Temmuz direnişi de.

“Dem Yüzü” çok katmanlı bir roman. Kitabınızı, kâinattan dünyaya, dünyadan Türkiye’ye, Türkiye’den İstanbul’a, İstanbul’dan size çıkan (veya bunun tam tersini de düşünebiliriz) bir yolda yürüyormuş hissiyle okuyoruz. Bu kadar katmanı ahenkli bir bütün haline getirmek nasıl mümkün olabildi?

Bunu sadece yapmaya çalıştım, bilmiyorum ne kadarıyla gerçekleşti. Kendini anlatmak, kainatı anlatmaktır. Hatta kainata da sığmaz olmalı. İçimizde ne oluyorsa başımıza da o geliyor. Bu kesintisiz devam edişi, iç ile dış arasındaki bu kopmayan bağı bu romanın her satırında görmeye çalıştım. Enfüste ve afakta ayetlerimizi okumanın başka bir yolu var mı bilmiyorum. Benimkisi yazarken açılıyor acizane kendi dilinde.

Aşk ve irfan geleneğimizi nakış nakış işleyen erenlerin hepimize ibret olacak türlü hikâyeleri var. Menkıbelerin sanata, edebiyata, televizyon veya sinemaya taşınması hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu konuda ne kadar başarılıyız, nasıl bir yol izliyoruz, ne kadar yol kat ettik?

Yaşamıyoruz ki taşıyabilelim başka mecralara. Daha yeni yeni üzerindeki örtüleri kaldırıyoruz bu menkıbelerin, divanların. Fakat bu yeterli değil. Hayatımızda nefs eğitiminin ehil manevi rehberler tarafından tatbiki olmadıktan sonra taklitten ve alıntıdan öteye geçilemiyor anlatılanlar. Birbirinden kıymetli bu tarz çalışmaları dikkate alan kültür mercilerinin sayısı dahi çok az henüz.

Kültür ve geleneğimizin bugünkü dilde ifade biçimleri derken sanatın olmazsa olmazı aşka tosluyoruz. Aşk niyettir. Ameldir. Aşkı kitaptan değil, insandan öğrenebiliriz ancak. Eğer siz sanat vasıtasıyla şöhrete, ticarete, itibar arayışına filan niyet etmişseniz insana değil nefsinizin rızasına ihtiyaç duyarsınız. O zaman aşktan bahsetmeyin. Toplu irşad eğitimi olmadığı gibi toplu sanat eğitimi diye bir şey de yok zaten.

Neyse yine de çok umutluyum. Mısri gibi, Yunus gibi, İbn Arabi gibi hazretlerin her çağda her coğrafyada bizi canlandırma, buluşturma kudretleri var. Yıllar önce İbn Arabi ile açılmıştı kalbim ilk. Bir tek ayet bile bilmezken! Bana oluyorsa, herkese her an neler olmaktadır! Hiç umutsuz değilim, kıpır kıpırız. Aslımızı özlüyoruz. Neşemizdeki hüzün bizi diriltiyor. Hep birlikte olmasa da bir arada dönüşüyoruz, dönüşmekteyiz. Canlı olanın cananı içindedir.

  • KİTABIN KÜNYESİ
  • Dem Yüzü
  • Leyla İpekçi
  • H Yayınları
  • 2017
  • 252 sayfa
#dem
#yüzü
#kitap
7 yıl önce