|

Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geleceği

Şu noktayı akılda tutmakta fayda var: Türkiye, Avrupa Birliği açısından çok önemli ve bir kalemde vazgeçilemeyecek bir ortak. Kriz bölgeleriyle Avrupa Birliği arasında bir tampon bölge olarak görülmesinin yanı sıra Türkiye, Avrupa Birliği’nin güvenliğini sağlayan NATO’nun (hard-power) çok önemli bir üyesi.

Yeni Şafak
04:00 - 29/04/2017 Cumartesi
Güncelleme: 06:16 - 29/04/2017 Cumartesi
Yeni Şafak
​Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geleceği
​Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geleceği

Öner Buçukçu

Soğuk Savaşın sona ermesi ve SSCB’nin dağılmasına yakın bir zamanda yazdığı Back to the Future (Geleceğe Dönüş) başlıklı makalesinde John Mearsheimer uluslararası sistemin nasıl şekilleneceğine ilişkin bazı kehanetlerde bulunmuştu. Yazara göre, 1945 öncesi dönemde sürekli savaşların coğrafyası olan Avrupa’da 45 yıllık barış sürecini çift kutupluluk, güç dağılımı ve nükleer silahlar sağlamıştı. Makalenin yazıldığı tarih 1990’da Sovyetler ve ABD’nin Avrupa’daki askeri varlıklarını geri çekeceklerine dair tartışmalar zirve yapmış durumdaydı ve Mearsheimer böyle bir gelişme olması halinde Avrupa’da ortaya çıkacak düzenin çok kutupluluk olacağını ileri sürdü.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve ABD’nin Avrupa’daki güçlerini çekmesinin ardından Avrupa’daki en güçlü iki devletin Almanya ve Rusya olacağını düşünen Mearsheimer’a göre Almanya’nın Çekoslovakya, Polonya ve Avusturya’ya saldırması ihtimal dahilindeydi. SSCB, Doğu Avrupa’dan askerî güçlerini çekecekti belki ama bu Rusya’nın Doğu Avrupa’ya bir daha hiç geri dönmeyeceği, askerî kapasite kullanmayacağı anlamına gelmiyordu. Önemli olan ise Rusya, Avrupa’ya geri döndüğünde Avrupa’nın bu geri dönüşe karşı koyabilecek kapasitesinin var olup olmadığıydı.

AB’NİN SINAVI

Mearsheimer’ın bu tezleri yayınlandığı dönemde 1900-1945 arası dönemden oldukça fazla esinlenmekle eleştirildi. Avrupa Birliği’nin derinleşme ve genişleme süreçlerinden sonra ise 1990’lı yılların başında cari olan bir takım yersiz kaygıları gösteren metinlerden birisi olarak okundu. Avrupa’daki gelişmeleri yorumlayan kimseler Mearsheimer’ın makalesine atıfta bulunarak sürecin çok farklı geliştiğinden dem vurdular. Almanya’nın askerî yayılması beklenirken 28 üyeli bir ulus-üstü örgütlenme, egemen bir devlet olmamasına rağmen tekil bir aktör olarak değerlendirilen bir yapı ortaya çıktı.

Avrupa Birliği’nin NATO dışında otonom bir askerî kapasite geliştirmeyi denemesi dolayısıyla AB’nin ABD’yi dengelemeye yönelebileceği tezleri 1990’lı yılların sonlarında en çok tartışılan konuların başında geliyordu. Ekonomik kapasitesi, gelişmeye devam eden hukuk ve insan hakları kodifikasyonu dolayısıyla Avrupa Birliği’ni ABD benzeri bir güç olarak değil, normatif bir güç olarak değerlendirmek gerektiği şeklindeki tezler bu tartışmalara eşlik etti. AB Anayasası ve otonom bir askeri kapasite geliştirilmesi girişimleri akim kalmasına rağmen AB’nin küresel siyasette tekil bir aktör olarak değerlendirilmesi eğilimi ve AB’nin bu eğilime uygun olarak kendini konumlandırması sürdü. Uluslararası sistemden duyduğu rahatsızlığı çeşitli biçimlerde ve üst düzey toplantılarda dile getirmesine rağmen (2008 Münih Güvenlik Konferansı’nda Putin’in yaptığı konuşma hatırlanabilir) Rusya’nın Avrupa Birliği ülkeleriyle gelişen ticareti ve ikili ilişkileri, Soğuk Savaş sona erdiğinde yaşanan tartışmaları unutturmuştu.

GELECEĞE DÖNÜŞ MÜ?

AB açısından 2008 ekonomik krizinden itibaren bozulmaya başlamış olan bu tablonun 2014 sonrasında kriz senaryolarına açık bir hâl almaya başladığı söylenebilir. Yıllardır hafif istihza ile okunan metninde Mearsheimer Avrupa açısından Rusya’nın askerî kapasite kullanmasının kritik bir eşik olduğunu dile getiriyordu. Rusya’nın Avrupa’nın doğusunda üstelik de oldukça küçük bir askerî kapasite kullanımına Avrupa Birliği’nin cevap veremeyişi örgütün geleceğini hem içerde hem de dışarda yeniden tartışma konusu yaptı. Rusya’nın askerî güç kullanımına karşı Avrupa Birliği’nin verebileceği tek tepki Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasıydı. Bazı ekonomik yaptırım kararları alındı ancak bunlar Rusya açısından çok da caydırıcı olmadı. Haziran-Temmuz 2015 tarihini taşıyan çok sayıda süreli yayında Rusya’nın Avrupa’nın uyguladığı yaptırımlar dolayısıyla Çin pazarına yöneldiği ve Çin’in Rusya’nın en büyük ticaret ortağı haline geldiği haberleri yer aldı. Diğer bir deyişle Rusya’nın Avrupa ticaretinden doğan eksiği Çin tamamladı.

Neticede Avrupa bugün Rusya’yla karşı karşıya gelmekten kaçınıyor, ciddi bir göç dalgası ile karşı karşıya. Avrupa’da yükselen sağ siyasetlerin Avrupa Birliği’nden “kendi ulus devletlerini geri alma” vaadlerinin her geçen gün daha fazla taraftar topladığı görülüyor. Dolayısıyla sağın yükselişi Avrupa’nın entegrasyonuna ciddi bir meydan okuma olarak beliriyor ve bu meydan okuma henüz etkili bir şekilde karşılanabilmiş değil. Düşük büyüme hızının, düşük büyümenin istihdam üzerinde yarattığı baskının siyasal ve sosyal faturası ağırlaşıyor. Ek olarak Brexit’in de Avrupa’nın moralini ciddi biçimde düşürdüğünü belirtelim. Tüm bunlar Avrupa Birliği’nin dağılmanın eşiğinde olduğu analizlerinde bir artışı beraberinde getiriyor.

ZOR ZAMANDA KONUŞMAK

Tablo bize şunu gösteriyor: Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri yürüten ancak son dönemde örgütle ilişki durumu karmaşık olan Türkiye’nin AB ile bundan sonraki süreçte ilişkilerinin nasıl şekilleneceği üzerine bir tartışma açmak için en kötü hava koşulları hakim aslında. Akademik düzeyde bile tartışmalar gittikçe Avrupa Birliği’nin dağılıyor olduğu, Avrupa Birliği’nin esasen bir haçlı örgütü olduğu ve dolayısıyla katılmaktan vazgeçilmesi hattına sıkışıp kaldı. Burada tartışmayı tek boyutlu hale getiren unsurun AB’ye katılmak ya da katılmamak gibi iki keskin kategori yaratılması olduğu söylenebilir. Aslında mesele AB’ye katılıp katılmamanın oldukça ötesinde, en geniş anlamıyla AB ile ilişkilerin ilerleyen dönemde nasıl tanzim edileceği üzerinden değerlendirilse daha ufuk açıcı şeyler söylenebilir. Zira Türkiye AB’ye üye olsa da olmasa da, AB dağılsa da dağılmasa da Avrupa’yla ilişki kurmayı sürdürecek.

Türkiye ile AB ilişkilerinin dalgalı seyrinin en önemli sebeplerinden birisi büyük ihtimalle iki tarafın da bu ilişkiyi bir türlü tanımlayamamış olması. Avrupa Birliği’nin üyelik sürecinde birden fazla katılım ortaklığı belgesi verdiği tek ülke. 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olmadığına karar verilmişken 1999 Helsinki Zirvesi’nde karar tadil edilerek Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğuna karar verildi. 2004 yılında Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlanmasına karar verilirken dahi Birliğin tam üyeliğe ilişkin bir perspektife sahip olduğunu söylemek zordur.

AB’NİN NETLEŞ(E)MEYEN
TÜRKİYE PERSPEKTİFİ

Tam üyelik müzakerelerinin yürütüldüğü, ilişkilerin nispeten dengeli olduğu 2000’li yılların ikinci yarısında Avrupa Birliği’ndeki çeşitli ülkelerin liderlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne hiçbir zaman üye olamayacağını dile getirmeleri, Türkiye’nin AB üyeliğine gerçekleştirilecek bir referandum sonrasında karar verileceği gibi Türkiye’de rahatsızlık yaratan ifadeler bu sadette hatırlanabilir. Avrupa’da sağın iyice güçlendiği 2010’lu yılların ilk yarısında Türkiye-AB ilişkileri de önce yavaşladı sonra da durdu. Bu durumun ortaya çıkmasında Gezi Parkı bahane edilerek hükümete karşı bir darbe girişiminin örgütlendiği olaylara AB’nin yaklaşımı da belirleyici oldu. Bu tarihten itibaren gittikçe koyulaşan “Türkiye’nin otoriter bir yönetime sürüklendiği” argümanı ilişkilerin krize girmesine sebep oldu. Avrupa’da Türkiye’nin üyelik sürecinin durdurulması gerektiği görüşünü ileri sürmek artık neredeyse vakay-ı adiyeden.

Bununla birlikte Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkileri tamamen koparmak, krizlere açık bir ilişki biçimi geliştirmek gibi bir perspektifi olduğunu söylemek de zor. Mutedil görüşün Türkiye ile stratejik bir ilişki biçimi geliştirilmesi, Türkiye’yi Avrupa Birliği üyesi yapmayacak ama Avrupa Birliği’nden de koparmayacak bir statünün yaratılması olduğu söylenebilir. Referandum sonuçlarını CNN’de Christine Amanpour’un programında değerlendiren Alman Parlamenter Norbert Röttgen’in söyledikleri bir aklı yansıtması bakımından örnek gösterilebilir. Röttgen, referandum sonucunda Türkiye’nin daha otoriter bir çizgiye kaydığını, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerini derhal durdurması gerektiğini dile getiriyor. Bununla birlikte Röttgen’e göre Avrupa Birliği’nin tepkisinin Türkiye’ye ve Türkiye halkına karşı algılanmaması gerekir, tepki Erdoğan’ın otoriterleşme eğiliminedir. Zira Türkiye ülkesinde 3 milyondan fazla mülteciyi barındırmaktadır, oldukça stratejik bir konumdadır ve Avrupa açısından önemli bir ortaktır.

SERİNKANLI BİR BAKIŞ

Şu noktayı akılda tutmakta fayda var: Türkiye, Avrupa Birliği açısından çok önemli ve bir kalemde vazgeçilemeyecek bir ortak. Kriz bölgeleriyle Avrupa Birliği arasında bir tampon bölge olarak görülmesinin yanı sıra Türkiye, Avrupa Birliği’nin güvenliğini sağlayan NATO’nun (hard-power) çok önemli bir üyesi. Oybirliği ile karar alan NATO’da karar verme mekanizmalarının işlemesi, savunma ve güvenlik alanında etkili bir yönetim oluşturulabilmesi söz konusu olduğunda, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip Türkiye’nin pozisyonu belirleyici olabiliyor. Diğer taraftan bir çok kimliklilik, çok kültürlülük projesi olarak kendini takdim eden, bunu Avrupa Birliği’nin yumuşak gücü olarak konumlandıran, bir dış politika aparatına dönüştüren ve bu doğrultuda bir müktesebat geliştiren (soft-power) Avrupa Birliği açısından Türkiye’nin üyeliği meselesi oldukça çetin bir sınav. Diğer bir deyişle Türkiye AB açısından hard-power ile soft-power’ın çakıştığı nokta.

Türkiye açısından da Avrupa Birliği’nin kolay vazgeçilebilir bir ortak olmadığını söylemek durumundayız. Her şeyden evvel bir bütün olarak değerlendirildiğinde Avrupa Birliği nominal gayrisafi hasıla açısından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. Çin ekonomisine göre %63 daha büyük bir ekonomiden bahsediyoruz. Yaygın kanaatlerin aksine ABD’den sonra dünya ölçeğinde en fazla savunma harcaması yapan aktör Avrupa Birliği. Türkiye’nin ihracatında en büyük pay Avrupa Birliği’ne ait.

FABRİKA AYARLARINA
GERİ DÖNÜŞ MÜMKÜN MÜ?

Mevcut koşullar dikkate alındığında her iki taraf açısından da ilişkilerin ayarının bozulduğu söylenebilir. AB açısından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliği ve referandum neticesinde bu liderliğin pekişmiş olması ayarları tamamiyle bozmuş durumda. Fabrika ayarlarına geri dönülebilmesi için çok sert bir şok tedavisine ihtiyaç var. Zira siyasetçiler ve toplum karşılıklı olarak dünya sorunlarının temelinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu, o sürecin dışarısına çıkarılabilirse tüm sorunların çözüme kavuşturulabileceği gibi şizofren bir bakış açısı geliştirmiş durumda.

AB ülkelerinin bu yaklaşımları neticesinde Türkiye’de de AB ile ilişkiler ayarları bozuldu. Bu bozulmanın temelinde bir güven bunalımı yer alıyor. Türkiye’de gelişen iki anti-demokratik süreçte de (Gezi Parkı Olayları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi) anti-demokratik güçlerin safında yer alan, terör örgütü PKK’ya açık destek veren Avrupa Birliği ile sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ihtimali her geçen gün ortadan kalkıyor. Toplumda AB’ye karşı müthiş bir öfke söz konusu ve doğal olarak siyasi partiler bu öfkeyi dikkate almaksızın siyaset geliştiremiyorlar.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi yeniden denetime alma kararı alması ilerleyen süreçte Türkiye-AB ilişkilerini daha da zora sokabilir. AKPM, AB’nin bir parçası değil. Dolayısıyla doğrudan bir etkisi olmayacak elbette ancak dolaylı olarak AB’nin karar verme mekanizmalarına etki edecektir. Özellikle Avrupa’da “Erdoğan karşıtlığı”nın arttığı bir dönemde AKPM’nin aldığı karar AB içerisinde benzer seslerin daha fazla duyulmasına sebep olacaktır. Dahası bu kararın AB-Türkiye ilişkilerinin bozulan ayarlarının düzelmesine katkı sağlamayacağı ortada.

Her iki aktörün de birbirine ihtiyaç duyduğunu ve duymaya devam edeceğini dile getirmiştik. Ancak mevcut siyasal konjonktür iki aktör arasındaki işbirliği zeminini berhava etmek üzere. İlişkilerin kopma noktasına geldiği senaryonun gerçekleşmesi durumunda hangi tarafın bu senaryodan daha fazla etkileneceği konusunda projeksiyon yapmak zor ancak 1997-1999 arasında Türkiye ile AB ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi sürecinde yaşananlar fikir verici olabilir.

NATO SÜRECİ ETKİLEYEBİLİR

AB-Türkiye ilişkilerinde muhakkak hatırlanması gereken bir husus NATO. AB, güvenlik politikalarında NATO’ya doğrudan bağımlı bir örgüt. 2000’li yılların başında AB, NATO kapasitesini kullanabileceği ama AB üyesi olmayan ülkelerin karar verme süreçlerinin dışında bırakıldığı bir sistem üzerinde çalıştığında Türkiye ile AB ilişkilerinde ciddi bir kriz alanı oluşmuştu. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerine başlaması süreci bir ölçüde rahatlatmıştı. Gelinen noktada tam üyelik müzakerelerinin durdurulması yönünde AB üzerinde oluşturulan baskının AB açısından da ciddi bir boşluk yaratma riski taşıdığı söylenmeli.

Tüm bunlar dikkate alındığında yönetilmesi zor bir süreçle karşı karşıyayız. Bu sürecin yönetimini AB ve Türkiye’nin kafa kafaya gerçekleştirmelerinin neredeyse imkansız olduğunu söyleyebiliriz. İlişkilerdeki krizin NATO içerisinde de bir zafiyet yaratması ihtimalinin belirmesi durumunda, geçen dönemlerde de olduğu gibi, ABD’nin bir moderatör ve arabulucu olarak devreye girmesi ihtimali söz konusu olabilir. NATO hakkında Başkan seçilmeden önce çok fazla bilgiye sahip olmadığını, başkanlığı sürecinde NATO’ya bakışının değiştiğini söyleyen Trump bu arabuluculuğa soyunabilir gibi gözüküyor. Bekleyip göreceğiz. Zira bu süreç NATO açısından da bir büyük test olacak.

#Türkiye
#Avrupa
#NATO
#Donald Trump
7 yıl önce