|

Üçüncü dünya savaşına dönüş

Çin ve Rusya klasik revizyonist güçler. Her ikisi de daha evvel, dış güçler (yani Rusya, batıdaki geleneksel düşmanları ve Çin, doğudaki düşmanları) karşısında hiç bu denli büyük bir emniyet içinde olmasalar da mevcut küresel güç dağılımından memnun değiller. Her ikisi de kendi bölgelerinde bir zamanlar sahip oldukları hegemonik hâkimiyeti yeniden ihya etme arayışındalar.

Yeni Şafak ve
04:00 - 1/05/2017 Pazartesi
Güncelleme: 21:45 - 30/04/2017 Pazar
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım
Robert Kagan - Brookings Enstitüsü

Bugün dünyada iki önemli temayül söz konusu. Birincisi, iki büyük revizyonist güç olan Rusya ile Çin’in artan hırsları ve etkinliği. İkincisi, demokratik dünyanın, bilhassa ABD’nin 1945’ten bu yana uluslararası sistemdeki hâkim gücünü sürdürme noktasında azalan güven duygusu, kapasitesi ve iradesi. Bu iki temayül birbirine yaklaşırken, yani ABD ve müttefiklerinin mevcut dünya düzenini sürdürme irade ve kapasitesi azalıp revizyonist güçlerin bu düzeni değiştirme arzu ve kapasitesi giderek artarken, mevcut düzenin çöküp dünyanın kanlı bir anarşi evresine geçeceği bir noktaya ulaşacağız. Tıpkı geçtiğimiz iki yüzyılda tam üç defa yaşadığımız gibi. Bu çöküşün hayatlar ve servetler, kaybedilen özgürlükler ve yitirilen ümitler üzerindeki maliyeti sarsıcı olacak.
KÜRESEL KRİZE DOĞRU GİDİLİYOR

Amerikalılar, ABD’nin istikrarı korumak için omuzladığı yükten yakınsalar da uluslararası düzenin istikrarını çantada keklik görme eğilimindeler. Tarih bize gösteriyor ki dünya düzenleri çökerler; ancak bunun gerçekleşmesi çoğunlukla beklenmedik, hızlı ve kanlı olur. 18. yüzyıl, Avrupa’da Aydınlanma’nın zirve noktasıydı, ta ki kıta bir anda Napolyon Savaşları cehennemine düşene kadar. 20. yüzyılın ilk on yılında dünyanın en zeki kafaları, iletişim ve ulaşım devrimlerinin ekonomileri ve insanları birbirine bağlaması sayesinde büyük güç çatışmalarının artık sona erdiği tahminini yürütmekteydiler. Ama tarihin en yıkıcı dünya savaşı dört yıl sonra geldi. Savaş sonrası 1920’ler görünüşte bir sükûnet dönemiyken krizlerle dolu 1930’lar ve ardından da yeni bir dünya savaşı kapıyı çaldı. Bugün bu klasik senaryonun tam olarak neresinde olduğumuzu, yukarıda vurguladığım iki temayülün kesişme noktasına ne ölçüde yakınlaştığını bilebilmek her zamanki gibi imkânsız. Acaba küresel bir krize daha 3 yıl mı var, yoksa 15 yıl mı? Bu bilinmez, ama böyle bir gidişatın bir yerlerinde olduğumuz kesin.

Çin ve Rusya klasik revizyonist güçler. Her ikisi de daha evvel, dış güçler (yani Rusya, batıdaki geleneksel düşmanları ve Çin, doğudaki düşmanları) karşısında hiç bu denli büyük bir emniyet içinde olmasalar da mevcut küresel güç dağılımından memnun değiller. Her ikisi de kendi bölgelerinde bir zamanlar sahip oldukları hegemonik hâkimiyeti yeniden ihya etme arayışındalar. Çin için bu, –Japonya, Güney Kore ve Güneydoğu Asya’nın diğer ülkelerinin hem Pekin’in iradesine ses çıkarmayıp kabullenmeleriyle hem de Çin’in stratejik, ekonomik ve siyasi tercihlerine uygun hareket etmeleriyle– Doğu Asya’da tahakküm kurma anlamına geliyor. Bu, aynı zamanda Amerikan nüfuzunun Hawaii Adalarının ötesindeki doğu Pasifik bölgesinden geri çekilmesini de içeriyor. Rusya içinse bu, Moskova’nın geleneksel olarak imparatorluğunun bir parçası veyahut nüfuz alanı saydığı Orta ve Doğu Avrupa ile Orta Asya’da hegemonik nüfuz kurması anlamına geliyor. Gerek Pekin gerekse Moskova, Amerikan öncülüğündeki savaş sonrası küresel düzende –kendilerince– haksız güç, nüfuz ve itibar dağılımını düzeltme arayışındalar. Birer baskıcı rejim olarak her ikisi de uluslararası düzende hâkim demokratik güçler ve hemen yanı başlarındaki demokrasiler tarafından tehdit edildikleri hissini paylaşıyorlar. Her ikisi de ABD’yi ihtirasları önündeki ana engel olarak görüyorlar ve bu yüzden her ikisi de meşru yazgılarını hayata geçirme önünde bir engel saydıkları Amerikan öncülüğündeki uluslararası güvenlik düzenini zayıflatmaya çalışıyorlar.

SİSTEM İŞLEDİĞİ SÜRECE İŞLER TIKIRINDAYDI

Kısa süre evveline kadar Rusya ve Çin, hedeflerini gerçekleştirmede çokça ve neredeyse aşılması imkânsız engellerle karşılaştılar. Önlerindeki en önemli engel, gerek bizzat uluslararası düzenin kendisinin gerekse bu düzenin baş destekçisi ve savunucusunun gücü ve iç insicamıydı. Özellikle iki kritik bölge olan Avrupa’da ve Doğu Asya’da Amerikan öncülüğündeki siyasi ve askeri ittifaklar, Çin ile Rusya’yı, ihtiraslarının peşinden ihtiyatla koşmalarını ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren de uluslararası sistemi altüst etmeye dönük ciddi çabalarını ertelemelerini gerektiren, Dean Acheson’ın vakti zamanındaki deyimiyle, “kuvvet dayanakları” sundu.

Sistem onların ihtiraslarını hem olumlu hem de olumsuz yönde kontrol altında tutuyordu. Amerikan üstünlüğü çağında Çin ve Rusya, ABD’nin inşa edip ayakta tuttuğu serbest uluslararası iktisadi sisteme dâhil olup bundan istifade ettiler; bu sistem işlediği sürece, oyunu sistem içinde oynamakla elde ettikleri kazançlar ona meydan okuyup devirmekten çok daha fazlaydı. Ancak düzenin siyasi ve stratejik yönleri aleyhlerine işledi. Sovyet komünizminin çöküşünün akabindeki yirmi yılda demokratik yönetimin canlanıp büyümesi, Pekin ve Moskova’daki yöneticilerin kontrolü sürdürme gücüne yönelik daimi bir tehditti; dolayısıyla Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana demokratik kurumların her türlü gelişimini –özellikle de sınırlarına yakın olan liberal demokrasilerin coğrafi ilerleyişini– varoluşsal bir tehdit olarak gördüler. (…) Sınır komşularında demokrasilerin salt varlığı, kontrol edemedikleri küresel serbest bilgi akışı ve serbest piyasa kapitalizmiyle siyasi özgürlükler arasındaki tehlikeli ilişki; iktidarlarını sürdürmeleri, içerideki huzursuz güçlerin kontrol altında tutulmasına bağlı olan yöneticiler için birer tehditti. İktidarlarının meşruiyetine Amerikan destekli demokratik düzenin sürekli meydan okuması, onları hem mevcut düzene hem de ABD’ye düşman hale getirdi. Ancak şimdiye kadar iç ve uluslararası güçlerin üstünlüğü, mevcut düzenle doğrudan yüzleşmekten onları alıkoydu. Çinli yöneticiler, ABD’yle başarısız bir yüzleşmenin içeride meşruiyetlerini nasıl etkileyeceği konusunda endişeliydi. Hatta Putin, şimdiye kadar sadece ve sadece zaten açık olan kapıları zorladı, tıpkı ABD’nin Moskova’nın bu tür yoklamalarına pasif bir şekilde mukabele ettiği Suriye’de olduğu gibi. Ukrayna’daki gibi az bir Amerikan ve Avrupa muhalefetiyle karşı karşıya kaldığında ise çok daha ihtiyatlı davrandı.

ABD VE MÜTTEFİKLERİNİN ASKERİ GÜCÜ

Çin ve Rus ihtiraslarına karşı en büyük fren, Avrupa ve Asya’da, ABD ve müttefiklerinin askeri ve iktisadi gücüydü. Giderek güçlense de Çin; dünyanın süper gücü ABD’nin ve ona ya ittifakla yahut ortak stratejik menfaatlerle bağlı olan Japonya, Hindistan ve Güney Kore gibi oldukça etkili bölgesel güçlerin, ayrıca Vietnam ve Avustralya gibi küçük ama etkili devletlerin ortak bir askeri ve iktisadi gücüyle yüzleşmeyi hesaba katmak zorundaydı. Rusya da ABD ve onun NATO müttefikleriyle yüzleşmek durumundaydı. Birlik ve bütünlüğünü koruduğu müddetçe Amerikan öncülüğündeki ittifaklar, yardıma çağırabileceği sadece bir avuç müttefike sahip revizyonist güce karşı ürkütücü bir meydan okumadır. Bir çatışmanın başında Çinliler, Tayvan’a askeri boyun eğdirme veyahut Güney veya Doğu Çin Denizi’nde bazı erken zaferler elde etse dahi, zamanla dünyanın en zengin ve teknolojik bakımdan en ileri devletlerinden bazılarının endüstriyel üretim kapasitesiyle ve kendi ekonomisinin bağımlı olduğu dış piyasalara erişiminin muhtemel bir kesintisiyle mücadele etmek zorunda kalacaktır. Nüfusu tükenmekte olan ve ekonomisi petrol ve doğalgaza bağımlı zayıf bir Rusya ise çok daha büyük meydan okumalarla karşı karşıya kalacaktır.

Onlarca yıldır ABD ve müttefiklerinin güçlü küresel konumu, sisteme yönelik herhangi bir ciddi meydan okumayı caydırıcı bir rol oynamıştı. ABD güvenilir bir müttefik olarak görüldüğü müddetçe Çin ve Rusya liderleri, saldırganca adımlarının geri tepebileceğinden ve bunun da rejimlerinin sonunu getirtebileceğinden korkmuştu. Bu, tam da siyaset bilimci William Wohlforth’un “tek-kutuplu düzene mündemiç istikrar” olarak tanımladığı şey: Memnuniyetsiz bölgesel güçler statükoya meydan okuma arayışına girdikçe onların teyakkuza geçen komşuları, bu ihtirasları kontrol altına alması için uzaktaki Amerikan süper gücüne yüzlerini döndüler. Ve bu, işe yaradı. ABD çıkış yaparken Rusya ile Çin ya büyük ölçüde geri adım attı yahut daha harekete bile geçmeden önleri alındı.

SİSTEM ÇATIRDIYOR

Bu engellerle yüz yüze olan iki revizyonist büyük gücün elindeki en iyi seçenek hep şuydu: Ya ABD’yi müttefiklerinden kopararak veyahut Amerikan taahhütleri konusunda şüpheler uyandırarak (ve böylelikle müttefikleri ve ortakları liberal dünya düzenin stratejik korunmasından vazgeçirip düzene meydan okuyanlarla bir uzlaşma arayışına girmeye teşvik ederek) Amerikan destekli dünya düzenini içeriden zayıflatmayı ümit etmek veya mümkünse bunun altyapısını hazırlamak.

Dolayısıyla mevcut sistem, sadece Amerikan gücüne değil, aynı zamanda demokratik dünyanın kalbindeki birliğe ve insicama da bağlıydı. ABD, düzenin baş garantörü olarak özellikle askeri ve stratejik alanda kendi rolünü oynamak zorundaydı; ama düzenin ideolojik ve iktisadi merkezi olan demokratik Avrupa, Doğu Asya ve Pasifik’in de nispeten sağlıklı ve kendinden emin olarak varlığını sürdürmesi gerekliydi.

Son yıllarda her iki sütun da sallanıyor. Demokratik düzen zayıflıyor ve tam merkezinden çatlıyor. Zorlu iktisadi şartlar, milliyetçiliğin ve kabileciliğin nüksetmesi, zayıf ve belirsiz siyasi liderlik ile ana-akım siyasi partilerin tepkisizliği, kabileciliği zayıflatmak yerine güçlendirmesi muhtemel yeni bir iletişim çağı –birer faktör olarak hep bir araya geldiğinde– sadece demokrasilerde değil, liberal aydınlanma projesinde de bir güven krizi doğurdu. Bu proje, bireysel hakları ve etnik, ırki, dini, milli veya kabilevi farklılıklara karşı insanlığın ortak evrensel değerlerini yüceltti. Sınırlar ötesinde ortak menfaatler üretmek için iktisadi bağımlılığı artırmaya ve farklılıkları törpüleyerek devletler arasında işbirliğini kolaylaştırmak maksadıyla uluslararası kurumlar tesis etmeye yöneldi. Ancak son on yılda kabileciliğin ve milliyetçiliğin yükselişi, tüm toplumlarda Ötekine gittikçe daha fazla odaklanılmasına ve yönetimde, kapitalist sistemde ve demokraside güven kaybına yol açtı. Biz Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin tam aksine şahit oluyoruz. Tarih, intikamla ve –karmaşıklıklar ve tutarsızlıklar döneminde katı bir yönetim sergileyecek güçlü lider özlemi de dâhil– insanoğlunun bütün karanlık yüzleriyle geri dönüyor.

*Foreign Policy, 6.2.2017

**Tercüme: Zahide Tuba Kor

#Dünya
#Savaş
#Çin
#Rusya
7 yıl önce