|

Yönetimde iki başlılık meselesine farklı bir bakış

Türk demokrasisindeki iki başlılığın asıl kaynağı, devleti milletin seçtikleri mi idare edecek yoksa cumhuriyetin ilk yıllarındaki tedbirlerin korunması için oluşturulan kadrolar mı idare edecek? Üzerinde düşünmemiz gereken asıl iki başlılık bence budur.

Yeni Şafak
04:00 - 14/04/2017 Cuma
Güncelleme: 00:03 - 14/04/2017 Cuma
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Cengiz Aydoğdu

Ülkemiz neredeyse yüzyıldır Cumhuriyetle yola devam ediyor. Bu sürenin ilk yirmi yedi yılı bize has bir tek parti idaresi ile geçti. Sonraki yıllar ise kesinti ve yol kazalarıyla beraber çok partili demokratik cumhuriyet denemeleri ile geçti. Gerçi denemeleri dedim ama yönetim söz konusu ise ve bilhassa demokrasi hakkında konuşuyorsak; bütün ülkeler için bütün demokrasi uygulamaları özünde bir arayışı ve hatta birer denemeyi barındırır. Demokrasi iyi yönetim arayışı ve denemesidir. Çünkü hem yönetim açısından hem de demokrasi açısından daha iyisi ve daha güzeli her zaman mümkündür.

Hatırdan çıkarmamamız gereken önemli bir başka paradoks da yönetimde ve demokraside vasata tahammül edilemezlik gerçeğidir. Demokrasi bir birlikte yaşama sanatıdır ve bütün sanatlarda olduğu gibi demokraside de vasata tahammül edilemez ve hemen fark edilir. Ancak ne kadar tahammül edilemez bulunursa bulunsun yine de buluşma zemininin ‘vasatî’ olması toplumsal hayatın en büyük nüktesidir. Çünkü toplumun ortalamasıdır demokrasi. Bununla birlikte, o tahammül edilemezlik, demokrasinin ve dolayısıyla toplumun yaşama şansı ve imkânıdır. O şans ve imkân da muhalefet olarak isimlendirilir. O tahammül edilemezlik duygusu muhalefeti besler; gayrete geçirir ve toplumu yeni bir uzlaşma aşamasına taşır. Yeni uzlaşma zemini de ‘vasatî’ olacağı için, bu da yeni bir muhalefeti ateşler böylece demokrasi ve toplum, yeni uzlaşmalar ve yeni sözleşmelerle mütemadiyen gelişir. Her yeni uzlaşma yeni bir sözleşme, yeni bir safha ve yeni bir gelişme dönemi demektir.

MİLLETİ DIŞLAYAN
DEVLET KURGUSU

Tabii burada uzlaşma veya mukavele derken Rousseau’cu anlamda devlet ile toplum arasında yapılan bir sözleşmeden değil toplumun kendi içinde yaptığı bir sözleşmeden söz ediyoruz. Devlet, bu sözleşmenin ürünüdür ve bu sözleşmeye tâbidir. Devleti bu sözleşmenin tarafı hatta sözleşmeyi, toplumu hiç göz önüne almadan devlet içindeki taraflar arasında yapılmış bir akit gibi gördüğümüz zaman ortaya bambaşka bir durum çıkar ki; sanki cumhuriyetin ilk yıllarında bizde öyle anlaşılmış ve milleti dışlayan bir devlet kurgusu hayata geçirilmiştir.

Osmanlı’nın kaybından sonra Anadolu’da kurduğumuz Devlet, Cumhuriyeti bir yönetim sistemi olarak tercih ederken bu tercih, devlet kadrolarının halka ilan ettikleri bir tercih olmuştur. Halkın bu tercihe oluşum aşamasında herhangi bir katılımı veya katkısı olmamıştır. Dönemin şartları düşünüldüğünde bunun makul ve kabul edilebilir hatta savunulabilir izahı elbette yapılabilir. Ancak dönemin şartlarının adeta dondurularak ve ilelebet devam edecekmiş gibi tedvin edilerek ülkeyi idare eden ilkeler haline getirilmesi bugün yaşadığımız problemlerin de kaynağını oluşturur.

OSMANLI’DAN SONRA
YAŞANAN İKİLEM

İşin esası, Osmanlı Devleti'nin kaybından sonra karşı karşıya kaldığımız ikilem ‘batı gibi olmak’ ile ‘batı kadar olmak’ arasındaki ikilemdir. Bugün dahi Türk siyasetinin içinde yaşadığı gerilimin kaynağı burada gizlidir. Biz Osmanlı Devleti’ni, batı karşısında yenildiğimiz için kaybettik. Yaşamak için Batı ile olan hesabı sürdürülebilir bir mecraya aktarmak zorunluluğu hayati önemde kendini dayattı. Ve Üçüncü Selim’den beri devam eden bu iki temayül, yani ‘batı gibi mi olalım batı kadar mı olalım’ tezadı nihai tercih aşamasına yenildiğimiz bir savaşın akabinde oluşan ortamda geçti. Yenilmesek de bu tartışma entelektüel kadroda, devlet içinde, padişah ve ulemanın arasında dahi sürmekteydi. Kimisi onların tekniğini alalım diyerek Batı kadar olalım demek istiyor, bazı kesimler ise Batı gibi olmayı bir bütün halinde benimsiyordu.

Birinci Cihan Savaşı’nın sonuçlarını milletimiz açısından muhteşem bir mücadele ile yeniden yorumlayan Kuva-yı Milliye kadrosu Cumhuriyeti ilan etti. Devam eden yıllarda batı gibi olmalıyız diyenlerin ön plana çıkmasıyla batılılaşma politikalarını hayata geçirmeye başladık.

Batı gibi olalım diyen kadro, belki de şartların zorlaması icabı, devleti, istiklali ve bayrağı yaşatabilmek için kendilerini devlet yerine koydu. Herhangi bir toplumsal sözleşme şartı gözetmeden kendi aralarında, yani devletin içerisinde, kurumsal sözleşmelerle, kendi ideolojilerini, kanaatlerini ve kendilerini devlet yerine koydular. Toplumu da ıslah edilmesi gereken bir obje olarak gördüler. Hatta bazı alanlarda ıslahı da yetersiz görüp yeni kurulan devlete uygun yeni bir toplum yaratma işine koyuldular.

MİLLET ÖLÜMDEN
DÖNMÜŞTÜ

Yeni bir toplum oluşturma işi, dünyanın neresinde tarihin hangi döneminde olursa olsun oldukça zor, çetin ve sıkıntılı bir süreçtir. Bizim gibi büyük ve muhteşem tarihli toplumlarda ise büyük bir acımasızlıktır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki yeni bir toplum oluşturma devrimleri, bu çetinlikler içeresinde geçti. Milletimiz şaşırdı, üzüldü, anlayamadı, kalbi kırıldı. Millî mücadeleyi yapıp zaferi kazanan bir toplum olarak neresinin beğenilmeyip değiştirilmesi gerektiğini anlaması da zaten mümkün değildi. Anlayamadı ama katlandı. Çünkü ölümden dönmüştü; milli mücadele bizim için ölümden dönmenin adıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nın acıları henüz tam olarak geçmeden ikinci Dünya Savaşı patlak verdi ve ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra birinci ve ikinci büyük savaşın tesirleri ile dünya yeni bir demokratikleşme havasına girdi. Bu havada Türkiye de San Francisco rüzgârına intibak edebilmek için yoluna demokrasi ile devam etme kararı aldı.

Ne var ki kendini devlet yerine koyan inkılapçı kadronun zihninde Türkiye henüz buna hazır değildi. Ama en uygun yol da buydu; böylece demokratikleşme kararı toplumla tam olarak paylaşılıp toplumun bu karara iştiraki sağlanmadan biraz da demokrasi olsun kabilinden ülkeye adeta demokrasi ödevi verildi.

DEVLETİ HALKA KARŞI
KORUYAN POLİTİKACILAR

Bu üsttenci tavır ve yaklaşım bizim demokrasimizi bize has bir demokrasi olmaktan kurtaramadı. Türkiye, klasik ve evrensel anlamıyla demokrasiye geçemediği gibi klasik ve evrensel anlamıyla politikayı ve politikacı tipini inşa edemedi. Bunun yerine devleti halka karşı koruyan bir politikacı tipi hayata geçti. Maalesef Türkiye’de demokrasiyi savunmak, kendini devlet yerine koyan kadroların, kendilerinin saydıkları devletlerini halka karşı savunmak gibi bir garabete dönüştü. Böylece halkımızın asla nüfuz edemeyeceği bir anlayış üzerinden Türkiye, demokrasi kavgalarına sahne oldu.

Ne var ki, her seferinde sandık ortaya konup halkın görüşü ve tasvibi sorulduğu için milletimiz ve seçip gönderdiği siyasetçileri bir yolunu bulup devlet katına uzanmayı denediler. Denediler ve Türkiye’de asıl demokratikleşme mücadelesi böylece başlamış oldu. 27 Mayıs 1960 bu mücadelenin ilk kırılma noktasıdır. On yıllık (1950-60) o ilk denemede kazandıkları tecrübeler ile inkılapçı kadro, 1961 Anayasasında Ankara’daki devlet çarkını vatandaşa karşı korumaya aldı. 61 Anayasası vatandaşı devletten uzak tutmak ve devleti vatandaştan korumak üzerine düşünüldü tasarlandı ve hayata geçirildi.

ÜZERİNDE ESAS
DÜŞÜNÜLMESİ
GEREKEN KONU

Kanaatimce Türk demokrasisindeki iki başlılığın asıl kaynağı budur; devleti milletin seçtikleri mi idare edecek yoksa cumhuriyetin ilk yıllarındaki tedbirlerin korunması için oluşturulan kadrolar mı idare edecek? Üzerinde düşünmemiz gereken asıl iki başlılık bence budur.

61 Anayasasında oluşturulan bu iki başlılık 82 Anayasası ile iyice tahkim edilip üzerine bir de seçilmişleri adeta vesayete alabilecek sorumsuz ve sınırsız yetkili Cumhurbaşkanlığı eklenmiştir. O devrin şartlarında asker bir cumhurbaşkanına göre tasarlanan sistem, son otuz yıl içerisinde hemen her Cumhurbaşkanı için buhranlı bir idare ortaya çıkarmıştır. Hülasa demokrasili yıllarda her seferinde eli tabancasında adamlar tarafından yapılan anayasalarımız, milletin anayasal(!) ölçüler içerisinde bir şekilde iktidardan uzak tutulması belgesi haline gelmiştir.

Oysa Anaysalar devletin yetkilerini, halkı korur şekilde düzenleyen belgelerdir; bizim anayasalarımız ise milletin kararlarına ve isteklerine hudutlar çizen ve devleti millete karşı koruyan anti-anayasa ruhlu metinler oldu.

Bir devrin sembolü olan Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in ‘Hükümet siyasi bir kurumdur oysa milli güvenlik kurulu devlettir’ sözü bizim bu anti-anayasalarımızın en iyi özetidir. Bu söz aynı zamanda ülkemiz demokrasisindeki iki başlılığın adeta resmî belgesidir. Gerçi iki başlılık yerine bir şekilde milletin yok sayıldığı veya hizaya sokulduğu bir çeşit hiyerarşik düzenden söz etmek sanki daha yerinde olacaktır. Yani bir tarafta her şeye kadir bir kurumsal devlet; öbür tarafta bu kurumsal devletin hizmetinde milletin seçtiği bir parlamento. Ve bu parlamentodan çıkan, yetkileri sınırlandırılmış, görev ve sorumluluk hudutları tayin edilmiş bir hükümet. Türkiye maalesef uzun yıllar bu ikilemi yaşamıştır. Konuşmamız tartışmamız gereken asıl sorun asıl bu iki başlılıktır…

#Demokrasi
#Yönetim
#Cumhuriyet
7 yıl önce