Washington'daki Smithsonian Enstitüsü'nde yine bir gece vaktidir. Rehberler ve akademisyenler evlerine dönmüş, galerilerin ışıkları kapanmış, okul çağındaki çocuklar çoktan yataklarına girmişlerdir.
Fakat, kurumun eski gece bekçilerinden Larry Daley'nin içini kötü bir his kemirmektedir ve kahramanımız en sonunda bu hisse gem vuramayarak, çok sevdiği eski mekânına sıradan bir ziyaretçi olarak geri döner. Döner dönmez de akıl almaz bir serüvenin orta yerine düşer. Dünyanın bu en büyük müzesinde tarihin ünlü kişilikleri ve olayları birbiri ardına yeniden “canlanmaya” başlamıştır. Duvarlardaki klasik kablolardan koridorlardaki uzay araçlarına kadar her şeyin kafasına göre hareket ettiği bu gerçeküstü ortamda, Larry aynı mekânda yaşadığı ilk serüvenden tanıdığı “cansız” arkadaşlarını onların sonunu getirebilecek bir felaketten kurtarabilmek için yeniden harekete geçer.
ABD'nin başkenti Washington'da bulunan, dünyanın en büyük, en zengin içerikli ve de en göz kamaştırıcı müze kompleksi “Smithsonian”dan söz ediyorum sizlere… Bünyesinde tam 19 ayrı müze, 9 araştırma merkezi ve bir de devâsâ hayvanat bahçesi bulunan müthiş bir bilim yuvasıdır burası... Adının “müze” değil “enstitü” olması da klasik müzecilik alışkanlıkları doğrultusunda sağdan soldan toplananları yan yana sergilemenin çok ötesine geçip, bilim ve sanat tarihi üzerine çalışmalar yapan entegre araştırma merkezlerine sahip oluşundan gelir.
İşte, Shawn Levy'nin yönettiği her iki “Müzede Bir Gece” filmini de büyük ölçüde bu enstitünün yönetimi finanse etmiş bulunuyor. Gerekçeleri ise çok açık ve net: Amerikan gençliği ve dünyanın dört bir köşesinden ABD başkentine gelen turistler, söz konusu filmlerin büyüsüne kapılıp bu tesisleri -en azından hayatlarında bir kez- ziyaret etsinler diye verildi milyonlarca dolarlık o destekler…
Türk sinemaseverleri, 1990'ların ortalarından itibaren daha ziyade televizyon dizilerinde uzmanlaşan Kanadalı yönetmen Shawn Levy'yi, Blake Edwards'ın “Müfettiş Jacques Clouseau” filmlerine taze bir yorum getirmeyi denediği 2006 yapımı “Pembe Panter” filmiyle tanıdılar. Levy, geçtiğimiz haftalarda ikincisi de gösterime girmesine karşın, klasik “Pembe Panter”lerin nostaljisinden kendilerini kurtaramayan hatırı sayılır bir kitleyi (ki bunların aralarında ben de varım) komedyen Steve Martin'in Clouseau'luğa soyunduğu bu yeni nesil uyarlamaya pek de ısındıramadı.
Ancak, yönetmenin “Pembe Panter” ile aynı yıl çektiği diğer filmi “Müzede Bir Gece” içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Çünkü, olağanüstü güzellikteki bir mekânı (Smithsonian Enstitüsü-Doğa Tarihi Müzesi) son derece sürükleyici bir öykünün başrolüne oturttuğu bu film, sevimli aktör Ben Stiller'ın da katkılarıyla o yılın yılbaşı tatilinde hem anavatanında, hem de gösterime girdiği diğer ülkelerde salonların dolup taşmasına vesile olmuştu.
Hakkında daha önce de uzunca bir yazı yazmış olduğum bu acıklı meseleye şimdi bir kez daha girerek mide kramplarımı yeniden azdırmak istemiyorum. Ancak, Smithsonian Enstitüsü yetkililerinin 2006'da ve 2009'da sergiledikleri olağanüstü vizyon, bizim de ülke olarak “müze lansmanı” konusundaki sefaletimizin âdeta bir aynası gibi… Demek ki neymiş; televizyon televizyon dolaşıp, gevrek bir sesle, sakalını sıvazlayarak onu bunu aşağılayıcı konuşmalar yapmakla olmuyormuş bu işler… Katıksız hâliyle avam tabakasında “yutma güçlüğü”ne yol açan her bilim ve sanat disiplini gibi müzelerin de kitlesel ilgiyi canlandırmak ve kendilerini dünyaya tanıtmak için -sinema ve televizyon başta olmak üzere- bütün popüler kültür taşıyıcılarına en üst düzeyde ihtiyacı varmış. Dahası, muasır medeniyetlerde de görüldüğü gibi, bu yönde bir işbirliği ayıp ya da günah değilmiş!
“Müzede Bir Gece-2”; çocuk, genç ya da erişkin, her yaş grubundan, her toplumsal sınıftan izleyiciye merak ve heyecan duygusunun başından sonuna dek hiç azalmadığı son derece eğlenceli bir görsel-işitsel deneyim sunuyor. Özel efektlerin 2006 tarihli öncü filme çok daha başarılı bir biçimde kullanıldığı bu devam öyküsünde, senaristler Robert Ben Garant ve Thomas Lennon da ilk serüvene göre daha ayrıntılı ve derinlikli bir olay örgüsüne imza atmışlar. Her ânı sürprizlerle bezeli, görsel olarak ışıl ışıl bir gösterinin sonunda da yaşınız kaç olursa olsun “İyi ki varsın sinema” diyerek çıkıyorsunuz salondan…
Bu ülkede, sinemayı bir “ulusal propaganda aracı” olarak kullanma noktasında böylesine iç karartıcı bir vizyonsuzluk, devlet otoritesinde “Saat dört buçuk olsa da daireyi kapatıp bir an önce eve gitsek” mantalitesi hâkim oldukça, benim yazılarım da aylık sinema dergilerindeki genç meslektaşların ağdalı içerik analizleri yerine “politik köşe yazıları”na benzeyip duracak gibi görünüyor. Nasıl benzemesin ki? Elalemin oğlu, bizimkilerin müze kapılarına asma kilidi vurup gittikleri saatlerde bütün dünyayı tavaf eden propaganda filmleri çektirip, adını da “Müzede Bir Gece” koyuyor. Yani, oralarda, gündüzler yetmiyormuş gibi, bir de müzelerin geceleri pazarlanıyor!