Efsanelerle gerçeklerin iyice harman olduğu bir çağda geçen öykümüzde, Kuzey Avrupa'da Grendel isimli bir iblis Danimarka Krallığı'na musallat olur. Krallığın merkezini yakıp yıkan zalim Grendel'i yok etmek için gemisiyle kuzeye gelen Beowulf adlı cesur bir savaşçı sonunda iblisi öldürür öldürmesine; ancak canavarın acımasız ve baştan çıkartıcı annesinin lanetini de üzerine çeker. Ülkenin yaşlı kralı bu büyük laneti farkedip intihar eder. Onun ardından kral koltuğuna geçip ülke topraklarını adım adım genişleten Beowulf ise gençliğinde ihtirasına yenik düşüp yarım bıraktığı bu hesaplaşmanın lanetini yıllar sonra yeniden karşısında bulacaktır.
8'inci yüzyıldan kalma bir Kuzey Avrupa kahramanlık destanının beyazperdeye ikinci uyarlaması olan "Beowulf: Ölümsüz Savaşçı", ünlü oyuncuların dekorsuz stüdyolarda model olarak oynatılıp sanal bir dünyanın yarı etten kemikten-yarı çizim karakterleri haline getirildikleri "gerçekçi animasyon teknolojisi"nin muhteşem bir örneği. Bu filmi Kanyon Alışveriş Merkezi'ndeki üç boyutlu özel gösteriminde izledim. Şunu söylemeliyim ki, sinemanın mucidi Lumiere Kardeşler "gara yaklaşan tren" filmiyle izleyicilerini yüz küsur yıl önce nasıl etkilemişse, ben de benzer bir deneyimi "Beowulf"un gösteriminde yaşadım. Karşı taraftan atılan okların üzerinize üzerinize gelmesi, kafanızı ister istemez sağa sola kaçırmanıza neden oluyor. Kameranın ağaçların arasından geriye doğru süzülmesi, sağınız ve solunuzdan gelip geçerek perdeye ulaşan görüntülerin oluşturduğu derinlik algısı tarif edilecek gibi değil.
"Geleceğe Dönüş" serisi, "Roger Rabbit", "Forrest Gump", "Mesaj", "Cast Away" ve "Kutup Ekspresi" gibi, her biri gösterime girdiği zamanlarda, içerdiği yüksek teknoloji gösterileriyle kendi alanında öncü konumuna erişmiş yapıtların başarılı yönetmeni Robert Zemeckis, bu son meydan okumasıyla âdeta bir kez daha "beyazperdedeki bütün teknolojik devrimler ilk olarak benim filmlerimden geçer" mesajını veriyor.
"Beowulf", tarihçesi 1200 yıl öncesine dek uzanan ve İngiliz yazılı edebiyatının da başlatıcısı sayılan toplam 3 bin dizelik bir şiir. Genel havası itibarıyla bizim Dede Korkut destanlarından, Ergenekon'dan, Boğaç Han gibi kahramanlık öykülerimizden pek de farklı bir yanı yok. Farkımız şu ki bizler -bırakın Dede Korkut'u- daha henüz doğru düzgün bir Çanakkale filmi bile yapamamışken, elin Anglo-Saksonları tarih sandığını en dibine kadar karıştırıp ellerindeki her türlü malzemeyi en yüksek bütçelerle sinemaya uyarlamış durumdalar…
Belki "sinema sanatı" açısından değilse bile, "sinema teknolojisinin vardığı en son nokta ve bu sanatın yakın gelecekte alacağı yeni biçim"e ilişkin olarak bizlere sunduğu verilerle, bu hafta sonunun en ilgiye değer filmi. Mümkünse üç boyutlu versiyonunu izlemeye çalışın.