|
Bir acıdır ki, sormayın…
İletişimin alfabesidir, diyebiliriz. “Haklı olmak haklı algılanmaya yetmez.” Biraz daha karmaşık söylemek gerekirse, “Hakikat ile gerçeklik, ulviyet dışında hiçbir zaman üst üste gelmez.”

O halde ne yapmak lazım?

Gerçekliği hakikate yaklaştırmak için hedef kitledeki algı bozukluğunu, iletişim terminolojisinde 'gürültü' olarak ifade edilen 'dezenformasyon', 'kara propaganda' etkilerini ortadan kaldırmak, en azından azaltmak gerekir.

Peki, bu nasıl yapılır?

Hani bazılarının kara propaganda ve dezenformasyon yerine yanlışlıkla kullandıkları 'algı operasyonu', doğru terminolojisi ile 'Algılama Yönetimi' yöntem, strateji ve taktiklerini uygulayarak…

Bu çalışma kurumlar ve şirketler düzeyinde reklam, halkla ilişkiler, dijital iletişim ve pazarlama karmasının tüm unsurlarının devreye sokulmasıyla, şirketin en üst düzeydeki sorumlusu tarafından, Kurumsal İletişim Direktörü vasıtasıyla yönetilir.

Peki, bu çalışma devletler düzeyinde nasıl yönetilir?

Algılama Yönetimi'nin devlet düzeyindeki mütekabiliyeti Kamu Diplomasisi'dir. Önemine binaen de doğrudan Başbakan'a bağlıdır. Diplomasi, devletler arasındaki ilişki yönetimini ele alırken, Kamu Diplomasisi, devletlerden diğer ülke ve devletlerin halklarına yönelik Algılama Yönetimi eylemlerinin tümünü planlar, uygular ve yönetir.

Türkiye'de Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ne yazık ki bir hayli geç kurulmuştur. 2010 yılında kuruculuğunu şu anki Cumhurbaşkanlığı sözcüsü ve Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Doç. Dr. İbrahim Kalın yapmıştır. Sayın Kalın, kuruluşla birlikte çok sayıda sorunla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bütçesinin ve teşkilatlanma ilkelerinin tespitinin bir hayli zaman aldığı Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü aslında çok kısa zamanda önemli girişimlerin hayata geçirilmesini sağlamıştır.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından (o zamanlar tabii ki Başbakan'dı) bildiğimiz kadarıyla, neredeyse 3-4 yıl kadar önce,

Ermeni Diasporası ve destekçilerinin 2015'i nasıl kullanacakları, dünyayı etkilemek için ne tür iletişim faaliyetlerine kalkışacakları öngörülmüş; Türkiye'nin kendisini gerektiği gibi ifade edebilmesi ve yukarıda da belirttiğimiz hakikatle gerçeklik arasındaki mesafenin kapatılması için gerekli tüm iletişim faaliyetlerine hız verilmesi yolunda ilgili kişi ve kuruluşlara tüm talimatlar verilmişti.

Bizim de o yıllarda belirttiğimiz gibi, sadece 1915 değil, tüm 20. Yüzyılı bir tür Hüzün Yüzyılı olarak konumlamak ve olayları o çerçevede ele almak yerinde olacaktı. Öyle bir hüzün ki, sadece bölgede yaşayan Ermenileri değil, yerlerinden yurtlarından edilmiş, sürülmüş, öldürülmüş pek çok Müslüman, Hıristiyan ve Musevi'nin dramını da içine almıştı.

Türkiye kendisini ifade etmek için aynen Algılama Yönetimi kavramını dünyaya armağan etmiş olan ABD gibi tüm popüler kültür, tarih, sanat, edebiyat ve sosyal araştırma olanaklarını devreye sokacak, dünyaya yapacağı iletişim çıkartmasıyla kendi tezlerini yaygın bir şekilde anlatma şansını elde edecek, böylece her yönden gelecek melanet fırtınasına karşı ısı kalkanlarını oluşturmayı başaracaktı.

Bunlar 3-4 sene önce konuşulan konulardı. Eğer o zaman konuşulanlar ve Sayın Erdoğan'ın talimatları ve stratejileri harfiyen uygulanmış olsaydı, inanıyoruz ki bugün ne Papa böyle Papa'lık eder, ne de Avrupa Parlamentosu haddini bu kadar aşabilirdi.

17 Nisan'da yani dün Los Angeles'ta Galası düzenlenen '1915 The Movie' adlı filmin haberini okuyunca içim cız etti. Fatih Akın'ın Ermenilerin bile çok abartılı bulduğu 'The Cut' (Kesik) filminden öte bir garip duyguya kapıldım. Şu günlerde oralarda bizim filmlerin galaları yapılıyor olabilirdi.

Isı kalkanı doğru dürüst çalışsaydı; ne Economist her sayısında Türkiye'ye cepheden saldırabilir, ne Der Spiegel Sayın Erdoğan'ı bu kadar hedef alabilir, ne WSJ Türkiye için felaket senaryoları yazabilir, ne de Türkiye ile ilgili 4 sayfa ek veren Financial Times, “Ankara artık güvenilir görünmüyor.” diye başlık atabilir ve gazetenin Uluslararası İlişkiler Editörü David Gardner şu görüşlere yer verebilirdi:

“Türkiye dört yıl önce Orta Doğu'da istikrarın temel taşı olarak görülüyordu. Kökleri siyasi İslam'a dayanan pragmatik bir hükümetin yönetiminde NATO ittifakının sadık bir üyesiydi, Avrupa Birliği üyeliğine de adaydı. Dönemin Başbakanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Batı'da, dış güçlerin şekillendirme çabalarına karşı koyan bölgenin en güvenilir ismiydi... Şimdi tüm bunlar çok uzun bir zaman önceymiş gibi görünüyor...”

”Dönemin Dışişleri Bakanı olan Başbakan Ahmet Davutoğlu, 'komşularla sıfır sorun' politikasıyla o dönem yere göre sığdırılamıyordu. Şimdi ise Türkiye'nin neredeyse sorun yaşamadığı komşusu yok diyebiliriz; İsrail, Mısır, Suriye ve Irak ile daha düşük ölçekte Suudi Arabistan ve İran.”

“Türkiye'yi geçmişte takdir edenlerin çoğu şimdi büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor ve bu ülkeye kuşkuyla bakıyor.”

Bütün bunlar bir yana biz galiba kendi gerçekliğimizi kendi hakikatimizi kendi milletimize doğru dürüst anlatamamışız. Andy-Ar konuyla ilgili yepyeni bir araştırma yapmış: Buna göre ”18 Mart 1915'te ne olmuştur?” sorusuna halkın %43,6'sı ”Bilmiyorum, aklıma gelmiyor” diye cevap vermiş.

Diğer sonuçlar ise şöyle:

%39,9'u Çanakkale Savaşı, %3,8'i Kurtuluş Savaşı, %3,5'u Ermeni olayları, %2,6'sı Birinci Dünya Savaşı, %1,6'sı Birinci Dünya Savaşı, %5,7'si Diğer.

Gelin de içiniz acımasın.
#Ahmet Davutoğlu
#Orta Doğu
#nato
9 yıl önce
Bir acıdır ki, sormayın…
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…