|
Sen de anlarsın ama bir şartla
1960'lı yıllardayız. Fransa'da son derece prestijli bir üniversitenin bahçesinde. Üniversitenin ünlü arkeoloji hocalarından biri, genç bir Türk talebeye 'biliyorsun ben hem ateistim hem de sosyalist. Yine de Cezayir bağımsızlık savaşında mücahitlere karşı savaşan Fransız ordusunda komutan olarak görev yaptım' diyerek anlatmaya başlıyor. Sonra biraz duraksıyor. 'Sen de Türk'sün, mücahit ne demek biliyorsun değil mi?' diye soruyor. Hikayenin nereye gideceğini merak eden genç talebe, mücahit kavramını çok iyi bildiği halde 'bilmiyorum' cevabını veriyor. Arkeolog, anlatmaya devam ediyor. 'Mücahit demek, Allah ve din yolunda vatanı için çarpışan adam demek. Biz Cezayir'de mücahitlere karşı savaştık. Gözü pek, yılmaz savaşçılardı. Onca teknolojik üstünlüğümüze rağmen bize olağanüstü bir mukavemet gösterdiler. Sonunda da bildiğin gibi bağımsızlıklarını elde ettiler. Gerçi sizin hükümetiniz, Müslüman bir ülke olmanıza rağmen Cezayir'in bağımsızlığı oylamasında çekimser kaldı değil mi?'

Genç talebenin onayını alan hoca, kaldığı yerden devam ediyor: 'Bir gün, civardaki mücahitlerin pek çoğunu yakaladık. Onları rahatça infaz edebileceğimiz bir yer bakındık. En kolayının infazı bir camide yapmak olduğunu düşündük. Esirleri camiye dizecek, karşılarına geçip makineli tüfekleri çalıştıracaktık. Sayılarından tam emin değilim. 50 kadar olabilir. İte kaka camiye doldurduk hepsini.'


Konuşmanın burasında hoca uzunca bir müddet susuyor. Sonra aradığı doğru kelimeleri bulmanın verdiği güvenle tekrar başlıyor anlatmaya: 'İki üç sıra dizdik esirleri. Bizler de hazırlıklarımızı yapmaya başladık. Belki biliyorsunuzdur. Fransız ordusunun infaz prosedürü biraz uzuncadır. Bu arada bir şey oldu. İlk sıradaki genç bir mücahit, anlamadığım bir şey söyleyip onu tekrar etmeye başladı. Bugün bile, o gencin söyleyip tekrar ettiği şey kulaklarımdadır. 'Ya Latif' diyordu. Usul usul, sesini çok yükseltmeden 'ya Latif.' Ardından camideki diğer esirler de delikanlıya eşlik etmeye başladılar. Caminin her yanını 'ya Latif' doldurmaya başladı. Müdahale etmek, engel olmak istedim; ancak bunun bir çeşit son istek olduğunu anladığımdan müdahale etmedim.'

Burada da uzun bir sessizlik oluyor. Hoca, sıkıntıyla sağa sola bakıyor. Belki ellerini konuştuğu genç Türk'ün omuzlarına koyuyor ve devam ediyor: 'Sonra ne oldu biliyor musun genç dostum? Camide ya Latif sesi had safhaya ulaştı. Esirler aynı anda ve tek bir ağızdan 'ya Latif' diyorlardı. Sonra başlarını indirip kaldırmaya başladılar. Ardından el ele tutuşup bedenleriyle de eğilip kalkmaya başladılar. Ardından olağanüstü bir şey daha oldu. Cami de o eğilip kalkan bedenlerle birlikte sallanmaya, eğilip kalkmaya başladı. Ben ilk anda deprem oluyor zannettim. Camideki sallanma dayanılmaz bir boyuta ulaştığında askerlerime 'dışarı çıkın' emri verdim. Büyük bir panikle camiden dışarı attık kendimizi. Biz, ardımıza bakmadan oradan kaçarken o ses arkamızdan bizi uzun süre takip etti: Ya Latif.'

Hoca, soluklandıktan ve sanki o sesi yeniden duyuyormuş gibi kulağını havaya diktikten sonra mütebessim yüzüyle kendisini dinleyen gence anlatmaya devam ediyor hikayeyi: 'Sonradan kontrol ettim. O gün değil bizim olduğumuz bölgede, Cezayir'in, hatta bütün Afrika'nın hiçbir yerinde en küçük bir deprem meydana gelmemişti. Anlamıyorum sevgili dostum. Anlamıyorum. Nasıl oldu o iş, hala anlamıyorum.'

Bu noktada, konuşmanın başından beri neredeyse ağzını açmadan hocayı dinleyen Türk talebe, hocaya şunları söylüyor: 'İstersen sana bunun niçin olduğunu anlatabilirim. İstersen sen de anlarsın ama bir şartla...'

Hoca, uzun süredir gizemini çözemediği bir olayın sırrına vakıf olacak olmanın heyecanıyla 'şartın nedir?' diye soruyor. Türk talebe cevaplıyor: 'Müslüman olacaksın. Müslüman olunca Allah'a teslim olmanın zevkine varacaksın. Allah'a teslim olmanın zevkine varınca 'yalnız Sana kulluk eder, yalnız Sen'den yardım dileriz' demenin ne denli önemli bir şey olduğunu anlayacaksın. Ve anlayacaksın, o esir mücahitlerin 'ya Latif' diyerek kimi yardıma çağırdığını...

Hadi kendimize sadece şunu sorarak bitirelim. Bugün biz, Fransızlar bizi köşeye sıkıştırdığında 'ya Latif' diyen insanlar olarak mı yaşıyoruz? Dahası, biz 'ya Latif' dediğimizde Cezayir'in bir camisinde deprem oluyor mu?

İki hususu merak etmişsinizdir. Birincisi, o prestijli Fransız üniversitesinin bahçesindeki Türk talebe, hocaların hocası İhsan Süreyya Sırma. Ben, ondan dinlediğim bu güzel anıyı kendimce tahkiye ettim. İkincisi ise, hayır, o arkeolog Müslüman olmuyor. 'Anlamamayı' seçiyor.

Çamlıbel Night Club

'Çamlıbel Night Club tabelasını göreceksin ağabey, oradan 200 metre ilerle sağda Trojaner Çay Bahçesi var, kahvaltısı çok iyidir' diye tarif ediyor delikanlı. 'Yahu niçin Çamlıbel Night Club isimli bir yeri geçip Trojaner isimli bir çay bahçesinde kahvaltı yapmaya gideyim ki?' diye sormuyorum delikanlıya. Çünkü o, 'buralarda güzel kahvaltı edeceğimiz bir yer var mı' soruma cevap veriyor altı üstü.

Çamlıbel dediğin yerde aziz kardeşim, bir kendin pişir kendin ye tesisi olur, mümkündür. Ekseriyetle kamyoncu esnafının durduğu, yemekleri çok lezzetli ve ucuz bir yol üzeri dinlenme tesisi olur, mümkündür. Küçük ahşap ya da taş bir yayla oteli olur, mümkündür. Night club nedir yahu?

Dikkat ederseniz, 'Trojaner' işine hiç girmiyorum bile. Tesis sahibi abimizin Truva'nın Almancasına bakıp seçtiği bu isimle neyi amaçladığına falan kafa yoracak halim de yok.

Sadece şu: 'İsim, nesnenin bizatihi kendisini, dolayısıyla kaderini belirler' denilmiştir. Bu cümleden hareketle denilebilir ki ya ismin kadarsındır ya isminin hakkını verdiğin kadar.

O güzel abileri kim üzdü?

Yazlık yerlerde görürdük bazılarını. Arabasını sahilin yakınına çeker, bagajı açar, dikine çizgili kısa kollu gömleğini yahut yakalı tişörtünü itinayla çıkarır, ayakkabılarını bagaja koyar, beline doladığı havlu yardımıyla şortunu giyer, büyük bir ciddiyetle tek başına denize girer, bir 15-20 dakika aralıksız yüzüp denizden çıkar, duşunu alıp aynı ciddiyetle giyinip arabasının torpidosundan aldığı sodayı çakar, yoluna devam ederdi. Kim üzdü o abiyi?


Yan yana dükkanların dizili olduğu sokaklarda görürdük bazılarını. Elinde börek paketiyle sokağın tüm esnaflarına 'hayırlı işler' diler, böreği paylaşmayı teklif eder, ya akşamki maçtan ya ülkenin durumundan bir kaç kelam eder, ağır ağır dükkanına ilerlerdi. Kepengi besmeleyle açar, köşedeki diafona basıp 'hayırlı işler Mahmut abi, bi duble çay bana' derdi. Kim üzdü o abiyi?

İkindiden akşama dönülen vakitlerde görürdük bazılarını. Daireden çıkar, iki otobüs değiştirip mahalleye döner, bilmem kaçıncı kez pençe yaptırdığı pırıl pırıl boyalı kösele ayakkabıları ve artık desenini sizin bile ezberlediğiniz lacivertli kırmızılı kravatıyla sokakta gördüğü herkese hal hatır ederek ilerlerdi. Omuzlarının çöküklüğüne bakıp meseleyi anlardınız. Sabahtan hanımın tembih ettiği iki ekmek bir yoğurdu mahallenin bakkalından 'çiziver hesaba' diyerek alır, usul usul evine, kaderine yürürdü. Kim üzdü o abiyi?

O güzel abileri üzen şeyin adı 'hayat.' Artık ne yapıyor olursak olalım fena halde birbirimize benziyoruz. Birimizin 'ağır abi', birimizin 'esnaf', birimizin 'memur' olduğunu bir bakışta anlayabileceğimiz hiçbir özelliğimiz, hiçbir benzemezliğimiz kalmadı.

Öyle bir aynılaşma ve benzeşme hali ki bu, mesela 'bunlar da dijital çağın hippileri' diye servis edilen bir haberde 'bu gençler çok farklı' denilen gençlerin hiçbirini bir diğerinden ayıramıyorsunuz. Sanki artık insan değiliz de, ne giyeceği, ne yiyeceği, nasıl davranacağı, hangi tepkileri vereceği Çin'de büyücek bir fabrikada programlanan simülasyonlarız.

Sistemi eleştirmeye buradan başlamayı teklif edeceğim etmesine de; sistemin ürettiği 'sistem eleştiren simülasyon' rafına yerleştirilmekten çok korkuyorum.
#Mücahit
#cezayir
#Çamlıbel Night Club ​
9 yıl önce
Sen de anlarsın ama bir şartla
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…