Malum 1980 Anayasası darbe anayasası. 1961 Anayasası da bir darbe anayasasıydı. Yine hepimiz biliyoruz ki, 60 darbesi de 80 darbesi de birer NATO darbesiydi. Yani 1961 Anayasası bir NATO darbesi anayasasıydı; 1980 Anayasası da bir NATO anayasası. Mevcut düzen NATO'nun kurduğu bir vesayetçi sistem. O yüzden
: Biz ve bizim seçtiklerimiz mi, başkaları ve başkalarının başımıza getirdikleri mi?
Yılbaşındaki Ortaköy saldırısından birkaç gün sonra ve Obama'nın görev süresinin bitimine iki hafta kala, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği resmi Twitter hesabında ne paylaştığını hatırlıyorsunuzdur: TürkAmerikanDostluğu ve #tbt (ne günlerdi ama) etiketiyle 1980'de THKP-C tarafından öldürülen 71 darbesinin başbakanı Nihat Erim'in Beyaz Saray'da Richard Nixon'la çekilen bir fotoğrafı... ABD için Türk-Amerikan dostluğu suikastlar ve darbeler demekti; terör örgütlerinin kol gezdiği günlerde güzeldi. O günler geçti gitti.
Kampanyalara start verildiğinde gördük, en büyük 'Hayır' kampanyasını Avrupa yürüttü. Gazeteler İngilizce, Almanya ve Türkçe 'Hayır' mesajlarıyla doldu taştı. İsveç parlamentosu önünde terör örgütlerinin yaptıkları mitinglerde taşınan posterlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şakağına silah dayandı. 'Hayır'cılara kapılar sonuna kadar açılırken Bakanlarımız kendi toprağımız sayılan Başkonsolosluklarımıza sokulmadı. Bu zorbalıklara direnen Türk vatandaşlarının üzerine atlarla, köpeklerle yürüdüler.
PKK 'Hayır' diyor, FETÖ 'Hayır' diyor, sözde müttefikimizmiş gibi davranıp aslında sadece zincirlerimizi elinde tutan Batı 'Hayır' diyorken, “Beka sorunu yaşarken sistem değişikliğinin sırası mı?” demek, meseleyi ıskalamaktan başka bir şey değildi. Zira karşımızdaki sorunlar, zaten bize kağıt üzerinde çizilen sınırların 'fiili olarak' ötesine geçtiğimiz için, geri çekilelim, içe dönelim, haddimizi bilelim, 16 Nisan'lara yeltenmeyelim diye önümüze çıkarılan iç ve dış kaynaklı engeller.
Bu yüzden haftalarca sadece anayasayı ve sistem değişikliğini değil,
konuştuk. Türkiye'nin potansiyeli, sorumlulukları, karşı karşıya olduğu fırsat ve tehditler ortadaydı, ama öte yandan ellerini kollarını bürokratik vesayetle bağlayan, derin ve paralel devlet yapılanmalarıyla, krizlere gebe olan ve 10 yılda bir darbelere kapı açan bir sistemin içinde ancak cesur ve korkusuz bir lider çıkıp fiili durum oluşturduğunda adım atabiliyorduk.
Daha ötesi, devletlerin geçirdiği büyük değişimler tarih boyunca hep zor zamanlarda yaşanagelmişti. Değişebilenler gücünü korumayı, artırmayı ve sonuçta büyüyüp güçlenmeyi başarmış; değişemeyenlerse zayıflamış, küçülmüş ya da yıkılmıştı. Amerikan İç Savaşı'ndan Sovyetlerin çöküşüne, Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından Vestfalya Barış Anlaşması'yla ulus devletlerin doğuşuna, krallıkların çöküp monarşilerin, demokrasi, cumhuriyet ve federasyonların yükselişine, Osmanlı'nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna tarihteki tüm büyük değişimler, böylesi kaotik zamanlarda gerçekleşmişti. “Hele şu problemleri çözelim, sonra nasıl yönetileceğimize bakarız,” diyen mecburi değişimi ve dönüşümü ertelemiş, sonunda kaybeden, çöken, yıkılan olmuştu.
Tüm bunlara rağmen
demekte beis görmediler. Oysa
ve
başta olmak üzere çok sayıda liderin Türkiye'nin önündeki engelleri aşmak için gerekli gördüğü bir değişiklikti bu ve yıllarca tartışılmıştı. Dahası, tam 10 yıl önce başladığımız ve adım adım bugüne yaklaşmakta olduğumuz uzun süreli bir değişim süreciydi. 2007'de yaşanan
ve
, yani yargı vesayetinin devleti kilitleyerek Cumhurbaşkanını seçtirmeme çabaları ile ana akım medyada bir darbenin ayak sesleri imiş gibi karşılanan malum bildiri bu sürecin ilk domino taşlarıydı. O dönemde Başbakan olan Erdoğan'ın bazı bakanlarla Başbakanlık konutunda kaleme aldığı karşı bildiri, sivil bir tokattı. Orduya esas görevini hatırlatıyor ve bundan sonra siyasetin,
gibi kanlı bir kalkışma yaşansa bile, darbecilerin önünde eğilmeyeceğini açıkça gösteriyordu. Türkiye o 2007 yılının sonunda referanduma gitmiş ve bundan sonra Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesine %68'le 'Evet' demişti.
Mevcut anayasadan güya 'Hayır' cephesi de rahatsızdı. Ama alternatif bir değişikliği kimse önermedi. Belki kuru kuruya iftiralar, yalanlar ve terör örgütleriyle yan yana duran bir kampanya yürütmek yerine biraz çalışmayı ve terlemeyi deneselerdi, bugün sandıkta iki farklı değişimden birine karar veriyor olabilirdik. Oysa CHP,
demekten ötesine gidemedi. Yardıma Şili'de diktatör Pinochet'e karşı kampanya yürütmüş olan Francisco Garcia Ferrada'yı çağırdılar. Adamcağız, onları dinledi dinledi, sonunda
dedi ve daha en başında çekti gitti.
Biz de şimdi sandığa gidiyoruz. Büyük değişim için 'Evet' mi? “Güçlü bir Türkiye için 'Güçlü bir Evet' mi? Yoksa, olan biten her şey ortada, dönen dolaplar çevrilen oyunlar ortada, kimin 'Evet' kimin 'Hayır' dediği ortada, mevcut düzenin sorunlarını da herkes kabul ediyor ama 'Hayır, biz böyle iyiyiz, üstü kalsın' mı?