|
Masa üssünden
DOSTLAR SOFRASI

Şii bir aileden gelen ve bu nedenle daha çok “Alevi” lakabıyla tanınan Nâsır-ı Hüsrev (1004 - 1072/77), Hurûfî / İsmâilî / Bâtınî anlayışa (banilerine göre daha rakîk bir dille) din içinde felsefi karakter kazandıran alimlerden biridir.

On bin beyiti aşkın bir Divan’ı da bulunan ve Tefsir’den seyahatnameye, ilahiyat’tan felsefeye, kozmolojiden tasavvufa bir çok alanda eserler veren Nâsır-ı Hüsrev’in “Hânü’l-İhvân”ı, “Dostlar Sofrası” adıyla Mehmet Kanar tarafından dilimize kazandırıldı.

Nâsır-ı Hüsrev, “Dostlar Sofrası”nda (birçok müellif tarafından Hadis olduğu ileri sürülen) ““Nefsini bilen, Rabbini bilir” mealindeki sözün adeta uzun soluklu bir şerhini yapmış gibidir.

Alemin ve insanın nasıl yaratıldığının, insanın diğer canlılardan neden üstün olduğunun düşünülmesini talep ederek eserine başlayan Nâsır-ı Hüsrev, ilk altı ‘saf’ta ana hatlarıyla kendi mantığını kurmuş ve bunu izleyen doksan dört ‘saf’ta ise İlah, alem, insan ilişkilerini ve Tevhit, akıl, tabiat, nefs, ezel-ebed, peygamber, iyilik-kötülük, günah-tövbe kavramlarını çok yönlü olarak işlemiş.

“Dostlar Sofrası”nı, kaydî anlamda, Cüneyd-i Bağdadî (822 - 911) ile başlayıp Muhyiddin ibn Arabi (1165-1240) ile tamamlanan “Şer’i şerif”e uygun Tasavvuf anlayışının içinden okuduğumuzda, onun olası çelişkilerine rağmen, terminolojimizi genişleterek zihnimizi daha da açabilecek nitelikte bir eser olduğunu görebiliriz. (Şule Yayınları, İst., 2015)

YAŞAYAN HİKAYEMİZ

İddialı bir söyleyiş de olsa her öykünün başlı başına bir dünya kurduğunu ileri sürebiliriz; zamanı bir an’lar silsilesiyle yaşayan ve birkaç an’a birkaç hayat tablosunu birden sığdırabilen bir anlatı geleneğinden geliyor oluşumuz da söz konusu iddianın haklılık katına yükseltilmesine yeterli gelebilir. Bunun edebi anlamdaki karşılığı ise öykülerin zaman, mekan, tema, kişiler, dil-üslup ve kurgu açılardan çözümlenmeye ve dolayısıyla hayat ve edebi zevk incelemesine uygunluğudur.

Bunu demekle elbette zor bir işten, uğraştan söz ediyorum ki, edebiyat dünyamızda bunun taliplisi de bir elin parmak sayısını geçmemiştir ve geçmiyor.

Necati Tonga kendi editörlüğünde Ayhan Bulut, Funda Bulut, İsmail Alper Kumsar, Harun Ceylan, Yunus Emre Özsaray, Tuğba Özen, İbrahim Özen, Orhan Güdek, Sibel Yılmaz, Lale Qasımova, Abdullah Harmancı, Cihan Aktaş, Sabahattin Gültekin ve Can Şen’i bir araya getirerek bu zor işe talip olmuş; sonuç olarak aralarında Mustafa Kutlu, Hüseyin Su, Cemal Şakar, Ali Ayçil, Köksal Alver, Abdullah Harmancı, Ayfer Tunç ve Mehmet Önal’ın da bulundukları 24 öykücünün birer öyküsünün ve çözümlemelerininin yer aldığı “Yaşayan Hikayemiz – Günümüz Türk Hikayesi Üzerine İncelemeler” adlı güzel bir çalışma ortaya çıkmış.

Editörlük usulüyle gerçekleştirilen bu tarz edebi çalışmaların genel problemi, farklı bakış açılarıyla ve dolayısıyla farklı teknik ve üsluplarla yapılmış olmasından kaynaklanan eksen kaymasıdır ki, bu “Yaşayan Hikayemiz” için de aynıyla geçerli olmuş. Bunun verisi ise çalışmaya ilişkin toplu değerlendirmede ya da eleştiride bulunmanın zorluğudur.

Öte yandan çözümleme yapma teşebbüs ve çabasının bu yolla artması, “Yaşayan Hikayemiz”de olduğu gibi ayrı ayrı gün yüzüne çıkan çözümlemelerin sahiplerini, şimdi yaptıkları ve bilahare yapacakları çalışmalarla kendi eserlerine eriştirme müjdesi olarak da görülebilmelidir.

O halde, “Yaşayan Hikayemiz”e, mevcut içeriği ve mezkur potansiyel durumuyla kütüphanemizde yer açmalıyız. (Kesit Yayınları, İst., 2014)

YAZ DEDİLER ÂNI

“Necdet Subaşı” adı zikredildiğinde aklımıza gelen ilk şey onun din ve modernleşme merkezli sosyolojik çalışmalarıyla maruf bir akademisyen oluşudur. Buna ilaveten daha yakından tanıyanları da onu son birkaç yıldır Diyanet’in gerçekleştirdiği kültürel çalışmalardaki önemli katkısı ve gayretiyle bilirler.

Şimdi de Necdet Subaşı’nın “Yaz Dediler Ânı” adlı kitabı çıkageldi.

Gerçi zaten kalemiyle yaşayanların an’larını anılaştırmaları yabancısı olduğumuz bir durum değil; hele çocukluk gibi edebi bir madene sahip olduğunu bilen bir kalem erbabı için hatıralarını yazmak da adeta “hayat hazzını” paylaşarak çoğaltmak gibidir.

Konunun Necdet Subaşı’yla ilgili yanı, bunca akademik bir müktesebattan ve yine bu sayede ortada derman olunacak onca dert, aydınlatılması zorunlu olan onca kafa varken onun anı yazmaya oturmakla kalmayıp, bir de bunları kitaplaştırmış olmasıdır.

O halde bu, kelimelerle uğraşmanın bir aşk oluşundan ve Yunusça “Ya ben öleyim mi söylemeyince” deme zorunluluğundan kaçınamamakla ilgili olsa gerektir.

Elbette birileri bunu, Necdet Subaşı’nın hayat yorgunları kervanına katılması olarak da görebilir ama ben böyle göremem. Onun koca cüssesine rağmen karınca gibi çalışan biri oluşuna an-be-an tanığım çünkü.

“Yaz Dediler Ânı”, elimizi uzattığımızda tutabileceğimiz bir gerçeklikler toplamı olarak işte orada duruyor. O ne kadar edebidir ya da değildir, bunu tartışmaya hiç gerek yok. “Hayat hazzı” dedim ya, işte önemli olan bu!

“Yaz Dediler Ânı” yaşamanın ve okumanın hazzını iyi bilen doğru muhataplarını bekliyor. (Otto Yayınları, Ank., 2015)

twitter.com/OmerLekesiz
#Divan
#Mehmet Kanar
#Dostlar Sofrası
9 yıl önce
Masa üssünden
Sizi de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir
Hafta ve genel tatil çakışması
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!