|
Bekliyorum

Bir Avrupa seyahatinde, yürüdüğümüz yol boyunca sıralanan evlerin bahçe duvarlarının hepsinin aynı yükseklikte ve ortalama bir insan beli hizasında olduğunu görünce, bize mihmandarlık eden arkadaşa bunun sebebini sormuş ve aldığım cevapla çok mahzun olmuştum:



“Bahçe duvarının gölgesinin komşunun bahçesine düşmeyecek yükseklikte olması gerektiğine dair belediye kanunu var”



Aldığım bu cevapla birlikte kalbime ve aklıma nelerin, niçin ve nasıl bir hüzünle hücum ettiğini anlatmam mümkün değil.



Çünkü 'kemâlât teferruattan doğar' cümlesini künhüne vâkıf olamasam da, kuru bir ezberin ötesine geçip ciğerimi sızlatacak kadar biliyordum. Bu ifadenin, bir insanın manevi seyrinden başlayarak, bir medeniyetin varoluş kodlarına varıncaya kadar işgal ettiği mühim yeri seziyordum.



En küçük meseleler için bile söyleyecek sözünüzün olması asıl ve büyük meselelerinizi hallettiğiniz manasına geliyordu. Kemalatın teferruattan doğuşunun ferde isabet eden tarafını kendi olamayışımdan, medeniyete denk düşen kısmını ise varisi olduğum İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunda saklanan zarafetten biliyordum. Nasıl kahrolmayaydım ki?



Zimem defterleri uçuşuyordu gözümün önünde, sadaka taşları devriliyordu üstüme üstüme, kuş evleri sıralanıyordu attığım adımlar boyunca, pencere önü saksılarındaki çiçeklerin renklerinin her birinin bir başka manaya gelişinden, kapılardaki tokmakların çıkardıkları farklı sesin ev sahibine misafiri kimin karşılaması gerektiğini haber verişine kadar binlerce teferruat asırlar sonra bir araya gelmek için bu anı, karşısına duvar gibi dikilmek için beni seçmişlerdi sanki.



Hücum bir kez başladı mı bitmek bilmiyordu. Arkadaş anlatmaya devam ediyordu, benim orada olmadığımdan habersiz. “Beş çeşit ağaç var efendim, araştırmışlar, buradaki topraklarda bin yıldır onlar yetişiyormuş, toprağın doğal dokusu bozulmasın diye başka tür bir ağacın dikilmesine de müsaade etmiyor buranın belediyesi”.



Tabiata en az müdahaleyi mimari anlayışına mihenk alan ecdadın İstanbul'u, kentsel dönüşümlü torunların ucube bir gökdeleni olup devriliyordu üstüme, arkadaşın kurduğu her bir cümleyle beraber. O habire anlatıyor, ben, kemâlât, teferruat diye mırıldanıyordum içime.


Hastanelere yakın camilerde hastalara moral olsun diye sabah ezanlarını erken okutan şefkat, ellerimden tutuvermese düşer kalırdım oracıkta. Soğuk kış günlerinde abdest alanlara sıcak su dökme vakfı, sıcak yaz günlerinde yolculara soğuk gül şerbeti dağıtma vakfıyla elele tutuşmuşlar yanımda yürüyorlardı sanki. Hizmetçilerin çalıştıkları evlerde yanlışlıkla kırdıkları bir eşyanın zararını tazmin için kurulan vakfın nereden doğmuş olabileceklerini onlarla konuşuyorduk, tanımadığımız insanlar selam verip nazikçe gülümseyerek yanımızdan geçerken.



İçeride mahsur kalan adamların her türlü talana müsait tarlalarındaki mahsulü, ederinden fazla para ödeyerek satın aldıkları için tek ok atılmadan fethedilen bir kale, belde şenlendirmenin fetihle, fethin gönül almakla olduğunu fısıldayan Gül Baba'nın dizleri dibinde tahsiline devam ediyordu yanı başımda.



Emanet diyordum kendi kendime, liyakat diyordum, nimet diyordum. Nerede yitirdik, nasıl ele geçer diyordum. Öyle ya, her nimet bir emanetti ve kıymeti bilindikçe, layık olundukça senin olurdu. Artarak senin olmaya devam ederdi. Mal mülk bir emanetti insana, yeryüzüne revnak verici medeniyet olma hususiyeti bir emanetti taşıyıcısına.

Kadrini bilmediğin için heba ettiğin hazine ne ise, liyakatini kaybettiğin için avuçlarından kayıp giden altı asırlık muazzam tasavvur da oydu. “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” diyordu Allah.

Müfessirler bunun yalnızca dünyada kazanılanın ahiretteki karşılığına tekabül ettiğinde mutabık mıydı bilmem ama Müslümana değil, insana ifadesinde ihtilafları olmadığı kesindi. İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardı. İki doğu da, iki batı da onundu üstelik. Kim çalışırsa, kim layık olursa medeniyeti o insan ve o cemiyet omuzluyordu. Sen kendi sendeleyişini ister Kanuni ile başlat, ister Tanzimat'la ne fark ederdi ki? Batı'nın sıçrayışının Rönesans neresine denk düşerdi, reform nesi olurdu, ne ehemmiyeti vardı buradan bakınca.



Bir Avrupa şehrinde yürüyordum, arkadaş bir şeyler anlatıyordu; emanet, liyakat ve nimet yalnızca birer kelime değildi artık. Kafamın içinde bitmek bilmeyen bir senfoninin sazendeleriydiler. Nimet onlarındı ama yitik benimdi, belki de bunun için tutarlılık kelimesi solist değil hanende olarak katılıyordu aramıza. Tutarlılık... Bir toplumu, büyük bir medeniyetin sahibi kılacak şeylerin ikincisi her bir ferdinin tereddütsüz kabul edeceği mutabakat teklifi ise, ikincisi mutlaka buydu: Tutarlılık. Yeryüzüne renk vermek bir nimetti, bu yorumu ortaya koyuşun adı olan medeniyet bir emanet, ve bu işin liyakat ölçüsü, tutarlılık.



Tutarlılığımızı ne zaman kaybettik diye düşünüyordum şimdi de. Referanslarımızdan nasıl koptuk?

Çarşımız ve camimiz, medresemiz ve mahkememiz, dinimiz ve dünyamız ne vakit çelişmeye başladı? Adaleti yitirdiğimiz gün mü liyakatimizi kaybettik, emanet avuçlarımızdan kaydığı an mı tutarsızlığımız başladı?


Televizyonlarda Avrupa'nın değerleriyle çeliştiği konuşuluyor şimdi. Kendi vatandaşı bile olsa ötekine yaptıkları muamelenin farklılığından, Doğu'ya kargaşa ve kaos sunmayı Batı'nın varlık teminatı olarak görüşlerinden, yasadışı göçmen dedikleri insanların maruz bırakıldığı durumdan ve nihayet Türkiye'deki referanduma dair umarsızca taraf oluşlarından bahsediliyor ekranlarda.



Avrupa'nın zaten bir değeri yoktu diyenler var, onları umursamıyorum. O bahçelerin duvarını gördüm ben. Hepsini bizden almışlardı diyenlere gülüyorum, onların değerleri üzerinden onları eleştirmek tuzaktır lafını çiğ buluyorum, Endülüslü bir çiçeğin kokusunda Antik Yunan'dan bir rayiha saklanabildiğinden haberdarım çünkü.



Söylenenleri boş veriyorum, yorumları geçiyorum bir kalemde çünkü aklımda, içinden medeniyet liyakat ve emanet geçen cümleler var. Batı'nın tutarsızlığı mutlu ediyor beni, altı asrın kırışıklığıyla mahzun yüzüme Tuna kıyılarında unuttuğum bir tebessüm gelip yerleşiyor. Emanetin layık olamayanların elinden çekip alındığını biliyorum çünkü. Birilerinin nimetlerinden mahrum olma bahanesinin bir başkalarının kalplerine yeryüzüne yeni bir nefes üfleyecek maya olduğunu biliyorum.



Kalbimi yokluyorum, nimete liyakatini ispat edecek kıvamı tekrar bulsun diye 'insana ancak çalıştığının karşılığı vardır' unutma, diyorum.



Omuzlarımı yokluyorum, emaneti yeniden taşıyacak kuvveti bulsun diye 'i'lâ-yı kelimetullah nizâm-ı âlem' ağırlığınca bir dert yüklüyorum.



Doğu tutarsızlığına ağlıyor, Batı çelişkileriyle gülüyor, ben doğunun ve batının Rabbine itimat ile, avuçlarımın içine aldığım dedelerimin ellerini göğe açmış, öyle mütevekkil, bekliyorum.


#Avrupa
#Anayasa referandumu
7 yıl önce
Bekliyorum
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü