Ümmet soyut bir bağdan ibaret değildir

Filistin soykırımı, bizi büyük bir zulmün tanığı kılmakla birlikte İslâm ile hiç tanışmamış insanların, İslâm’ın güzelliklerini görmelerine de şahit kıldı. Öyleyse hakikat, peşinen verilen bir şey değil, kalbin uyanması, sonra bir kez daha uyanması, sonra yine uyanmasıdır. Çünkü insan çoğunluk gaflet içindedir, zaman zaman uyanır ve yeniden hakikati idrak eder.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Hatice Ebrar Akbulut / Yazar

Zor zamanlarda insanlar daha çok dayanışır, daha çok kenetlenir, birbirinin elinden daha çok tutar, ötekine dönük anlayışı daha çok artar, kavga, gürültü ve tartışmalar anlamını yitirir zannederdim. Ancak zaman gösterdi ki zor zamanlarda da sevinçli anlarda da suyu bulandıran bir taş, insanın dengesini bozan bir söz, umulmadık beklenmedik bir şey olurmuş. İnsanın bu hâli tecrübe etmesi belki de yaşlanmak denilen hayat gerçeğiyle tanışmasıdır. Ruhumuz, dikkatimiz, bakışımız, olayları ve durumları analiz edişimiz en çok da zor zamanlarda teyakkuzda olmalı ve ihtiyatı elden bırakmamalıdır.

TEBESSÜM MASKESİYLE ALDATANLAR

İnsan, sureti haktanmış, masummuş gibi görünen pek çok şeye, zararlı fikirlere zor zamanlarda bir kurtarıcı gibi tutunur. Bir süre geçtikten sonra iyi niyetinden vurulduğunu, merhamet ve şefkat duygularının rehin alındığını fark eder. Eder etmesine ama çoğu kez uyanmak için geç kalmış olur. İnsanı hayata küstüren ve başkasının acısını duymaktan uzaklaştıran, iyi niyetinin istismar edildiğini görmesidir. Şu hâlde ne merhametini sakınan suçludur ne de acı çeken. Bütün suç, insanların iyilik duygularını istismar eden ve mazlumlar üzerinden dahi kendine malzeme çıkaranlarındır.

İyi insanları öyle hayal kırıklığına uğrattılar, öyle kırdılar ki artık gönlü güzeller kendini kötü hissediyor, nerede hata yaptım diye kendi eylem ve niyetlerini sorguluyor. Kötülüğün en zalim türü iyilik kisvesine bürünen, insanları tebessüm maskesiyle aldatandır. Kötülüğün bu türü, iyileri hayattan soğutur. Bazı insanlar sadece kötüdür. Onlara ulaşamazsınız. Vicdanlarını harekete geçiremezsiniz. Ne incelikli bir dil ne iyilik ve gönül hoşluğu hatta ne de onun anladığı bir dilden konuşmak kâr etmez. Bazıları sâfî kötüdür, tedavileri bizim elimizde değildir. Onların ıslahı ancak kendi gayretleriyle kendi ellerinden ve niyetlerini terbiye etmeleriyle mümkündür.

TAM BİR TESLİMİYETLE DÖNMELİYİZ KIBLEYE

“Hayırda yarışın” cümlesini, çoğu zaman birbirimize salık veririz. Özellikle de bir kötülüğe karşı gelemediğimizde en iyi tavsiye olarak bu cümleye, daha doğrusu bu âyete sığınırız. Hayırda yarışmak, Bakara suresinde ‘Kıble’ bahsinde söylenir. Âyetin devamıysa daha sarsıcıdır. “Her nerede olursanız olun, Allah sizi toplar, sizi bir araya getirir.” İnananların bir araya getirilmesi için önce inananların sağlam bir iradeyle ve tam bir teslimiyet içinde aynı kıbleye yönelmeleri ve birbirlerinin hukukuna, davasına, hayatına sahip çıkmaları gerekir. Allah’ın inayetinden şüphe olunmaz ama inayet için önce inanan insanın tam bir teslimiyetle kıblesine yönelmesi şarttır.

Elmalılı Hamdi Yazır’ın hayırda yarışmak bahsine getirdiği yorum çok sarsıcı ve anlamlıdır. Kıble meselesinin bir millet/ ümmet için hayatî olduğunu söyler. Vücutta ruh ile beden nasıl kaynaşıyorsa işte ümmet de öyle kaynaşmalı, birbirine öyle dua etmelidir. Görünürde bir birlik bağı ve dayanışma yoksa yani ümmetin birliği, maddî bir görünüm arz etmiyorsa orada esas bir birlikten ve ruhaniyetten söz edilemez. Elmalılı, yeryüzünün çeşitli yerlerine yayılmış Müslümanların hâline bakarak bir sosyal ruhtan, ruhî bir birlikten söz edilemiyorsa, görünürde böyle bir bağ yoksa, kolektif dayanışma yakalanmamışsa ümmetten de söz edilemeyeceğini açıkça beyan eder. Ümmetin teşekkülü için, ümmetten söz edebilmemiz için bütün inananlar arasında sosyal bir ruh, kolektif bir bağ meydana gelmeli ve bu bağ da hem gözle görülmeli hem kalple hissedilmelidir. Somut bir dayanışma ve birlik yoksa hayırda yarış ve kardeşlik de yoktur. İlk İslâm toplumunda ensar ile muhacirlerden bazılarını kardeş ilân etmek için yapılan muâhât yani kardeşlik sözleşmesi sosyal dayanışmayı artırmak, güçlü olanın güçsüzü gözetmesini sağlamak, toplumsal eşitsizlikleri gidermek, muhacirin ensara, ensarın da muhacire öğretici yanlarını olduğunu göstererek eğitici bir bakış açısı geliştirmek, yurt ve yuvalarından olan muhacirlerin mahzunluğunu gidererek psikolojik destek sağlamak için yapılmıştır. İslâm’da kardeşlik dil ile söylenilip geçilen değil, reelde de uygulanan, somut adımlara dökülen bir pratiktir.

ÜMMET OLAMAYANLAR HAYIRDA YARIŞAMAZLAR

Ümmet olmak, birbirinin velisi ve hamisi olmaktır. İşte kıble, ümmetin birliğine kefil olacak yegâne şeydir. İlk kıblemiz Kudüs ümmet olmamızın, birleşmemizin bir çağrısı olarak çok çetin bir sınavdan geçmektedir. Ümmet olamamış Müslümanlar, hayırda yarışamazlar. Zira onların hayırları bile parçalanmışlıklarla, anlaşmazlıklarla yüklüdür. Fakat birbirine et ve tırnak gibi kenetlenmiş bir inananlar topluluğu varsa ve bu inananların arasında onulmaz mesafeler, kilometreler bile olsa aralarında güçlü bir sosyal birlik olur. Ümmet olmak, inananların köklerine ve aidiyetlerine bağlılığı anlamına gelir.

Müslüman olarak dünyaya gelmekle Müslüman olmanın, ümmet bilincini kavramanın hakikati başka şeylerdir. Müslümanlar, peşinen kendilerini ümmet saydılar. Hakikatin peşinen kendilerinde olduğuna inandılar. Araştırmadan, sorgulamadan, kendini yetiştirmeden, birey ve toplum olmanın hakkını vermeden, İslâm’ın inceliklerini görmeden hakikati peşinen kendi ellerinde zannettiler. Dünyada büyük bir uyanışa vesile olan Filistin soykırımı, bizi büyük bir zulmün tanığı kılmakla birlikte İslâm ile hiç tanışmamış insanların, İslâm’ın güzelliklerini görmelerine de şahit kıldı. Öyleyse hakikat, peşinen verilen bir şey değil, kalbin uyanması, sonra bir kez daha uyanması, sonra yine uyanmasıdır. Çünkü insan çoğunluk gaflet içindedir, zaman zaman uyanır ve yeniden hakikati idrak eder.

“KUDÜS’Ü BİR KOL SAATİ GİBİ TAŞIYORUM”

Yıllardır Kudüs’e defalarca gidenlerimiz oldu. Fakat marifetin Kudüs’ün ruhunu aktarmak olduğunu 7 Ekim’den sonra bir kez daha kavradık. Şayet Kudüs’e giden her öğretmen, oralarda gördüklerini bir seferlik değil, mutat olarak öğrencilerine anlatsaydı, Kudüs’e giden bir yazar/şair, Kudüs’ün anlamını izhar eden yazılar/şiirler yazsaydı, o yazılar ve şiirlerde gizlenen mânâlar okullarda öğrencilere anlatılsaydı, Filistin’in neredeyse yüzyıla dayanacak olan ağrısı, mücadelesi, sancısı 7 Ekim’e gelinceye kadar çoktan bilinmiş, duyulmuş olsaydı, kim bilir ne çok şey değişmiş olacaktı. Şunu kabul edelim, bir şeyin ruhunu taşıyıp onu hayat tarzı hâline getirmeyi değil, şekilciliği seven bir toplumuz. Bizim için manevi değeri yüksek şeyleri, bazı özel günlere, bazı imgelere, bazı tarihlere sığdırıyoruz. Mânâ atfettiğimiz güzelliklerin, hayatımızın doğal akışı içinde yer alması için çabalamıyoruz.

Nuri Pakdil’in “Ben Kudüs’ü bir kol saati gibi taşıyorum” deyişini aşırı sloganik ve boş bulanlar, bugün soykırım karşında sağlam bir slogan dahi üretememiştir. Nuri Pakdil’in Kudüs’ü bir kol saati gibi taşımakla söylediği şudur: Kudüs’te değilim, orada yaşamıyorum ama Kudüs benim içimde, hayatımın ve bütün zamanlarımın tam merkezinde, onu kendimden ve yaşantımdan ayrı görmüyorum. Böylesine bir bilinç düzeyine çıkmak ne soykırıma tanık olmakla ilgilidir ne de vahşet görüntülerini izlemekle ilgilidir. Bizatihi Kudüs’ün kendisini tanımak, nerede duracağını ve nasıl bir tavır alacağını tayin edebilmekle yani kendi özüne ve kimliğine dönmekle ilgilidir.

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Karmaşa döneminde bir müzakere platformu: Antalya Diplomasi Forumu

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Azerbaycan Türkiye ilişkilerinde yeni dönemin hedefleri