|

Yaşam tarzına müdahale mi dediniz?

Toplumsal bir uzlaşma metni hazırlanırken toplumun ekseriyetinin günlük hayatını, inanç ve ahlak değerlerini, kültür ve geleneğini, ruhi ve psikolojik yapısını oluşturan İslami tecrübenin dışarıda bırakılması ve bundan sarf-ı nazar edilmesi bir uzlaşma sağlayamayacağı gibi, bir yüzyıldır varolan hayat tarzı üzerindeki çatışmaların ve kavgaların devam etmesinden başka bir sonuç doğurmaz.

Aziz Savaş - YAZAR
00:00 - 23/11/2013 Cumartesi
Güncelleme: 23:10 - 22/11/2013 Cuma
Yeni Şafak
Yaşam tarzına müdahale mi dediniz?
Yaşam tarzına müdahale mi dediniz?

Bugünlerde ''öğrenci evleri'' ve ''yaşam tarzına müdahale'' gündemleri etrafında yapılan hararetli tartışmaların bir ucunda siyaset etrafında cereyan eden çekişmelerin etkisi olsa da, diğer ucunda da, neredeyse bir asrı bulan bir zaman diliminde, etnik, dini, kültürel ve tarihsel bütün toplumsal çeşitlilikleri, millete rağmen tek tip bir ideoloji etrafında şekillendirmek isteyen ve bunu devletin militarist imkânlarıyla dikte eden devlet fetişizminin giderek ortadan kalkmasıyla görünür olmaya başlayan sindirilmiş toplumsal kesimlerin normalleşme sürecinin olduğunu okumak gerekir.

Dahası resmi ideolojinin şekillendirdiği yaşam tarzı içerisinde yer bulan belli kesimler devlet gücünü arkalarına almalarının sağladığı psikolojik üstünlüğün rahatlığıyla, toplumun dikey ve yatay hayatı içerisinde alabildiğince serpilmeleri ve bugünlere gelindiğinde ise, ''diğerlerinin'' bu alanlara girmeleriyle kendileri açısından bir ''alan daralması'' yaşıyorlar. Bunu bir anlamda da, ''İmtiyaz Yoksunluğu Sendromu'' olarak da tanımlayabiliriz.

ORTAÇAĞ DÜŞÜNCESİNDE TANRI

Batı dünyası, kendi tarihsel, sosyolojik ve kültürel şartları içerisinde, Orta Çağ Kilisesinin kendine özgü Tanrı merkezli iktidarına karşı asırlar süren fikri ve sınıfsal mücadelesi sonucunda adına ''aydınlanma '' denilen bir tecrübeye sahip oldu. Bu felsefenin temel niteliği sekülerizm idi. Bu kelimeyi ilk defa kullanan George Jacop Holyoake, sekülerliği inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanması diye tarif etmiştir ( Vikipedi, sekülerizm).

Fakat gerek Ortaçağ düşüncesinin Tanrı-insan-bilgi/değer ilişkisine ait denklemi olsun, gerekse de aydınlanma felsefesinin Tanrı ve kutsalın yerine ''insanı'' oturtan denklemi olsun, tamamen kendi tarihsel, sosyolojik ve kültürel şartlarından kaynaklanan tecrübeler olup, evrensel bir nitelik taşımadığı gibi, aynı dönemlerde dünyanın başka bölgelerinde farklı tecrübelerin yaşandığı medeniyet havzalarının varlığı da bir gerçekti. Ayrıca gerek dün ve gerekse de bugün, bu felsefe içerisinde tanımlanan birçok kavram ve anlayışın yeni olmadığı ve insanlığın başlangıcına kadar uzanan bir tarih içerisinde başka disiplinler ve tecrübeler içerisinde de tanımlandığı ve hatta yaşandığı da başka bir gerçekti. Etienne Gilson''un dediği gibi, ''Eskilerin bilinmemesi, yeni şeyler düşünüldüğü kuruntusunu kolaylaştırır''.

Kaldı ki bugünün çağdaş modern Batı medeniyetini var eden bu tecrübe/felsefe, Batılı bireyin hayatında dualist bir paradoksal ruh halini de var etmiştir. O da şudur:

Aydınlanma düşüncesinin mimarları olan egzistansiyalist, materyalist ve ateist düşünür ve filozofların bütün çabalarına rağmen, bir kısım azınlığın dışında, Batı insanı Tanrıdan ve kiliseden vazgeçmedi. Hatta sömürdükleri toplumlara bunu bir kurtuluş ışığı olarak götürdüler. Onların yaptıkları, Tanrıyı evlerinden ve gündelik hayatlarından kovmak ve Tanrı''nın, işlerine müdahil olmasına izin vermemekti. Tarihsel tecrübelerine bakıldığında bunda haklıydılar da. Çünkü kendini Tanrı ile özdeşleştiren ve Tanrı''nın ruhunun cisimleşmiş hali olarak gören ruhbanlar sınıfı, Tanrı adına Tanrı''nın yeryüzündeki iktidarını kurmuşlardı. Ağızlarından çıkan her söz Tanrı''nın buyruğu, mutlak, kesin ve tartışılmaz bir hakikatti. Bunun karşısındaki her yeni fikir ve düşünce, zinhar Batıl ve şeytana ait olup, şiddetle cezalandırılırdı. Ruhbanlar sınıfının bu Tanrı iktidarları, bin yıl boyunca insanlara hayatı zehir etti. Bu şartlar altında, insan onurunu ve özgürlüğünü temel alan her düşünce değerli, anlamlı ve ahlaklıydı.

MÜSLÜMAN DÜNYANIN TECRÜBESİ

Bir defa Müslüman Dünya Batı insanının yaşadığı bu tarihsel tecrübelerin ve içerisinden geçtiği bu sosyal şartların hiç birini yaşamadı. Son iki yüz yıl öncesinde parçalanıncaya kadar büyük bir medeniyet var etti ve başarılı bir tecrübe ortaya koydu. Bunda, başta bu dinin kurucusu olan Peygamber (as) olmak üzere, ilk kurucuların işi sıkı tutmaları ve referansları kayıt altına almalarının büyük payı olmuştur. Yine bizzat Peygamber (as) tarafından inşa edilen ve normatif değerlerin içerisinde hayat bulduğu model toplumun varlığı, önemli bir rol model olmuştur. Doğudan Batıya, kuzeyden güneye geniş bir coğrafyada, birçok etnik, dini, kültürel unsuru bünyesine alan bu yeni tecrübe, 12 asırlık bir tarih aralığında kültürden sanata, hukuktan siyasete, ekonomiden eğitime, çevrecilikten mimariye, aile ve birey hayatından toplumsal hayata kadar insan hayatının bütün alanlarında kendine özgü bir değerler sistemi, geniş bir müktesebat ve beşeri tecrübe ortaya koymuştur. Hala bu tecrübenin yaşandığı coğrafyalar, kültürel ve tarihi mirasları, norm ve değerlerin şekillendirdiği örf, adet ve gelenekleri ile doludur.

Yine bugün bin beş yüz yıllık bir tarihe sahip olan ve din, etnik yapı ve kültür temelinde insanlığın neredeyse bütün unsurlarını bünyesinde bulunduran bu inanç temelli İslami tecrübe, Hristiyan tecrübesinde olduğu gibi herhangi fikri ya da sınıfsal bir muhalefet ile karşılaşmamış olması, toplumun ve aydınların karşısında bayrak açtıkları, yüzyıl savaşları gibi milyonlarca insanın ölmesiyle bedel ödeyerek hayatlarından kovdukları ve adına aydınlanma felsefesi dedikleri tamamen seküler ve insan merkezli yeni bir tecrübenin var edilmesi gibi bir muhalefet ve isyan dalgasıyla karşılaşmamış olması bir anlam ifade etmiyor mu?

Hal bu iken, bugün Batının ekonomik ve teknolojik üstünlüğünün sağladığı dayatma gücüyle, tamamen kendi sosyal, kültürel ve tarihsel şartlarının ürünü olan bir tecrübeyi diğer bütün tarihsel tecrübelerden sarf-ı nazar ederek, insanlığın ulaştığı nihai hakikatmiş gibi bir önyargıya kapılmak ve bütün insanlık sorunlarının çözümünde ve düzenlenmesinde bir temel olarak kabul etmek kabul edilebilir bir durum olmasa gerek.

ÖĞRENCİ EVLERİ

Bunları söylerken, Batı tecrübesini ve müktesebatını küçümsediğim veya önemsemediğim gibi bir anlamı çıkartılmamalı. Batı tecrübesinden yararlanabileceği gibi, diğer bütün tecrübelerden de yararlanılabilir. Ama toplumsal bir uzlaşma metni hazırlanırken toplumun ekseriyetinin günlük hayatını, inanç ve ahlak değerlerini, kültür ve geleneğini, ruhi ve psikolojik yapısını oluşturan İslami tecrübenin dışarıda bırakılması ve bundan sarf-ı nazar edilmesi bir uzlaşma sağlayamayacağı gibi, bir yüzyıldır varolan hayat tarzı üzerindeki çatışmaların ve kavgaların devam etmesinden başka bir sonuç doğurmaz.

Dolayısıyla, bugün gelinen noktada, bütün toplumsal kesimlerin katılımıyla, toplumun ve devletin yeniden inşa edilmek istendiği bu süreçte, bütün kesimlerin düşünce ve taleplerini öz güven içerisinde, inandığı ve düşündüğü gibi sarih ve açık bir şekilde kendini ifade etmesi, hem sağlıklı bir tartışma zeminin oluşması açısından hem de çözüm yolunda sağlıklı adımların atılması açısından çok önemlidir. Bu açıdan, ''öğrenci evleri'' tartışması konusunda, İslami camianın kanaat önderlerinden biri olan Hayrettin Karaman''ın kaleme aldığı yazılarındaki fikirlerinin büyük tepkiyle karşılanması doğru olmamıştır.

Ayrıca bugün Meclis çatısı altında faaliyetleri süren yeni bir Anayasanın hazırlanması sürecinin tıkanmış olmasını bir şans olarak görüyorum. Çünkü toplumun daha yeni konuşmaya başladığı ve taleplerini de daha yeni yeni tartışmaya başladığı bir süreçten geçiyoruz. Toplumun bütün kesimleri tartışmadan ve dinlenmeden, masa başında bürokratların kaleme aldığı metinler üzerinden bir toplumsal uzlaşma metni oluşturmak eksik ve sorunları çözemeyecek bir metin olacaktır.

10 yıl önce