Osmanlı padişahları denilince genellikle gözümüzün önüne gürleyen ve savaş meydanlarında kılıcını çekip cengaverlik yapan siyasi-askeri liderler gelir.Oysa gayet tabiidir ki,onların da her insan gibi duygusal-estetik bir hayatları var. Osmanlı'nın son dönemine damgasını vuran Sultan II. Abdülhamid de bu padişahlardan biri. Sultan Abdülhamid'in hiç bilmediğiniz 28 özelliğini Derin Tarih Dergisi derledi. İşte Sultan Abdülhamit'in hiç bilmediğiniz 28 özelliği...
Sultan Abdülhamid'in hiç bilmediğiniz özel dünyası
1/ 28
Bandoyu ihya etti: Sarayda bir bando vardı; burası normal. Ama bu bandonun kızlardan oluştuğunu biliyor muydunuz? Önce III. Selim, sonra da Abdülmecid döneminden itibaren harem dairesinde kurulan bu bando, Donizetti biraderlerin küçüğü tarafından yönetiliyor ve harem mensubu hanımlardan oluşuyordu. Ancak Sultan Abdülaziz zamanında gözden düştü. Abdülhamid tahta geçince Mabeyn-i Hümayun Muzikası kumandanı Süleyman Paşa’ya kızlar bandosunun ihyasını buyurdu. Onca hadise içinde ancak ufak bir orkestra ile kuvvetli bir incesaz takımı oluşturulmuştu. Ne yazık ki, bunun da ömrü uzun olmayacak, kızlar bandosu Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihatçılar eliyle dağıtılacaktı.
2/ 28
Cesur yürek: François Georgeon’a göre tam bir sömürgecilik ve emperyalizm döneminde iktidara gelen Abdülhamid Düvel-i Muazzama’nın Osmanlı’ya karşı saldırgan tutumuyla karşı karşıya kalmıştı. Eric J. Hobsbawm’ın “imparatorluklar çağı” dediği, Avrupa emperyalizminin dünyanın hemen her yerine yayıldığı, büyük devletler arasında gerilim ve rekabetin tırmandığı, milliyetler sorununun ağırlaştığı, ekonomik kalkınma ve toplumsal sorunların şiddetlendiği bir dönemde hüküm sürmüştü. İçeride ise gayrimüslim cemaatler ve yeni muhalefet hareketleri, özellikle de Jön Türkler otoritesine sınırlar getirmişti. Anlayacağınız dişlerinden ölüm damlayan kurtların ortasında zekası silahı, feraseti zırhı olmuş, cesaretinden ördüğü görünmez bir çelik ağı kalkan yapıp emsalsiz bir mücadele vermişti
3/ 28
Dedektif romanları, soluklanma durağı: Sultan polisiye romanları pek sever, özel olarak çevirttiği dahi olurdu. Bu romanları kendisine yatak odasında sevgili sütkardeşi Esvapçıbaşı İsmet Bey’in okuduğunu biliyoruz. Kimi araştırmacılara bakılırsa Abdülhamid vesveseli olduğu için polisiye romanlardaki entrikaları öğrenip kendisini muhtemel tehlikelerden uzaklaştırmayı ve düşmanlarını alt etmeyi amaçlamaktadır. Ancak Erol Üyepazarcı’ya göre bunlar isabetli yorumlar değil; çünkü Sultan’ın okuduğunu tespit ettiğimiz polisiye romanlarda entrikaya sık rastlanmaz. Belli ki müthiş bir zihnî faaliyet içinde olan padişah için bir ‘kaçış zevki’dir bunlar. En sevdiği polisiye roman yazarı ise Sherlock Holmes’ü kaleme alan Arthur Conan Doyle’dur. Doyle anılarında eşiyle İstanbul’a geldiğinde Sultan’ın kendisine Mecidiye, eşine de Şefkat nişanı verdiğini belirtir.
4/ 28
Fotoğraf tutkunu: Yaklaşık 35 bin karelik fotoğraf albümünü duymayan var mı Abdülhamid’in? Bu albüm şahsi merakı belgelemenin ötesinde Türk fotoğrafçılığına muazzam bir katkıdır. Zengin koleksiyonundan seçilmiş albümleri ciltleterek ABD, İngiltere ve Almanya devlet başkanlarına hediye göndermiş. O çevik zekasının çarkları bu kez, fotoğrafları ülkesini tanıtma amaçlı bir diplomatik propaganda vasıtası olarak kullanmak üzere dönmüştür anlayacağınız.
5/ 28
Çiçek ve çilek demeyin ona: 1936 yılında Aydabir dergisinin muhabirlerinden birinin yolu Göksu deresi kıyısındaki çömlekçiye düşer. Muhabir dedik ya, sormadan edemez: “Kimlerdi en kodaman müşterilerin?” “Sultan Hamid” demesin mi çömlekçi! Merakı kıvrandırır muhabiri ve sırrını birer birer alır çömlekçinin ağzından: “Ben Sultan Hamid’e yılda otuz bin saksı verirdim. Otuz bin saksı! Yumruk kadarlarından tut da fıçı kadarlarına kadar. Onun gibi çiçek meraklısını görmedim. Saksıların boylarını boslarını kendisi tayin ederdi. Sultanların yakalarına takılacak çiçeklerden tut da sofrasına konacak turfanda çiçeklere kadar hepsi bu saksılarda yetiştirilirdi. Sultan Hamid hele çileğe bayılırdı. Limonluklarda yetiştirilen çilekler için hususi saksılar yapardık.” Sultan’ın daha şehzadeliğinde Maslak Köşkü’nde yaşarken Avrupa’dan çiçekler ve gül fidanları getirterek bilimsel yöntemlerle modern bir bahçe yaptırdığını biliyoruz. Padişahlığında görkemli serasında seçkin ağaçlar, nadir çiçek ve bitkiler yetiştirir; dinlenmek için ilk durağı bu asude sera olurdu.
6/ 28
Emniyet, emniyet, emniyet: Abdülhamid Yıldız Sarayı’nda kendine bağlı askerlerden bir muhafız bölüğü meydana getirmişti. Vahdettin Engin’e göre sarayda en önemli unsurlarını Söğüt, Bilecik ve Eskişehir havalisine yerleşmiş eski Türk kabilelerinden, mertlik, cesaret ve dürüstlükleriyle tanınmış Karakeçili aşireti mensuplarının oluşturduğu Söğüt Birliği adı verilen bir alay bulunuyordu. Sultan’a göre bu birliğe alınacak muhafızların Ertuğrul Gazi ile Söğüt’e gelmiş ailelere mensup, çok iyi at binen, beş vakit namazlarını kılan, iyi ahlaklı, mazbut, yakışıklı ve boylu boslu olmaları gerekiyordu. Ayrıca hizmetleri sürekli olacak ve memleketleriyle ilişkileri kesileceği için gönüllü olmalıydılar. Seçilenler padişaha sadık kalacaklarına ve son nefeslerine kadar itaat edeceklerine Ertuğrul Gazi’nin türbesinde yemin ederlerdi. Sultan bu birliğe çok güvenir, “öz hemşerilerim” diye hitap ederdi. Bu yüzden her gece kapısının önünde bir haremağası ve Karakeçili aşiretinden bir muhafız beklerdi.
7/ 28
“Görünmeden var olma” prensibi: Mahrem bir hayat yaşamıştı. Mutad olarak iştirak ettiği ihtişamlı Cuma selamlıkları dışında kendisini Yıldız Sarayı’na kapatmıştı. Gençlik yıllarının Tanzimat dönemi sıkıntılarını derinden hissederek geçmesi, tahta çıkarken yaşanan süreç, amcası Abdülaziz’in vahşice katledilmesi, kendisine düzenlenen suikastlar ve darbe planları bunda etkili olmuştu. Kişiliğini de sakınmıştı adeta; düşüncelerini sadece yakın çevresine açmış, bu da dışarıyla ilişkilerini “görünmeden var olma” prensibiyle sınırlı tutmasına yol açmıştı. Bu ifadenin Selim Deringil’in kıymetli çalışması Well Protected Domains’den mülhem olduğunu belirtelim. Böyle olunca hem kendi topraklarında, hem de Batı’da karakteriyle ilgili pek çok spekülasyon yapıldı. Kendisini gizleyen Sultan, görünmezliğinin bedelini kendisine atfedilen, hakikaten çok farklı bir “hastalıklı ve ürkütücü Sultan” portresiyle ödeyecektir.
8/ 28
İnsan kaynakları uzmanı: 21 Temmuz 1905’te Yıldız Hamidiye Camii avlusunda Er- aşamasında kendilerinden istifade ettiğini belirtelim. meni tedhişçilerinin düzenlediği suikast girişiminden Sultan sağ kurtulmuş; ancak cami civarında kan gövdeyi götürmüştü. Necip Fazıl’ın anlattıklarına göre parmaklıklar üstünde kopuk insan ve at uzuvları, baltayla doğranmış gibi paramparça cesetler yüzünden manzara korkunçtu. Bu feci panik ortasında Abdülhamid ne mi yapmıştı? Vakar ve sükunetini korumuş, yetkilileri yatıştırmış, sakin adımlarla saltanat arabasına yürümüş ve patlamadan ürkmüş atlarının dizginlerini eline alarak Yıldız Sarayı’nın yolunu tutmuştu. Soruşturma sonrasında suikastın elebaşlarından Belçikalı sosyalist Charles Edward Jorris’in de aralarında bulunduğu 11 kişi idama mahkum edildi. Ne var ki Jorris de diğerleri gibi Abdülhamid’in insafına mazhar olup affedilecekti. Yetmedi, Abdülhamid’in sadık bendelerinden biri olarak hizmetine alındı ve cebine 500 altın harcırah konup Avrupa’ya gönderildi. Belki de dünya tarihinde ilk defa bir lider suikastçısını cezalandırmak yerine işe alıyordu. Tuhaf ama günümüz insan kaynakları uygulamaları açısından bakıldığında bir o kadar rasyonel ve pragmatik bir önlem değil mi?
9/ 28
Hayvanlar yalnızlığını alıyordu: Yıldız Sarayı’nın bahçesinde pek çok cins hayvan ve nadide kuşlardan oluşan bir hayvanat bahçesi vardı Sultan’ın. Süleyman Kâani İrtem’e göre en güzel cinslerden birçok kedisi, değişik kuşları, marifetli papağanları vardı. Hediye olarak gönderilmiş bir kanarya “Hamidiye Marşı”nı söylerdi. Gözü gibi baktığı bu hayvanlar 1909’daki Yıldız yağmasında ne yazık ki sokaklara bırakılarak telef olmuştu. Sokak köpeklerine yem olan ceylanları gözünüzün önüne getirin. Ve bunlara şahit olan Sultan’ın kederini…
10/ 28
Islah ve proje adamı: Abdülhamid’in siyasi dehasının zaman zaman perdelediği bir yönü de tam anlamıyla proje adamı oluşudur. Haliç’e ve Boğaziçi’ne köprü yaptırmayı tasarlamış, projeler hazırlatmıştı. Fernidan Arnoden adlı Fransız mimarın bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası’nın iki adet Boğaz köprüsü projesi ne yazık ki gerçekleştirilememiştir ama belge, çizim ve resimleri elimizdedir. Yemen demiryolu fikri projelendirilmiş, fizibilitesi çıkartılmış ve ihalesi yapılmışsa da İtalya’nın Yemen’deki Cibana limanını topa tutmasıyla iptal edilmiştir. Yerli bir girişim olan Hicaz demiryolu projesi ise hayata geçmiş, “Yoksa hasta adam diriliyor mu?” sorusu ile Batı’nın yüreğini hoplatmıştı. Abdülhamid’in entelektüel kapasiteleri muazzam olan sadrazamlarla çalıştığını, fikriyatını projelendirme aşamasında kendilerinden istifade ettiğini belirtelim.
11/ 28
Japonlarla bizi “dost” yaptı: Doğulu bir halkın inanç ve geleneklerini kaybetmeden var olabilmesi ve modernleşmeyi başarabilmesinin sembolü olarak görüyordu Japonları. Rus-Japon savaşını yakından takip etmiş, Japonların Rusya karşısında sadık bir müttefik olabileceğini öngörmüştü. Birkaç yıl içinde dostluk bağları kurulacaktı. Japon veliahdı Sultan’ı ziyarete geldi, o da kendilerini ziyafet ve hediyelerle ağırladı. İade-i ziyaret için gönderdiği Ertuğrul gemisinin dönüş yolunda elim bir faciaya kurban gitmesi iki halk arasında dostluk tohumlarının serpilmesine vesile olacaktı.
12/ 28
Kütüphaneci, hem de en moderni: Erol Üyepazarcı’ya göre Sultan’ın “mümeyyiz bir vasfı da bibliyofili (kitapseverlik) ile bibliyomani (kitap deliliği) arasındaki ince çizgide yürüyen bir kitapsever olmasıdır”. Bu durum onu döneminin en zengin kütüphanelerinden birini Yıldız Sarayı’nda kurmaya yöneltir. Muhteşem bir kütüphane oluşturduğu gibi hükümdarlığı sırasında kitap yayınını ve yabancı eserlerin tercümesini teşvik etmiştir. Batılı anlamda halka açık ilk genel kütüphane olan Kütüphane-i Umumi-yi Osmani (Beyazıt Devlet Kütüphanesi) onun döneminde açılmıştır. İlk toplu ve kümülatif kataloglama, neşriyatın, matbaa açmanın ve kitap telifinin devletçe teşviki yine onun zamanında yapılmıştır.
13/ 28
Marangozlukta rakipsiz: Derler ki, eğer padişah olmasaydı olağanüstü bir dizayn ve stilize işçiliğe sahip marangozluğu sayesinde sırf bu işten milyarlar kazanırdı Abdülhamid. Yıldız Sarayı’ndaki marangozhanesinde latif zevkinin nişanesi olacak enfes masalar, dolaplar, sehpalar, paravanlar, sandalyeler yapardı. Yoğun çalışma temposu arasında parmaklarının ahşapla buluşması, girift ruhunun sözlerini ahşaba emanet etmesini sağlayarak onu bir nebze dinlendirirdi.
14/ 28
Nişan alır parayı delerdi: Usta bir nişancıydı. Gençlik yıllarında nişan alarak tahtaya adını yazdığı, hatta havaya attığı para ve madalyaları ortasından deldiği bilinir. Silah tutkusunu baki kılmak istemiş olacak ki, Yıldız Sarayı’nda çoğu hediye olarak gelmiş olan kıymetli silahlardan bir silah müzesi kurmuştu.
15/ 28
Letafet sahibi: Sarayın dışından katı, soğuk ve mesafeli bir kişiliğe sahip izlenimi verse de aslında son derece latif, halim selim, nazik ve yumuşak huylu biriydi. Bunu biz söylersek inanmayanlar olabilir. O halde onu yakından görmüş Yahudi asıllı casus-Türkolog Vambery’ye kulak verelim: “Sultan Doğu’da rastlanan en kibar, en şefkatli, nazik ve değerbilir prenslerden biridir. Aşırı derecede mütevazı ve gösterişsiz davranışı, yumuşak sesi, uysal ve hatta yumuşak bakışı, bir elçiye güçlü bir padişah, 30 milyon insanın hakiminden çok, zavallı bir ikinci sınıf efendi intibaını verir.”
16/ 28
Opera ve ortaoyunu tutkunu: Yıldız’daki günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış tek Osmanlı saray tiyatrosunda opera ve tiyatro oyunları sergiletip seyretmeyi çok severdi. Yıldız Sarayı’nı içeriden tanıma şansı bulmuş olan Aziz Esenbel’e kulak verirsek sarayın sevimli küçük sahnesinde güzel operalar vasat bir derecede oynanmaktaydı. Orkestranın başında Sultan’ın piyano muallimi, dünyaca tanınmış Aramda Paşa bulunuyordu. Sultan’ın en sevdiği operalar La Traviata, Aida, Karmen, Faust ve Maskot’tu. Ayrıca meşhur komik Abdi’nin riyasetinde bir tulûat tiyatrosu da, Meddah Salih’in oynattığı Karagöz de mevcuttu.
17/ 28
Öksüzlerin öksüz babası: 10 yaşındayken annesi Tîrimüjgân Sultan vefat etmiş, kendisini Abdülmecid’in çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi öz evladı gibi büyütmüştü. Annesizliğini hissettirmemeye çalışsa da öksüzlüğü, hisli şehzadenin ruhunu bir tül gibi inceltmişti. Buna 17 çocuğundan 4’ünün küçük yaşta kaza ya da hastalık neticesinde vefatı eklenince latif ruhu çocuklara, bilhassa fakir, öksüz ve yetimlere karşı hudutsuz bir merhamet haresiyle çevrelenecekti. Açtığı sayısız çocuk hastanesi ve eğitim kurumuyla milyonlarca vatan evladına sefalet ve cehaletten uzak bir hayat bahşetmiş; yardım isteyen çocukları asla geri çevirmemişti.
18/ 28
Papağanı, sürgün yoldaşı: Sultan’ın pek çok cins hayvandan oluşan bir hayvanat bahçesi olduğunu söylemiştik. Bir de çok sevdiği papağanı vardı ki, Selanik’e sürgüne gönderildiğinde yanında Ankara kedisi Pamuk ile onu götürmesine izin verilmişti. Vahşet denizindeki iltimas damlası papağan ve kedinin payına düşmüştü hâsılı.
19/ 28
Shakespeare’in oyuncularına Sultan’dan nişan: Dönemin meşhur opera ve tiyatro oyunları Yıldız Sarayı’nın sevimli tiyatro salonunda Sultan’ın huzurunda sergilenirdi. İtalya’nın ünlü oyuncularından Ernesto Rossi (1827-96) de 12 Mart 1889’da İstanbul’a gelmiş, Shakespeare’in Othello ve Venedik Taciri adlı eserlerini oynamıştı. Dikkatle izlediği bu oyunlardan çok etkilenmiş olacak ki, Rossi ve arkadaşlarını nişanla taltif etmişti. En sevdiği piyeslerden birinin Alman şair Friedrich Schiller’in Haydutlar’ı olduğunu da söyleyelim.
20/ 28
Titizdi, hem de çok: Temizliğe gayet düşkünmüş Sultan, özellikle de ellerinin temizliğine. Yanında taşıdığı Atkinson marka kolonya şişesini birkaç saat içinde sürerek ve çevresine sürdürerek bitirdiği rivayet edilir.
21/ 28
Rahle ve masalarındaki ruh ikizi: Mahir bir marangoz olduğunu söylemiştik. Bir kuyumcu gibi işlediği, adeta ruhunun latif koridorlarının birer numunesini ahşaba nakşettiği rahle ve masaları meşhurdur. Yıldız Hamidiye Camii’nin padişah mahfilinin yanındaki 8 dişli büyük rahle ve sedef kaplı rahlede gözünün nuru, elinin emeği şavkır. İstanbul Müftülüğü Arşiv Sicil Odası’ndaki evrak dolabı, Beylerbeyi Sarayı’ndaki yemek masası ve üzerinde AH inisiyalleri bulunan sandalyeleri ile çalışma odasındaki dolapta yine usulcacık dokunuşları konuşur. Yıldız Sarayı Şale Köşkü’ndeki yemek masası, Vakıf Hat Eserleri Müzesi’nde bulunan gül ağacından rahle ve daha niceleri ahşap gölgeler gibi her an nefes almaya devam ediyor.
22/ 28
Şefkatli eli kimlere uzanmadı ki?: Boğaziçi Üniversitesi’nden Nadir Özbek, doktora tezinde Abdülhamid’in hayırsever yönünü ele alır. Kendisini saraya hapseden Sultan’ın halk arasında bu kadar sevilmesi, yardımsever olmasından kaynaklanıyordu. Halka hediyeler dağıtmasıyla meşhurdu. Geniş kitlelere sunduğu hediyelere atiyye-i seniyye denirdi. Toplu sünnet törenleri düzenleyip çocuklara birer çeyrek altın gönderir, mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitaplar yollar, yoksul halka kömür dağıtır, her yıl çocukluğundan itibaren biriktirdiği şahsi hazinesinden bir miktar parayı borcunu ödeyemediği için hapse düşenleri kurtarmaya tahsis ederdi. Toplu yardımların yanında muhtaç gördüğü şahıslara yardımlarının da sayısı çoktur. Üsküdar’da itfaiyeci Mehmet Efendi’nin 7-8 yaşlarındaki sakat kızına protez bacak yaptırması, Ermeni Onnik’i takma bacağa kavuşturması bunlardan birkaç damla.
23/ 28
Uykusu az, meşgalesi çok: Günde 15-16 saat çalıştığı biliniyor. Haluk Şehsuvaroğlu’ndan öğrendiğimize göre erken yatar, acil bir iş çıktığında saat kaç olursa olsun uyandırılmasını emrederdi. Başkatip Hasan Paşa, uykusunun ortasında gelen bir tezkereye bazen 1-1,5 saat vakit ayırdığını, ertesi sabah hiç aksatmadan aynı saatte vazifesi başında olduğunu aktarır. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun verdiği bilgiye göre erken kalkar, sabah namazından sonra kahvaltısını çok hafif yapar, kahvesini içer ve masasının başına geçip Başkâtibi isterdi. 11’e kadar resmî işlerle meşgul olur, 11.30’da öğle yemeğini yerdi. 15-20 dakika bir şezlongda istirahat ettikten sonra kâtip ve bakanlarını öğleden sonra kabul ederdi. İşi yoğunsa gece yarılarına kadar Mabeyn’de çalışırdı.
24/ 28
Victor Hugo’yu bizden iyi bilirdi: Zeynep Kerman Türk Edebiyatında Victor Hugo adlı bibliyografyasında Abdülhamid’in meşhur kütüphanesinde Hugo’nun iki romanının Sultan için yapılmış iki çevirisinin yazma nüshalarının bulunduğunu yazar. Bu romanlardan biri Bug-Jargal olup çevirmeni Rıza Bey’dir. Diğeri ise L’Homme qui rit’dir. Gülen Adam diye çevirebileceğimiz bu eserin hâlâ Türkçeye kazandırılmadığını söyleyelim. Sultan Hugo’nun tesirinde kalmış olacak ki, vefatı üzerine ailesine bir taziye telgrafı çekmişti.
25/ 28
Ümmetin babası: Avrupa’daki vaziyeti ustaca tahlil eden Abdülhamid, dinin her yerde kudretli bir dayanışma ve birlik gücü oluşturduğunu keşfetmişti. “Her zaman, her yerde Emirü’l Müslimin unvanı başta gelmeli” derdi. François Georgeon’a göre, Balkanlardaki toprak kayıpları neticesinde imparatorluğun merkezinde kalan Arap vilayetlerini sağlam biçimde bütünleştirmeyi murat etmişti. Bu da onu, devlet gemisinin başındaki hayırlı baba imajına doğru taşıyacaktı.
26/ 28
Zebrası Habeşistan’dan: Habeşistan Kralı II. Menelik ile Abdülhamid Habeşistan’daki Müslümanlara ve Osmanlı topraklarındaki Habeşlilere tanınan haklara duyulan karşılıklı memnuniyet hususunda mektuplaşmış ve hediyeleşmişlerdi. Menelik’in Sultan’a gönderdiği pars, devekuşu, kaplan, Misk kedisi, yılan avlar kuş, maymun gibi hayvanların yanında bir de zebra vardı. Sultan bu zebrayı pek sever, hususi olarak ilgilenirdi. Avrupa’daki vaziyeti ustaca tahlil eden Abdülhamid, dinin her yerde kudretli bir dayanışma ve birlik gücü oluşturduğunu keşfetmişti. “Her zaman, her yerde Emirü’l Müslimin unvanı başta gelmeli” derdi. François Georgeon’a göre, Balkanlardaki toprak kayıpları neticesinde imparatorluğun merkezinde kalan Arap vilayetlerini sağlam biçimde bütünleştirmeyi murat etmişti. Bu da onu, devlet gemisinin başındaki hayırlı baba imajına doğru taşıyacaktı
27/ 28
Yelkenlisini gönül sularında gezdirirdi: Amcası Abdülaziz’in padişahlığı zamanında bir ara Tarabya’da ikamet etmişti. Kızı Ayşe Osmanoğlu’ndan öğrendiğimize göre burada kotra merakına düşüp yelken kullanmaya başlamış. Şehzadenin her gün yelkenlisiyle denizde dolaştığını haber alan Sultan Abdülaziz bundan pek hoşlanmamış ve Maslak Köşkü’nde oturmasını irade etmiş. Eh, emir büyük yerden olunca itiraz edememiş Abdülhamid. Ancak yelken tutkusunu da içinden söküp atamamış. Kendisini yelkene yönlendiren Turhan Bey’i padişah olduktan sonra unutmamış ve Yıldız Sarayı’na aldırarak sarayın havuzları, kayıkları ve filikaları ile ilgilenmeye memur kılmış. Yelkenle denize açılmak yerine, bu havuzları seyredip kendi gönül sularının derinliklerine dalmak düşmüş kaderine.
28/ 28
Sultan Abdülhamid'in hiç bilmediğiniz özel dünyası
#Abdülhamit
#Derin Tarih
#Abdülhamit'in hiç bilinmeyen 28 özelliği
9 yıl önce