|

İyi ki dünyada sadece Türkler Türkçe biliyor

Robert Paul Mc Millen. İrlandalı bir reklamcı. Ama onun fotoğrafçılığı, sanıyorum reklamcılığından daha öndedir. Birçok fotoğraf sergisi açmış ve birçok öğrenci yetiştirmiş. Türkiye'ye geldiği ilk yıllarda, ODTÜ Mimarlık'ta öğretim görevlisi olarak çalışırken, fotoğrafçılık dersleri de vermiş ve bugünün önemli fotoğrafçılarının yetişmesine katkıda bulunmuş Paul Mc Millen. Türkiye'de reklamcılık yapmaya, yıllar önce "İmaj" adlı bir şirket ile başlamış. Daha sonra da RPM'yi kurmuş Paul Mc Millen. RPM, yaptığı başarılı işlerle Türk reklamcılığına ivme kazandırmış bir ajans. Bu işleri karşılığında, Kristal Elma başta olmak üzere, yurt içinde ve yurt dışında sayısız ödül kazanmış RPM Radar & cdp europe. Paul Mc Millen, aşağı yukarı yirmibeş yıldır Türkiye'de yaşıyor. Artık bizden biri olmuş. İyi bir gözlemci... iyi bir reklamcı... iyi bir fotoğrafçı. Kendisiyle reklamcılığı, Türkiye'yi ve biraz da fotoğraçılığı konuştuk.

Yeni Şafak
00:00 - 26/09/1999 воскресенье
Güncelleme: 18:30 - 12/05/2017 пятница
Yeni Şafak
Arşiv
Arşiv

S

iz bir İrlandalı'sınız. İrlanda'dan kalkıp Türkiye'ye gelmek ve burada reklamcılık yapmak nereden aklınıza geldi ?

İrlanda'dan ayrıldığımda henüz onbeş yaşındaydım. Doğruca Amerika'ya gittim. Amerika'da üniversiteyi bitirdikten sonra İngiltere'ye geçtim. Aslında reklamcılığa Amerika'da başlamıştım ben. Türkiye'ye 1975 yılında ilk geldiğimde reklamcılık yapmaya tam olarak niyetim vardı diyemem. O zamanlar ODTÜ Mimarlık'ta görevliydim. Ek iş olarak da fotoğrafçılık dersleri veriyordum. Nazif Topçuoğlu ve Sıtkı Kösemen benim öğrencilerimdi. O yıllarda ODTÜ'de müthiş bir heyecan vardı. Türkiye'ye uyumu orada sağladım bir anlamda. İstanbul'a geldikten sonra da reklamcılığın olabileceğini düşünmeye başladım. Reklamcılık benim çok sevdiğim bir meslek. İlk şirketimi 18 yaşında kurmuştum. Hatırlıyorum da Türkiye'de reklamcılığa başladığım yıllarda muazzam dinamik bir piyasa oluşmaya başlamıştı. İmaj ile başladık sonra RPM'yi kurduk. RPM bugün 15 yaşında bir şirket.

Jacques Seguela, reklamcılığın pek Anglo-Saksonlar'a göre bir iş olmadığını, Anglo-Saksonlar'ın kalın kafalı oldukları için reklamcılık gibi zekâ isteyen bir işi beceremeyeceklerini, buna kafalarının basmadığını söylüyor. Ne dersiniz ?

Yaparlar ama, Anglo-Saksonlar için yaparlar, o kadar. Bir Anglo -Sakson, bir başka Anglo-Sakson'la iyi iletişim kurabilir. Eh, Jacques Seguela da bir Fransız. Bu sözü de ancak bir Fransız söyleyebilir zaten.

Aşağı yukarı 25 yıldır Türkiye'desiniz. Türk reklamcılığı bu süre için nereden nereye geldi ? Modern ölçüleri yakalayabildi mi Türk reklamcılığı ?

Şöyle söyleyeyim; sen de biliyorsun reklamcılık bir pazarlama disiplinidir, pazarlama iletişimidir. Pazarlama iletişimini sağlayabilmek ve bu iletişimi anlamlandırabilmek için bir pazar lâzım. Özellikle son on yılda Türkiye büyük bir gayretle kendisini iyi bir pazar hâline getirdi. Altmış milyondan fazla nüfusumuzla, gelişmekte olan bir pazar. Bu pazar Avrupa için de çok cazip. Sadece pazar olmakla kalmadı Türkiye. Kendisi üreten ve üretebilen bir ülke konumuna yükseldi. Bence bu çok önemli bir aşama. Dışarıda, çok şaşırtıcı performanslarımız var. Türkiye, artık uluslararası ticarî network diyebileceğimiz bir sistem içinde yerini aldı. Uluslararası büyük markalar Türkiye pazarında yer almak için çabalıyor.

Uluslararası büyük markalar bizim pazarda var da, bizim markalar uluslararası pazarda yok nedense.

Doğru söylüyorsun. Bizim markalar uluslararası pazarda yok. Bunu gerçekleştirebilmek için de birkaç fırın ekmek daha yememiz lâzım. Uluslararası marka hâline gelebilmek için çok çalışmamız gerekiyor. Nedense bu konuda biz çok mütevazi davranıyoruz.

Mecburiyet En Büyük Ustadır
Bunun nedenini anlayabildiniz mi ?

Âcizâne bir-iki görüşüm olabilir. Türkiye kendi kendisine yetebilecek bir ülke. Üreticisi var, pazar iyi. Ayrıca Türkiye, içinde her türlü bitkinin yetiştiği bir sera gibi. Kendi iç ticarî iletişimimiz çok iyi, ama dışarı çıktığımız zaman, bizim alışkanlıklarımızın bir önemi kalmıyor. İkincisi, bir zamanlar burası büyük bir imparatorluktu. İngiltere de bir zamanlar imparatorluktu. İngiltere, dışarıda ticaret yapmak için çok zorlandı ilk başlarda. Küçük bir ada idi. Ticaret yapmak zorundaydı. Mecburiyet, en büyük ustadır. Mecbur kalındığı takdirde, başarılı olunabilir. Biz, uluslararası pazarda başarılı olmayı bugünlerde ya öğreneceğiz, ya öğreneceğiz... ya da öğreneceğiz.

Türkiye'de bu sürede reklamveren yeterince olgunlaştı ve bilinçlendi mi ? İşi öğrendi mi? Reklamcı olarak reklamvereni nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Bir zamanlar reklamcılar, reklamverenden çok önde koşuyorlardı. Dünyadan haberimiz vardı, nitelikli insanlar istihdam ediyorduk. İşi uluslararası normlara uygun yapıyorduk. Hele uluslararası ajanslarla ortaklıklar kurulmaya başlayınca, ufkumuz daha da genişledi. Sonra bir baktık, reklamverenler ajanslardan daha hızlı koşmaya başlamış. Pazarın şartları değişti, reklamveren bu yeni döneme ve şartlara uygun taleplerde bulunmaya başladı. Ajanslar bu dönemde müşterinin gerisinde kaldı ve zorlandı.

Bu durum ajansların gelişmesini sağlamadı mı sizce ?

Tabii. Ajanslar bu durum karşısında kendilerini gözden geçirdiler, geliştirdiler kendilerini. Müşteriler kendisini geliştirince, ajanslar bunun gerisinde kalamazdı. Şu anda ajans-müşteri iletişimi modern boyutlarda gerçekleşiyor, bu da çok iyi bir şey. İyi bir şey ama, oyun daha da zorlaştı. Ekonomik şartlar zorlaştı. Müşteri ajanstan, çok daha fazla performans bekliyor artık. Reklamcı, artık her zamankinden daha çok çalışmak zorunda.

Reklam, Tüketicinin Haklarını Savunur
Bu süre içinde Türkiye'de bir "reklamcı etiği"nin oluştuğundan söz edilebilir mi ?

Etik de bir mecburiyetten doğar. Dekoratif bir şey değildir etik. Reklamcılık sektörünün, kendi savunması için bir etik oluşturduğu söylenebilir. Uluslararası ilişkiler, meslekî savunma gibi sebepler, bir etik oluşmasını da kaçınılmaz hâle getirdi. Etik, gerçi şu anda uzun uzun tartışılacak bir konu ama, bir işi doğru yapmak, fikir hırsızlığı yapmamak, yalan söylememek gibi; abartılı, yalan reklamlar yapmamak... Bunlar zaten ciddî ajansların özen gösterdiği konular. Reklamcılar Derneği'nin de bu konuda bir öz denetimi var. Ama herhangi bir devlet yönlendirmesi olmaksızın, tamamen sivil bir girişimle bu etiği oluşturmak zaten gerekiyor.

Dünyanın birçok yerinde reklam, siyasete bulaştı. On-onbeş saniyelik reklam filmleriyle ya da çok parlak fikirlerle tüketicinin tercihlerini değiştirebiliyorsunuz. Buradan hareketle, reklamcının toplumu dönüştürebileceği söylenebilir mi?

Reklam dediğimiz şey, aslında tüketicinin haklarını savunur. Rekabet, önemli bir şey. Reklamcılığın bir tanrısı varsa eğer, onun adı rekabettir. Rekabet olmasaydı, reklamın mânâsı olmazdı. Bu, politikada da böyle, ürün pazarlamada da böyle. Propaganda önemli bir şey. Tercih oluşturmak veya tercih değiştirmek deyince, evet, olabilir... ama, reklamcılık daha ziyade tüketiciyi bilgilendirmekle mükelleftir. Seçeneklerden haberdar eder tüketiciyi.

Reklamcı, Maksatlı Bilgilendirir
Reklamcı, objektif bilgilendirebilir mi? Reklamcının derdi, marka bilincini oluşturmak ve satışın sağlanmasına katkıda bulunmaktır. Reklamcı, tam ve objektif biçimde bilgilendirebilir mi? Biraz taraflı değil midir reklamcı?

Tabii, haklısın. Maksatlı bilgilendiriyor reklamcı. Ama, esasında herkes maksatlı bilgilendiriyor. Ben bugüne kadar, tam anlamıyla renksiz, tarafsız, nötr bir bilgilendirmeye rastlamadım. Bilimsel teoriler bile belli bir argümantasyona dayandırılıyor. Einstein'ın rölativite teorisi bile belli bir tercihe dayanıyor.

Türkiye'nin Kendisi Bir Gazete
Türk toplumu, bu tür bilgilendirmeye yeterince açık mı ?

Hiç sorma. Türk halkı ile ilgili ilginç gözlemlerim var benim. Meselâ deprem. Rasathanenin sarsıntıların şiddeti ile ilgili bilgi vermesine rağmen, herkes adeta sismolog oldu. En küçük bir sarsıntıdan sonra herkes "Vallahi abi, bu deprem 5.6 falan var" diyebiliyor. Kahvehaneleri dolaşın, göreceksiniz. Halkımız enteresan. Depremden sonra iki felâket yaşadık. Birincisi deprem felâketi, ikincisi deprem sonrası felâketi. Başka ilginç bir tarafımız daha var. Öyle bir özeleştiri yapıyoruz ki, Allah korusun düşmanlarımız için bulunmaz fırsat. "Adam olmayız" eleştirisi acaip. Bir taksiye binsem, Boğaz'dan gitsem, şoför şöyle bir ayak atıyor bana: "Abi, Boğaz'ı nasıl buluyorsunuz abi?". "Olağanüstü" diyorum. "Dünyada böyle bir yer daha yok". "Güzel söylüyorsunuz da abi" diyor, "afedersiniz ama biz bu Boğaz'ın içine ediyoruz". "Neden öyle diyorsunuz ? Bence çok bakımlı, çok güzel. Evler güzel." Bu itirazım işe yarıyor. Ama gözlemim şu: Kendimizi çok şiddetli eleştiriyoruz. Batırıyoruz. Bilmiyorum, belki bu bir özeleştiri yöntemidir. Herkes karamsar. Gazetelere son günlerde dikkatlice bakıyorum. Aslında Türkiye'nin kendisi bir gazete. Herkesin manşeti farklı. Farzedelim her gün çıkan bir gazete, mükemmel bir şekilde ve anında İngilizce'ye tercüme edilse ve dünyaya dağıtılsa, bunu bir hafta uygulasak Türkiye batar.

İyi ki dünyada sadece Türkler Türkçe biliyor
Neden batar ?

O kadar şiddetli özeleştiri yapıyoruz ki... o kadar kendimizi batırıyoruz ki. . Kendimizi çok şiddetli eleştiriyoruz. Kendi içimizde sır olarak tutmamız gereken şeyleri açık ediyoruz. Hep birbirimizi kötülüyoruz. Kötümseriz de. "Batsın bu dünya... bitsin bu rüya" edebiyatı. Bir de kendimize yönelik şiddeti alışkanlık haline getirdik. Bakıyorum bir anne, çocuğunu ikaz ediyor: "Bana bak o bisküviyi yerden alma yoksa senin bacaklarını kırarım". Çocuğun bacakları bisküvi yüzünden neden kırılsın? Güzel güzel ikaz etmek varken. Ama görmediğimiz yanlarımız da var. Bakıyorum da, insanlar birbirlerine gece-gündüz demeden nasıl da yardım ediyorlar. Akrabaymış, değilmiş hiç farketmiyor, zor durumdaysa birisi, yardımına koşuyor. İnanılmaz, müthiş bir şey bu. Güzel bir milletimiz var. Bu depremde bunu gördüm, inanılmaz bir dayanışma örneği sergiledi Türk halkı.

"Türkiye'ye katkıda bulunmaya çalışıyorum"
Ajansınızın (RPM Radar&cdp europe) Türk reklamcılığına önemli katkılar sağladığını biliyorum. Bakın bir sürü kristal elma kazanmışsınız. Bunlar gökten zembille inmedi herhalde.

RPM, Türkiye'de kollektif çalışma ortamının oluşmasına katkıda bulundu. Bu, reklamcılıkta önemlidir. Bir işi birlikte kotarırsınız. Reklamcılık, bir ekip işidir. Türkiye'de bir "İrlandalı reklamcı" olmak, insana özel bir pencere açmıyor değil. Bir de, ben kendimi çok şanslı sayıyorum, çünkü Türkiye'ye çok iyi bir yerden bakıyorum. Türkiye'nin gelişmesine tanık oldum. Türkiye'nin son yirmi-yirmibeş yılını izledim. Bu bana çok şey öğretti. Ama "ajansınızın en önemli özelliği nedir ?" diye soracak olsan, "İstikrar" derim. İstikrar bizim için çok önemli. Bu ajanstan, birkaç tane ajans doğdu. Namuslu ve dürüst bir şekilde reklamcılık yapmaya çalıştım ve çalışıyorum. Ben bu masada yemek yedim, ekmeğimi bu işten kazandım ve bu işi Türkiye'nin imkânları içerisinde yaptım. Ben de Türkiye'nin bana kazandırdıklarına karşılık olarak, Türkiye'ye bir şekilde katkıda bulunmaya çalışıyorum, iade ediyorum böylece. Şimdi Reklamcılar Derneği'nin çatısı altında, Türkiye'nin tanıtımı için çalışıyoruz. Ben de böyle millî bir çabaya, bir İrlandalı olarak omuz veriyorum, katkı sağlamaya çalışıyorum. Bunun, benim için ne büyük bir mutluluk sebebi olduğunu bilemezsin. Çok hoş bir duygu bu. Bir başka memnuniyet verici gelişme var: Yeni kuşaklar çok başarılı. Yetenekli reklamcılar yetişiyor. Bizim ajansın buna da katkı sağladığını düşünüyorum. Ajansta iki nesil biraradayız. Ben artık yavaş yavaş "ağabey" olmaktan çıkıp "amca" olmaya doğru gidiyorum. RPM bir kurum hâline geldi. Bugüne kadar beraber çalıştığım arkadaşlarla çok güzel şeyler yaptık. Oğlumla da mutlu bir şekilde çalışıyoruz. Bu ödüller de, herhalde işimizi ciddiyetle ve sıkı bir şekilde, iyi yapmamızın karşılığı olmalı ------- Geri OKU ------------------



-------------------------


 


#Arşiv
#Yeni Şafak Arşiv
25 лет назад