|

Açlık

00:00 - 13/02/2012 Pazartesi
Güncelleme: 23:09 - 12/02/2012 Pazar
Yeni Şafak
Açlık
Açlık
Knut Hamsun

Uykuyla boğuşuyor, düşünüyor, tarifsiz acılar çekiyordum. Ufak bir taş parçası bulmuştum, temizleyip ağzıma attım, dilimin üzerinde bir şey olsun diyerek. Bu hariç, kımıldamıyor, gözlerimi bile kıpırdatmıyordum. İnsanlar gelip gidiyor, araba takırtıları, at patırtıları, sesler havayı dolduruyordu.

Fakat ben bir de düğmelerle teşebbüse geçmeyecek miydim? Bir şeye yaramayacaktı tabii, üstelik hasta idim de! Ama düşününce, dönüşte nasıl olsa “Amca”nın önünden geçmem gerekiyordu.

Sonunda, yerimden kalktım, güç halle yavaş ve sendeleyerek, caddelerde yürümeye başladım. Kaşlarım üzerinde yakıcı bir ıstırap hissediyordum, bir ateş nöbeti yaklaşıyor ve ben mümkün mertebe ayağımı çabuk tutmaya bakıyordum. Yine ekmekçi dükkânının önünden geçtim, ekmek yerinde duruyordu. Yapmacık bir kararla, burada oyalanmaya gelmez, dedim. Fakat içeri girsem de bir lokma ekmek rica etsem? Bu düşünce bir şimşek, bir parıltı gibi çaktı geçti zihnimden. Boşver! diye fısıldayıp başımı salladım. Kendimle alay ederek yola devam ettim. Bu dükkânlardan bir şey istemenin faydasızlığını biliyordum pekâlâ.

Urgancılar geçidinde bir kapı aralığında bir çift fısıldaşıyordu. Az ilerde, bir kız, camdan başını uzattı. Çok sakin, düşünceli yürüyor, görünüşümle, binbir şey düşünüyora benziyordum... Ve kız, sokağa çıktı.

“Ne haber, moruk? Aa, sen hasta mısın? Allahım, bu surat ne böyle?” Ve kız hemen geri kaçtı.

Birden durdum. Ne vardı suratımda? Sahiden de ölmeye mi başlamıştım? Elimi yanaklarımda gezdirdim: Avurtlarım çökük, tabii. Yanaklarım, dipleri iç tarafta iki fincan gibiydiler. Allahım! Ve yoluma devam ettim.

Fakat yine durdum. Aklın almayacağı kadar zayıf olmalıydım. Gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. Yüzüm nasıldı acaba? İnsanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! İçimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. Allahım, bu surat ne böyle? Memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, Allahım, bir hamalı tuz-buz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve Kristiania şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktarı çıkacak kadar açlık çekiyordum! Ne işti bu! Bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! Ne geçmişti, lanet olsun, elime? Sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için Tanrıya yalvarıyorlardı. Fakat artık buna bir son vermek gerek... anlıyor musun? Son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. Sürekli büyüyen bir öfkeyle, bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. Kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. Alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça, deliler gibi gülüyordum.

“Evet ama, ne yapacağım?” dedim sonunda. Ayağımı yere vurarak, birkaç kere tekrarladım: “Ne yapacağım!” Yanımdan bir bey geçiyordu, gülümseyerek hatırlattı:

“Gidip bir odaya kapattırın kendinizi!”

Ardından baktım. Ünlü kadın hastalıkları doktorlarından biriydi bu, “Dük” dedikleri. Benim ne halde olduğumu o bile anlamamıştı; tanıdığım, bir zamanlar elini sıktığım o bile. Sakinleştim. Kendimi bir odaya kapattırmak mı? Evet, çıldırmıştım, haklıydı. Deliliği kanunda hissediyordum. Demek, benim sonum buydu, ne çare! Yine yavaş, üzgün, yürüyüşüme döndüm. Demek demir atmam gerekiyordu!

Birdenbire dinginliğe kavuşmuştum. Fakat odalara kapattırmam kendimi, dedim. İşte bu olmaz, yalnız bu! Korkudan sesim kısılmıştı. Boşuna yalvarıp yakarıyordum: İşte yalnız kapatmasınlar beni! O zaman beni belediyeye götüreceklerdi, hiçbir gün ışığının sızmadığı, karanlık bir hücreye kapatacaklardı. İşte ben yalnız bir bunu istemiyorum! Önümde açık, başka yollar yok muydu; bir de onları deneyecektim; daha çok çaba harcayacak, vaktimi buna ayırarak, bıkıp usanmadan kapı kapı dolaşacaktım. Bir müzik dükkânı işleten Cisler vardı örneğin; ona henüz hiç gitmemiştim! Bir çaresi bulunurdu elbet. Hem yürüyor, hem konuşuyordum. Sonunda heyecanımdan yine ağlamaya başladım. Beni odalara kapatmasınlar da!

Cisler? Bu Tanrının bir işareti miydi yoksa? Ben bu adı herhalde sebepsiz hatırlamamıştım, üstelik çok da uzaktaydı Cisler'in dükkânı. Ama ne olursa olsun, bir de ona gitmek istiyordum; yavaş yürür, arada dinlenirdim. Dükkânın yerini biliyordum, eskiden arasıra giderdim, ferah günlerimde ondan birkaç nota satın almıştım. Ondan, yarım kron istemem doğru muydu? Sıkılırdı belki; bir kron istemeliydim.

Dükkâna vardım, patron nerde, diye sordum, beni odasına götürdüler; şık, zarif giyinmiş oturuyor, önündeki kâğıtları inceliyordu.

Kekeleyerek özür diledim, ricamı söyledim. Kendisine başvurmak zorunda kaldığımı... Uzun sürmezdi, yakında öderdim... Yazımın ücretini alır almaz... Bana pek büyük bir iyilik etmiş olacaktı.

Daha ben konuşurken, o masasına dönmüş, yine işine dalmıştı. Sözlerimi bitirince yan gözle bana baktı, o güzel başını salladı: Hayır! dedi. Sadece, hayır. Ne bir açıklama, ne de başkaca bir söz.

Dizlerim şiddetle titriyordu; küçük, cilalı parmaklığa yaslandım. Bir daha denemem gerekiyordu. Buradan çok uzakta “Vaterland” da, durup dururken, ben onun adını ne diye hatırlamışımı? Sol böğrümde bir iki kasılma oldu, terlemeye başladım. Haha! “Çok dardayım.” dedim. “Biraz da hastayım. Birkaç günü geçmez, borcumu mutlaka öderim. Bir lûtufta bulunsanız?”

“Azizim, ne diye doğru bana geldiniz?” dedi. “Siz benim için rastgele bir adamsınız. Ben ne tanır, ne de bilirim sizi. Gazeteye gitsenize, onlar tanırlar sizi.”

“Fakat yalnız bu akşam için!” dedim. “Bu saatte gazete kapalı, bense çok açım.”

Durmadan başını sallıyordu; kapının tokmağım tuttuğumda hâlâ başını sallıyordu.

“Hoşça kalın!” dedim.

Bu öyle yüce bir işaret değilmiş; diye düşündüm, acı acı gülümsedim. Bu kadarını ben de yapabilirim pekâlâ! Yorgun, bitik, bir semtten ötekine yürüdüm; arada bir, merdivenlere çöküyor, dinleniyordum. Bari, odalara kapamasalar beni! Bir odaya kapatılmak korkusu ardımı hiç bırakmıyor, bende rahat, huzur komuyordu. Yolumun üstünde bir polis gördükçe, karşılaşmamak için, hemen bir yan sokağa sapıyordum. Adımlarım yüze kadar say! dedim. Sonra talihimizi bir daha deneyelim! Elbet bir çaresi bulunur...

İç çamaşırı satan küçük bir mağaza idi, daha önce hiç girmediğim bir dükkân. Tezgâh gerisinde bir adam, arka planda kapısı porselen plakalı bir yazıhane, sıra sıra dolu raflar. Son müşterinin -yanağı gamzeli bir genç kadın- dükkândan çıkmasını bekledim. Ne de mutlu görünüyordu. Ceketi toplu iğne ile tutturulmuş ben, kadının dikkatini çekmek istemedim, başımı çevirdim.

“Arzunuz?” diye sordu tezgâhtar.

“Patron burada mı?” dedim.

“Bir dağ gezintisi yapmaya Johnheimen'e gitti.” cevabını verdi. “Özel bir iş miydi?”

“Birkaç öre isteyecektim, ekmek alabilmek için!” dedim, gülümsemeye çalıştım. “Açım, beş param yok.”

“O halde, siz de benim kadar zenginsiniz!” dedi, iplik paketlerini düzeltmeye koyuldu.

“Beni boş çevirmeyin, ne olur!” dedim. Birdenbire sırtımdan aşağı soğuk bir ürpcrme hissettim. “Açlıktan ölüyorum. Günlerdir ağzıma lokma koymadım.”

Tek söz söylemeden, gayet ciddi, ardı ardına ceplerinin içini dışına çevirmeye başladı. “İnanmıyor musunuz?”

“Yalnız beş öre'cik!” dedim. “Bir iki gün içinde bunu size, on öre olarak öderim.”

“Yahu, kasadan mı çalayım istiyorsunuz?” diye sordu, sabırsız.

“Evet!” dedim. “Evet, kasadan beş öre alınız.”

“Daha neler!” dedi, ekledi: “Size hemen şunu söyleyeyim: Bu kadarı yeter!”

Açlıktan hasta, utançtan kıpkırmızı, dışarı çıktım. Hayır, artık bu işe bir son vermek gerekiyordu. Olanlar olmuştu bana. Kendimi yıllarca yukarda tutmuş, en zor saatlerde bile dik duruşumu elden bırakmamış, şimdiyse birdenbire hoyrat bir dilenciliğe düşüvermiştim. Bu tek gün, bendeki olanca düşünceyi kabalaştırmış, ruhumu yüzsüzlükle kirletmişti. En aşağılık satıcılar önünde küçülmeyi, karşılarında ağlayıp sızlamayı bile göze almıştım. Peki, neye yaramıştı? Ağzıma atmaya bir lokma ekmek bulabilmiş miydim? Kazancım yalnız şu olmuştu: Kendimden iğreniyordum. Öyle, öyle, bu işe bir son vermek gerek! Sokak kapısı neredeyse kilitlenirdi; bu geceyi de Belediyede geçirmek istemiyorsam, acele etmeliydim...

Bu düşünce bana kuvvet verdi; Belediyede gecelemek istemiyordum. Gövdem öne eğik, saplanan bıçakların acısını hafifletmek için, elim sol böğrüme dayalı, ağır ağır yürüyor, bir tanıdıkla karşılaşırım da, selâm vermek zorunda kalırım, diye gözlerim yerde, yangın kulesine doğru ilerliyordum. Kurtarıcı kilisesinin saati henüz yediyi gösteriyordu çok şükür; kapının kapanmasına daha üç saat vardı. Ne kadar da korkmuştum!

Şu halde, denenmedik hiçbir şey kalmamıştı, elimden gelen her şeyi yapmıştım. Koca günde şansımın bir kerecik olsun yolunda gitmemesi, şaşılacak şey doğrusu! diye düşündüm. Anlatsam kimse inanmazdı buna; yazsam, uydurma derlerdi. İnanacak kimse çıkmazdı hiçbir yerde! Öyle, öyle, çare yoktu artık; her şeyden önce sıkı durmak gerekiyordu. Öf be, iğrençti, inan olsun, kendimden iğreniyordum! Bütün ümitler suya düştü mü, her şey bitti demektir. Ahırdan bir avuç yulaf da mı çalamazdım? Bir ışık çizgisi, bir parıltı... Ahırın kilitli olduğunu biliyordum.

Sessizce katlanıyor, bir salyangoz gidişiyle eve doğru sürükleniyordum. Susamıştım; isabet ki, koca günde bu ilk defa! Su içebileceğim bir yer arandım. Pazar yerinden çok uzaklarda idim, bir kimsenin kapısını da çalmak istemiyordum; barındığım yere kadar sabredebilirdim herhalde. Sürse sürse, çeyrek saat sürerdi yolum. O bir yudum suyu da midemde tutabileceğim söylenemezdi pek; midem hiçbir şey kaldırmıyor, yuttuğum tükrük bile bana öğürtü veriyordu.

Ya düğmeler! Düğmeleri denememiştim daha! Birden durdum, gülümsemeye başladım. Büsbütün mahvolmamıştım henüz! Bu düğmelere karşılık on öre alabilirdim herhalde; yarın da bir yerden bir on öre daha bulsam, perşembeye yazımın parasını verirlerdi belki. Sahi, ben bu düğmeleri nasıl olmuş da unutmuştum? Düğmeleri cebimden çıkarıp, hem yürüdüm, hem gözden geçirdim; sevincimden gözlerim kararıyor, önümdeki caddeyi göremiyordum.

Koca depoyu, sıkıntılı akşamlarda sığındığım, kanımı emmiş o dostu nasıl da tanıyıverdim! Varım yoğum, ardarda hep onun içinde kaybolmuş, baba evinden kalma öteberim, son kitabım, hep o depoda elimden çıkmıştı. Açık arttırma günlerinde oraya gidip, satışları seyretmekten zevk duyar, kitaplarımın iyi ellere geçtiğini görürsem, sevinirdim. Saatimi aktör Magelsen satın almıştı da ben bundan adeta gurur duymuştum. İçinde ufak tefek ilk şiir denemelerim bulunan bir almanak, bir tanıdığımın üzerinde kalmış; pardesüm bir fotoğrafçı tarafından alınarak atelyede kiralanmaya başlanmıştı. Bütün bunlara, bir diyeceğim olamazdı benim.

Düğmelerim elimde hazır, içeri girdim. “Amca” masasına oturmuş, bir şeyler yazıyordu.

Onu rahatsız etmekten, sinirlendirmekten çekinerek: “Benim acelem yok!” dedim. Sesimde öyle garip bir kofluk vardı ki, bu sesi tanımakta ben bile güçlük çektim: kalbim bir çekiç gibi vuruyordu.

Adam, her zamanki haliyle, gülerek karşıma geldi, avuçlarını tezgâha dayadı, hiçbir şey demeden yüzüme baktı.

“Şey, şunları getirdim, hani sormak istedim, işinize yarar mı, diye... Evde fazlalık, emin olun, can sıkıyor, şu dört düğme!”

“Nedir, ne düğmesi?” dedi ve bakışlarını aşağıya, elime indirdi.

“Bunlara karşılık bana birkaç öre verebilir misiniz? Ne uygun görürseniz... Bütünüyle size bırakıyorum...”

“Düğmelere mi?” Şaşkınlık içinde, yüzüme bakakaldı Amca. “Bu düğmelere mi?”

“Sadece bir sigara falan. Hani geçiyordum da uğrayıvereyim dedim.”

İhtiyar rehinci güldü, hiç sesini çıkarmadan, tekrar masasına gitti. Yine eli böğründe kalmıştım. Fazla bir şey ummamış olmama rağmen, bana bir yardımı dokunur sanmıştım yine de. Bu gülüş, ölüm fermanımdı benim. Şimdi bir de gözlüğü denesem, bir sonuç alabilir miyim acaba?

“Gözlüğü de beraber vereceğim tabii” dedim. Gözümden gözlüğü çıkardım. “Sadece on öre, yahut isterseniz beş olsun!”

“Gözlüğünüze hiçbir şey veremeyeceğimi bilirsiniz,” dedi Amca. “Bunu size önceleri de söyledim.”

Boğuk bir sesle: “Fakat bana bir posta pulu gerekiyor!” cevabını verdim. “Yazmak zorunda olduğum mektupları bile gönderemiyorum. Beş ya da on öre'lik bir posta pulu; hangisini uygun görürseniz!”

“Allah aşkına, gidin artık buradan!” cevabını verdi, geri iten bir el hareketiyle.

Öyle, öyle, yapacak bir şey yok! dedim kendi kendime. Bir otomat gibi, gözlüğü yine gözüme geçirdim, düğmeler elimde, yürüdüm. İyi geceler diledim, kapıyı her zamanki gibi arkamdan kapadım. Düzelecek bir yanı yoktu bu işin! Yukarda, merdiven başında durdum, düğmelere bir daha baktım. Ne diye almak istemedi sanki? dedim. Yeniden ne farkı var bunların, aklım ermiyor!

Ben bu düşüncelere dalmış duruyordum, yanımdan bir adam geçti, depoya aşağı yürüdü. Acelesinden hafif çarpmıştı bana; ikimiz de özür diledik, başımı çevirip baktım.

Merdiveni iniyordu ki: “Aa, sen misin?” dedi birdenbire. Dönüp geldi, tanıdım. “Aman Allahım, nedir bu halin?” dedi. “Ne yap-

tın aşağıda?”

“Hiç... İşim vardı. Sen de aşağıya iniyorsun galiba?”

“Evet. Sen ne getirmiştin?”

Dizlerim titriyordu, duvara dayandım, elimdeki düğmeleri gösterdim.

“Nasıl, vay canına!” dedi. “Fakat, bu kadar olur!”

“İyi geceler!” dedim, çekip gitmek iste-dim. Ağlamak gereksinimi duyuyordum içimden.

“Olmaz!” dedi. “Bekle biraz.”

Neyi bekleyecektim? O da Amca'ya gitmiyor muydu? Belki de nişan yüzüğünü getirmişti; günlerdir aç kalmış, oturduğu yerin kirasını verememişti.

“Peki.” dedim. “Eğer çabuk döneceksen...”

“Tabii” dedi, kolumdan tuttu beni. “Fakat şunu bil ki, sana güven olmaz, sen bir aptalsın, iyisi mi, sen de benimle gel aşağı!”

Amacını anlamıştım, birdenbire içimde yine bir onur duygusu belirdi, cevap verdim:

“Olanaksız, Bernt Anker caddesinde yedi buçukta birisine söz verdim.”

“Yedi buçuk, güzel! Fakat saat şimdi sekiz. Aşağıya bırakacağım saat, bak avucumda duruyor! İn aşağı bakalım, seni aç fesatçı, seni! Senin için en azından bir beş kron alırım ben.”

Ve beni dürtükleyerek depoya soktu.

(s. 76-83)



12 yıl önce