|

Ali Kemal’in iki yakası

“Ali Kemal Türkiye’de hep trajik yanları ile konuşulup yazılıyor. Ondan geriye kalan sanat, edebiyat ve düşünce tutumu nedir? Onlar hep ihmal ediliyor. Eserleri de lazım gelen bir okumaya maalesef mazhar olamıyor. Ama onlardan bazılarına işaret etmemiz gerekir diye düşünüyorum.”

04:00 - 15/08/2019 Perşembe
Güncelleme: 10:26 - 14/08/2019 Çarşamba
Yeni Şafak
Ali Kemal
Ali Kemal

NECMETTİN TURİNAY

İngiltere Başbakan’ı Boris Johnson’un büyük dedesi Ali Kemal hasta idi, ya da hasta yaradılışlı biri idi demek istemem. Abdülhamit ve Mütareke zamanlarının kıvrak zekalı bu entelektüeli için, hasta sıfatını kullanmak yakışık almaz. Fakat onun her devir için geçerli, “inat da bir murattır” demeye varan bir yanı bulunuyordu ki, asıl kastım işte orası.

Abdülhamid’e karşı! O yüzden iki kere Paris’e kaçmış. İttihatçıların da amansız bir muhalifi. Dolayısıyla bu iflâh olmaz muhalif, Mütareke döneminde Hürriyet ve İtilaf’ın kolları arasında buldu kendisini. Bu da yetmez, İngiliz Muhipleri Cemiyetinin kurucuları arasında görüyoruz onu. Orada idare heyet-i azası oluyor.

Fakat bütün bunlar ne için?

KENDİNİ HEBA ETTİ

Savaş yılları boyunca onu susmaya mecbur bırakan İttihatçı zihniyet tasfiye edilmeli idi ki, devlet ve toplum ancak o zaman rahat yüzü görebilirdi. Hele bir de Ali Kemal’in işgalci İngiliz kuvvetlerini buna inandırma gayretkeşliği vardı ki sormayın. Yani o günün ileri gelenleri nezdinde İngiliz işgalinin bertaraf edilmesi değil de, İttihatçıların tasfiyesi birinci mesele olup çıkmıştı. Sırf Ali Kemal’in değil, Hürriyet ve İtilafçıların tamamının düştüğü hata burada yatıyor. Bir de buna Ankara merkezli Milli Mücadele meselesini ekleyin. Onlar da bir tür ittihatçı olduklarına göre (!), teşhir edilmeleri gerekmez miydi? Onun için Ali Kemal, Milli Mücadelenin bir tür İttihatçı oyunu olduğuna halkı, aydınları, dahası İngilizleri inandırmak için çırpındı durdu. Dolayısıyla Ali Kemal bu vahim sevda uğruna kendini heba etmiş aydınlarımızdan biridir.

Yalnızca o mu? Rıza Tevfik, Refik Halit ve daha niceleri. İşte Akif ve Hasan Basri, Beddüzzaman Said Nursi Ankara’da Akif’in en yakın arkadaşı Ahmet Naim İstanbul’da; Hürriyet ve İtilaf’ın Darülfünun rektörü veya Maarif Nazırı. Hem de Ankara Meclisinin İstiklal Marşı’nı, milli marş olarak kabul ettiği bir tarihte!.. Dolayısıyla o fetret yıllarında yakın dostlar birbirinden kopuyor, dostluklar paramparça oluyordu.

Nitekim tarihin o kırılma anında, neyin nereye varacağını önceden tahmin edebilmiş bazıları; savaş sonunda İttihatçı ileri gelenlerin yaptığı gibi İstanbul’u erkenden terk ediveriyorlar. İşte filozof Rıza Tevfik, Sevr’i imzalayanlardan birisi. Posta Telgraf Nazırı, hikayeci Refik Halit! Ayrıca Milli Mücadele aleyhine fetvalar düzenleyen ulemâ-yı be-nâmdan bazıları.

ZEKA VE MANTIK CAMBAZI

Peki ya Ali Kemal? Hayır, o İstanbul’u terk etmeyecek! Çünkü davasına inanmış bir Donkişot o. Fransız İhtilali’nin Danton’ları soyundan bir asilzade! Ne söylerse, inanarak söylüyor. Kirli bir politikanın içinde, fakat asla politika bilmiyor. Ayrıca ne kadar da keskin ve inandırıcı söylüyordu? Ziyadesiyle mağrur bir eda, yeri geldikçe de istihzaya başvuran keskin bir zeka ve mantık cambazı!.. Sanki tarihin şuuru ile konuşuyormuş gibi bir tesir bırakıyor çevresinde. Sonunda Ankara merkezli kuvvetler onu İstanbul’dan kaçırdı ve İzmit’te darağacına çektiler. Günlerce köprü üzerinde asılı kaldı.

İşte bu sırada Lozan’a gitmekte olan Türk heyetinin reisi İsmet Paşa, yanında bulunan Falih Rıfkı, Yahya Kemal ve diğer heyet üyeleri onu o halde gördüler. İsmet Paşa’nın bu linç hadisesini onaylamadığı, yargısız infazların uygun görülemeyeceği noktasında daha o sırada açıklamalar yaptığını biliyoruz. Nitekim Falih Rıfkı da Çankaya adlı hatıralarında, Ali Kemal’in yabancı uşaklığı yapmadığı, yabancıların hatırı için söyleyip yazmadığı kanaatindedir. Bu da yetmez, Ali Kemal’in parasız öldüğünü kaydeder Falih Rıfkı. Fakat o manzara karşısında en çok acı duyan Yahya Kemal olduğunu unutmak mümkün müdür?

Ali Kemal Türkiye’de hep bu trajik yanları ile konuşulup yazılıyor. Ondan geriye kalan sanat, edebiyat ve düşünce tutumu nedir? Onlar hep ihmal ediliyor. Eserleri de lazım gelen bir okumaya maalesef mazhar olamıyor. Ama onlardan bazılarına işaret etmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Dört romanın yanı sıra, Edebiyat-ı Hakikiye Dersleri (1900), Yıldız Hatıra-yı Elimesi (1900), Edebiyat ve Siyaset (1910), Cevabımız (1911), Fetret Yazıları (1913), Paris Muhasebeleri (1913, Kamil Yeşil yayını, 2014), İlmi Ahlak (1914), Tarihi Siyasi (1918), Ruşen Eşref’e Verdiği Mülakat, Makaleler (yay. haz. Hülya Pala, 1990), ve oğlu tarafından yayımlanan Ömrüm adlı hatıratı (1985) gibi.

Ali Kemal’in siyasi tarih ve hatıra nitelikli eserleri bir yana, onun kendi edebiyatımıza ve dilimize ilişkin görüşleri hepsinden önemlidir. Kaldı ki o Cihan Savaşı boyunca herhangi bir dergi ve gazetede yazamadığı için kendisini okumaya vermiş, edebiyatımızı baştan sona hatmetmiş birisi idi. Bu okumaları kendisi için son derece faydalı olmuş, buradan da Türkçe yazı dilinin teşekkülü, klasik edebiyatımız ve Tanzimat dönemi edebiyatı hakkında son derece özgün tesbitlere ulaşmıştı. Bu yoğun okumalar sonucunda eski Osmanlıcı, müstağrip Ali Kemal gerilerde kalmış, yepyeni bir Ali Kemal doğmaya başlamıştı. Fakat bu Ali Kemal, mevcut Türkçü sınıflardan daha farklı bir dil milliyetçisi, milli tekevvürümüzü izah noktasında da sancılı bir kafa idi. Ne var ki yazma imkanı bulamayan dar bir çevrede konuşmakla yetinen birisi. Dolayısıyla onun Ruşen Eşref’in Diyorlar Ki’sine yazdığı mufassal metni, sözünü ettiğimiz yasağın kaldırıldığı bir zamana tesadüf eder. Savaşın sona erer gibi olduğu, İttihatçılar’ın yurdu terk etmeye hazırlandığı, fakat henüz İstanbul’un İngilizler tarafından da işgal edilmediği bir tarih dilimine!..

Onun üç-dört sene devam eden okumaları ile vardığı sonuç, bize ister istemez Yahya Kemal’i hatırlatıyor. Kaldı ki Yahya Kemal de sanat, edebiyat ve tarih yorumları bakımından ondan farklı düşünen biri değildir. Dahası Yahya Kemal’in tarih okumalarının kendisine Ali Kemal’den geçtiğini, eski Divanlar arasında parlayıp duran güzel beyitleri ilk defa Ali Kemal vasıtasıyla fark etmeye başladığını nasıl olur da unuturuz? Bu açıdan eğer Ali Kemal olmasa idi, Yahya Kemal’in nev-yunanilik çıkmazından daha bir zaman kurtulamayacağını söyleyemez miyiz?


Kuşkusuz Yahya Kemal’in kendini bulmasında Cihan Savaşı’nın verdiği ağır tahribatın ve üzerimizdeki ağır batı tazyikinin payı büyüktür. Fakat üstadın yazdığı makaleler kronolojik olarak okunduğunda, bu tesirin bile ne kadar geç ortaya çıktığını fark etmek zor olmayacaktır. Dolayısıyla Ali Kemal ile yaptığı muhtelif görüşmelerin, Y. Kemal üzerinde bıraktığı tesiri önemsemek icap eder. Tarihin içinden süzülüp gelen yüksek bir Türkçe şuuru, ortak bir Akdeniz Medeniyeti Havzası fikrinden klasiklerimizin dünyasına doğru kademe kademe evrilmek ve neo-klasik batı şiirini geride bırakarak, kendi klasiklerimizi modern şiir için bir tür hareket noktası seviyesine yükseltmek gibi.

SON YILLARDA ÇOK DEĞİŞMİŞTİ

Yani Ali Kemal özellikle son yıllarında çok değişmişti. Eski Osmanlıcı, milliyet kavramına yabancı, kendi insanı ile teması kesik, kelimenin tam anlamıyla müstağrip biri olan Ali Kemal gitmiş, tarih içinde kendi kimliğini ve dilinin sırlarını arayıp bulmaya çalışan yeni bir Ali Kemal gelmiş peyda olmuştu. Fakat o kindar, nobran, benmerkezci Ali Kemal de hemen yanı başında olarak!.. Ne olursa olsun bu son zamanlarında, klasik gelenekle modern batılı anlayışı, birbiri ile izdivaç ettirmek gibi bir arayışın peşine düşmüştü. İhtiyaç duyduğumuz bu terkip peşinde de, genç Yahya Kemal’i önemli bir istidat kabul ediyor, Ruşen Eşref’e verdiği mülâkatında bu hususa bilhassa parmak basıyordu. Dolayısıyla o kadar batılı, batı tefekkür ve edebiyatına o kadar vakıf olan Ali Kemal, kendi tarih ve edebiyat birikimimizi de bir o kadar tanır hale gelmişti.

Onda gördüğümüz bir yan da, gençliğinde iktisap ettiğini söylediği Muallim Naci meşkleridir. Haliyle onun dil zevkinin ve yüksek sezgilerinin temelinde bu meşklerin yattığını söylemek durumundayız. Demek oluyor ki Ali Kemal Servet-i Fünun’dan değil, Muallim Naci ile Ahmet Midhat’tan sürüp gelen bir istidat olarak karşımızdadır.

Ali Kemal’in klasik şiiri ve edebiyatı ibraya dayanan görüşleri, neresinden bakarsanız bakın önem arz ediyor. Tanzimat’tan beri geleneği sürekli horlayan, edebiyatı ve sanatı batıdan yola çıkarak sıfırdan başlatmayı tercih eden Servet-i Fünuncular kadar; Osmanlı birikimimizi ihmal ederek, inkâr ederek sıfırdan bir edebiyat kurmayı deneyen 1908 sonrasının Milli Edebiyatçı’larını da aynı derecede hatalı buluyor Ali Kemal. Özellikle de Ziya Gökalp’in, lâzım gelen bir Osmanlı okuması yapmamış bulunmasına asla bir anlam veremiyor.

NOKSAN YANI FİKİRSİZLİK

Bu arada yeni nesil sanatçılar arasında, onun en çok beğendikleri Yakup Kadri, Refik Halit, Fuat Köprülü ve bir de Yahya Kemal’dir. Yakup Kadri’yi yerli klasikleri okumamakla, Fuat Köprülü’yü de yerli-yersiz zikzaklarıyla eleştirip ve uyarıyor.

Fakat ona göre bizde edebiyat ve sanatın en noksan yanı fikirsizliktir. Fikir yokluğu insanı, haktan ziyade kuvvete meylettirir. Genç sanatçıların bu yanı o kadar ortadadır ki, bir fikri ne inanarak söyleyebiliyor, ne de temsil edebiliyorlar. Ülkede kim iktidar ise, onu eteklemenin altında işte bu fikirsizlik yatmaktadır. Dolayısıyla Ali Kemal büyük fikirlerle edebiyatı iç içe düşünen biridir denilebilir.

Bu bakımdan, o, her büyük edebiyatın arkasında, büyük felsefelerin yattığını hatırlatır durur bize. Bir de fikirden mahrum üslupların insan üzerinde bir tür oyun tesiri bıraktığı, edebi modalar geçtikçe, o tür üslupların pul pul döküldüğü görüşündedir ki, bu tespiti de o kadar yerindedir. Nitekim Halit Ziya, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif eleştirilerinin altında yatan husus burada aranmalıdır.

Bu tespitlerinden yola çıkarak Ali Kemal’in Peyami Safa, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Tanpınar, İkinci Yeniciler gibi değil fakat Sezai Karakoç tarzındaki sanatçıların hasretini çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum.

#Ali Kemal
#Boris
5 yıl önce