|

Ava giderken avlanan hırsız

Pehlivan tefrikasına dönen bol kanlı 'Testere' serisinin ilk 3'ten sonraki bölümlerinin senaristi olarak tanıdığımız Marcus Dunstan, 'Başkalarına bu kadar hizmet etmek yeter, şu işi bir de ben deneyeyim' diyerek yine kendisinin kaleme aldığı 'Koleksiyoncu' ile ilk kez kamera arkasına geçmiş. Perdeye yansıyan sonuç ise 'sinemasal vahşet'te bir adım daha ilerleme; hepsi hepsi o kadar!

Ali Murat Güven
00:00 - 5/06/2010 Cumartesi
Güncelleme: 22:30 - 4/06/2010 Cuma
Yeni Şafak
Ava giderken avlanan hırsız
Ava giderken avlanan hırsız

KOLEKSİYONCU
/ The Collector

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2009, ABD yapımı
Türü ve Süresi:
Gore (“kangölü sineması”) kategorisinde korku-gerilim / 90 dakika
Yönetmen:
Marcus Dunstan
Senaristler:
Marcus Dunstan, Patrick Melton
Görüntü Yönetmeni:
Brandon Cox
Özgün Müzik Bestecisi:
Jerome Dillon
Kurgucular:
Alex Luna, Howard E. Smith, James Mastracco
Yapım tasarımcısı:
Ermanno Di Febo-Orsini
Set Dekoratörü:
Marina Starec
Kostüm Tasarımcısı:
Ashlyn Angel
Saç ve Makyaj Tasarımcısı:
Rallis Kahn
Makyaj Özel Efektleri Tasarımcısı:
Garry J. Tunnicliffe
Sanat Yönetmeni:
Michael Barton
Oyuncular:
Josh Stewart (Arkin), Juan Fernández (Koleksiyoncu), Michael Reilly Burke (Michael Chase), Andrea Roth (Victoria Chase), Karley Scott Collins (Hannah Chase), Daniella Alonso (Lisa), Haley Pullos (Cindy), William Prael (Larry Wharton), Diane Ayala Goldner (Gena Wharton), Alex Feldman (Chad)
İthalatçı Şirket:
Mars Production
Dağıtıcı Şirket:
Tiglon Film
İçerik Uyarıları:
Yoğun biçimde kanlı şiddet sahneleri içerdiğinden dolayı, 18 yaşından küçükler ve bu tür vahşet gösterilerinden hoşlanmayanlar için uygun bir yapım değildir.
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:
Yıldız Puanı:
* *

İyice biriken kumar borçlarını ödeyebilmek için tesisatçı olarak çalıştığı evi soymaya karar veren Arkin, içeride hiç kimsenin olmadığını sandığı bir akşam eve girer. Fakat, bu gösterişli malikânede onu kötü bir sürpriz beklemektedir. Arkin, işine yarayacak ne bulursa aşırmak üzere girdiği binada, ev halkını esir almış psikopat bir katille karşı karşıya kalmıştır. Kahramanımız, bu dakikadan sonra hem kendi canını, hem de gündüz saatlerinde hizmetlerinde bulunduğu Chase Ailesi'nin üyelerini kurtarabilmek için ölümüne bir mücadeleye girişecektir.


'KÖTÜ ADAM'IN 'İYİ ADAM'A DÖNÜŞMESİNİN BÜYÜSÜ

Bir kere şunu peşinen kabul etmek gerekiyor ki, şeklen “kötü niyetli biri”, bir tür “anti-kahraman” iken, koşulların dayatmasıyla içindeki “iyi taraf” ortaya çıkan değişken karakterler sinema tarihi boyunca her zaman izleyicinin ilgisini çekmiştir. Japon sinemasının imparatoru Akira Kurosawa'nın 1957 yapımı “Yedi Samuray”ından (Shichinin no Samurai) bu yana, benzer istikamette ilerleyen her yeni filmde doğrulanan bir gerçektir bu… Çünkü insanlar, şu zalim dünyada meydanın bütün bütün kötülüğe kalmasını istemiyor; aksine insanın içindeki “iyi”nin istemli ya da istemsiz bir biçimde ortaya çıktığı ve en sonunda da iyiliğin galip geldiği böylesi yapıcı öyküleri seviyorlar. Aynı şekilde, benim de bilinçaltımda bu tür anlatılara yönelik güçlü bir ön kabul ve sempati var.

“Yedi Samuray”ın başarısının ardındaki formülü daha iyi anlayabilmek adına bu klasik öyküyü birazcık eşelediğimizde, filmin serme bölümünde aslında karakter kalitesi açısından hiç de özel insanlar olmayan bir grup işsiz kabadayının, sırf her gün birer tabak lapa yiyebilmek için kabul ettikleri “yoksul köylüleri haydutlardan koruma görevi”ni, kol kanat gerdikleri o köyün insanlarının hâlini gördükten sonra giderek içselleştirmelerine, nihayetinde de bir onur meselesi hâline getirmelerine tanık oluruz. Bu da son kertede onların “dünya hayatı”na ilişkin beklentileri tamamen bir kenara bırakıp, mağdurlar için -evrensel insanlık değerlerinin korunması adına- kıyasıya çarpışarak ardı ardına ölmeleri gibi destansı bir finale zemin hazırlar.

John Sturges'in 1960 yapımı -aynı ana tema çevresinde dolaşan, ancak öyküyü ve karakterleri vahşi batı dönemi ABD'sindeki bir köye taşıdığı- “Muhteşem Yediler”inde de (Magnificent Seven) izleyici ilgisi açısından benzer düzeyde bir ilgi yakalanmıştır ki bu durum beni hiç mi hiç şaşırtmıyor. Çünkü, anılan iki filmden uzun yıllar sonra, korku-gerilim sinemasının çağdaş ustası John Carpenter'in doğuşunu müjdeleyen 1976 tarihli “13'üncü Karakola Saldırı”da (Assault on Precinct 13) filmin izleyiciye en cazip gelen karakteri, sokak serserilerinin saldırısına uğrayan metruk karakolda, içerideki tek polis Ethan Bishop ve karakol sekreteri Leigh ile “kanun devleti”ni koruma adına omuz omuza vererek çarpışan idam mahkûmu Napoleon Wilson'du.

7 bölüme ulaşarak tam bir pehlivan tefrikasına dönüşen “Testere” (Saw) serisinin son dört bölümünün senaristi Marcus Dunstan da ilk yönetmenlik denemesinde bizleri tam olarak bu damardan vurmaya çalışıyor. Gündüzleri sıhhi tesisat işlerine baktığı evi gece soyup soğana çevirmeye niyetlenen genç Arkin'in üzerinden, alabildiğine rezil bir durumda insanlığın vicdanının sınandığı sinir bozucu bir öykü izliyoruz “Koleksiyoncu”da. Boş sanılan malikâne, sapıklığın her türüne müptela bir katil tarafından zapturapt altına alınmıştır ve adamımız da ilk anda bocalamasına karşın, sonuç olarak böyle bir durum karşısında “Ben bir hırsızım, burada yaşananlar benim sorunum değil” diyemez. Çünkü, ortada bu sapığın elinden ne yapılıp edilip kurtarılması gereken dört kişilik bir aile ve onların temsil ettiği son derece trajik bir insanlık durumu vardır. Her ne kadar bu ailenin üyeleri hiç de öyle matah tipler olmasa bile!


HAREKET NOKTASI DOĞRU DA…

Dediğim gibi, insanı duygusal olarak derinden sarsan çok güçlü bir damar bu; ancak “Testere”lerden dolayı elinin ayarı iyiden iyiye kaçmış olan senarist Dunstan yönetmenliğe merhaba dediği ilk anlatısını öylesine vıcık vıcık kana bulamış ki, “Koleksiyoncu”nun bu erdemi giderek gölgede kalıyor ve film son yıllarda Çin'den, Japonya'dan, Güney Kore'den sürüsüne bereket gelen yüzeysel vahşet gösterilerinin temel şablonları çevresinde dönüp dolanıyor. Üstelik de düşük bütçeli bir yapıma özgü yetersiz teknik koşullar, kötü ışık, kötü oyunculuklar, Asyalı benzerlerine fazlasıyla öykünen mide bulandırıcı kıyım planları da başarısızlığın tuzu biberi olmuş.

“Kan gölü” (gore) sinemasını kesinlikle kökten reddetmiyorum; çünkü sinema tarihi bu ürkünç alt-türün başyapıtı sayılabilecek bazı önemli örnekleri de kayda geçirmiştir. Özellikle, 1970 ve 80'li yıllarda Amerikalı yönetmen Tobe Hooper'ın çektiği ilk iki “Texas Testere Katliamı”nı (Texas Chainsaw Massacre) belli bir ilgi ve saygıyla izlediğimi itiraf etmeliyim. Ancak, “gore” öylesine bıçak sırtı bir tür ki içine son kertede insanın vahşete yatkın doğasına ilişkin bir parçacık felsefe kırıntısı, yanı sıra da yüksek düzeyli oyunculuklar, usta işi bir makyaj, kaliteli müzik ve soluk soluğa bir tempo katmazsanız tencerede pişen şey kötü görünümlü bir bulamaçtan daha fazlası olmuyor.

“Milletin filmlerine bol bol korku-gerilim senaryosu yazıp duruyorum; hazır şu çekim işlerini kolaylaştıran dijital kameralar piyasaya çıkmışken, cebimdeki az sermayeyle ben de şipşak bir kan filmi yapayım” tarzında bir niyetle yola çıktığı anlaşılan taze sinemacı Dunstan'ın ise bir Tobe Hooper ya da Wes Craven olabilmek için daha en az kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor.

Öte yandan, ABD'de ve pek çok batı ülkesinde geçen yaz gösterime giren, şu anda da piyasada “blue-ray”inden korsanına kadar envai çeşit DVD'si dolanan bu filmi, korsan kopyacılığın bu denli geliştiği bir çağda bir yıllık rötarla gösterime sunmanın, onu getiren ve dağıtan şirketler açısından ticarî bir intihar alamına geldiğini de üzülerek belirtmeliyim. Her yeni yapımı, ABD'de gösterime girdiği günün en fazla 48 saat sonrasında perdeden çekilmiş çamur gibi kopyalarından izlemeyi “sinemaseverlik” zanneden bir gençliğe, bir yıl sonra piyasaya sürülen filmlerin biletini satmanın ne denli zor olduğunu sizler de takdir edersiniz sevgili Mars Production ve Tiglon Film yetkilileri… O yüzden, keşke elinizde patlayacak bu tür yatırımlara hiç girmeseniz de daha yeni ürünlerin peşinde koşsanız… Çünkü, ülkemizdeki korku sineması meftunları bu “yeni” filmi tüketeli aylar oldu!


14 yıl önce