|

Bir edebiyat anıtı: Dede Korkut

UNESCO’nun “Dede Korkut-Korkut Ata Mirası: Kültürü, Efsaneleri ve Müziği”ni Somut Olmayan Kültürel Miras listesine dahil etmesinin ardından “Yeni Şafak Kitap” olarak yıllarını Dede Korkut Hikâyeleri’nin doğru bir şekilde anlaşılması ve anlatılmasına vakfeden değerli araştırmacıların görüşlerinden oluşan bir dosya hazırladık.

Halil Solak
04:00 - 12/12/2018 Çarşamba
Güncelleme: 13:06 - 11/12/2018 Salı
Yeni Şafak
Dede Korkut
Dede Korkut

Dede Korkut Hikâyeleri üzerine önemli araştırmalara imza atan dünyaca ünlü halkbilimi uzmanı Prof. Pertev Naili Boratav, bu hikâyelerin çocuklarımızın, gençlerimizin dil ve estetik zevklerini besleyecek, tarihte mühim rol oynamış bir Türk kavminin töreleri, inanışları ve dünya görüşleriyle canlı bir tablosunu verecek nitelikte olduğunu söyledikten sonra bir temennisini dile getirir:

“Böyle bir edebiyat anıtını bütün dünyaya tanıtma gibi hayırlı bir işi gerçekleştirmek gerekir.”

İşte Prof. Boratav’ın bu satırları yazmasından yıllar sonra UNESCO, 28 Kasım 2018’de “Dede Korkut-Korkut Ata Mirası: Kültürü, Efsaneleri ve Müziği”ni Somut Olmayan Kültürel Miras listesine dahil etti.

“Yeni Şafak Kitap” olarak biz de yıllarını Dede Korkut Hikâyeleri’nin doğru bir şekilde anlaşılması ve anlatılmasına vakfeden değerli araştırmacıların görüşlerinden oluşan bir dosya hazırladık.

Dosyamız Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kaçalin’le ağırlıklı olarak Dede Korkut’un elyazması nüshaları üzerine yaptığımız bir söyleşiyle açılıyor.

Dede Korkut metinlerinin çeşitli yayınlarına ilk gençlik yıllarından bu yana emeği geçen editör ve halkbilimi uzmanı M. Sabri Koz çok kıymetli hatıralarını ve Azerbaycan Türkologlarının katkılarını yazdı.

“Hocaların hocası” Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ise Ortaasya’dan Balkanlara bu hikâyelerin izini sürdü ve Türk dünyasındaki “ortak zevk”e ve “ortak tarih”e işaret etti.

Dede Korkut üzerine son yayımlardan birini Prof. Dr. Mertol Tulum ile birlikte yapan Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Mahur Tulum ise bu hikâyelerin neden bu kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu anlattığı ve “çözümsüz” gibi gözüken sorunların nasıl halledilebileceğine dair ipuçları verdi.

Son yıllarda konu üzerine yaptığı yayınlarla dikkat çeken Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sadettin Özçelik ise Dede Korkut’un kimliğine ışık tutacak bir görüşle dosyaya katkıda bulundu.

Türkiye’nin “Somut Olmayan Kültürel Miras” listesine kayıtlı 17. unsuru olan Dede Korkut Hikâyeleri ve onun etrafında gelişen kültür, bundan sonra daha uluslararası bir düzeyde ve geniş çaplı incelemelere konu edilirse modern Türkoloji araştırmalarının kurucusu Prof. Fuad Köprülü’nün “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” sözünün esası daha iyi anlaşılacaktır.

MUSTAFA S. KAÇALİN
Dede Korkut sanki nüfus kâğıdı kayıp bir insan

Yıllarca Dede Korkut Hikâyeleri üzerine araştırmalar yapan ve “Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı” adlı eserini geçen yıl yayımlayan Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin ile hikâyelerin yer aldığı yazmaları, olayların geçtiği coğrafyayı, tarihi ve kahramanları konuştuk.

Dede Korkut Hikâyeleri’nin bulunduğu Vatikan ve Dresden nüshaları ne zaman ve kimler tarafından keşfedilmiştir?

“Kitâb-ı Dedem Korkud ‘alâ lisâni tâife-yi Oğuzân”, yani Oğuz Boylarının Diliyle Dedem Korkud’un Kitabı 12 hikâyelik bir eserdir. Hâlen Almanya Dresden Kraliyet Kütüphanesi Fleischer Külliyatı 86 numarada kayıtlıdır. 153 yapraklık, her sayfasında 13 satır bulunan nesih hatlı bir yazmadır. Bu yazmadan, sekizinci hikâyesi olan Tepegöz hikâyesinin 1815’te Alman Oryantalist Heinrich Friedrich von Diez tarafından neşredilmesiyle haberimiz oldu. Âsâr-ı İslâmîye ve Millîye Tedkîk Encümeni reisi rahmetli Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi’nin dikkat çekmesi üzerine eserin Maarif Nezareti aracılığıyla Berlin Kraliyet Kütüphanesi 203 numarada kayıtlı istinsahının resmi getirtilip Kilisli Muallim Ahmed Rıfat tarafından 1916’da İstanbul’da neşredilmişti.


Peki bu yazmada kime ait olduğuna dair bir kayıt var mı?

Dresden yazmasının üzerinde kitabın kime ait olduğunu gösteren bir not ve tarih var: “Seyyid Ahmed bin Seyyid Hasan-ı Defterî, Kahire’de yerleşmiş, 1000 Muharrem (1591 Kasım)”. Kitap bundan sonra Kahireli Elvan’ın eline geçmiştir, bunun yılı yok; 1204 (1615-1616) yılında kitabın sahibi tarafından, Kudüs’te kardeşi Mustafa Efendi’ye gönderildiğini bildiren üçüncü bir kayıt daha var. Yazmanın yılı tam olarak belirlenememekle birlikte yazı üslûbundaki özelikler bu yazmanın Vatikan yazmasından önceye ait olduğunu gösteriyor. Eserin bir yerinde “Sunullah’ın ölümü hakkında 956 (1549-1550)” kaydı görülüyor. İlk yaprağının sağında, “târîh-i vefât-ı Osmân Paşa, sene 993 (Osman Paşa’nın ölüm yılı, 1585) yazmaktadır. Bu Osman Paşa kaynaklardan çıkarılan bilgilere göre Özdemiroğlu Osman Paşa olmalı.

Vatikan nüshası ne zaman bulunuyor peki?

İtalyan Ettore Rossi 1955’te bilim âlemini Vatikan yazmasından haberdar etmiş, iki sene sonra da neşretmiştir. Bu, “Hikâyet-i Oğuz-nâme-yi Kazân Beg ve Gayrı”, yani Kazan Bey Oğuznamesi Hikâyesi ve Başkası adlı altı hikâyeden oluşuyor. Hâlen Vatikan (Ms. Vaticano) Kütüphanesi’nde Türkçe (Turco) yazmalar 102. numarada kayıtlı olan yazmanın 58b-108a yaprakları arasında 48 yapraklık ikinci eserdir. 106-107. yaprakları eksik olan eser, her sayfasında 13 satır bulunan harekeli nesih hatlı bir yazmadır. Vatikan nüshasının da içinde bulunduğu yazmanın birinci eserinde 1512, “Hikâyet-i Oğuz-nâme-yi Kazân Beg ve Gayrı”dan sonraki yaprakta 1549 yılının bulunmasından eserin II. Bayezid (1481-1512) döneminde oluşturulduğu anlaşılıyor.

Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin, eldeki yazmaların 16. yüzyıl sonlarından kalmış olsa bile hikâyelerin Moğol döneminde ateşli silahların kullanılmasından önce oluştuğunu söylüyor.

Peki bu iki nüsha arasındaki temel farklar neler?

Vatikan yazması, genel olarak Dresden yazmasından daha doğrudur ve metni iyi anlayan biri tarafından yazılmış. Dresden yazmasında açık olarak Azerbaycan Türkçesi hususiyetleri göze çarpıyor, Vatikan yazması ise eski Osmanlı Türkçesine yakın.

Dede Korkut bu hikâyelerde nasıl bir fonksiyona sahip?

Evvela şunları söyleyeyim: Kendisi dışındaki eserlerde kendisinden iz, yazarından kayıt çok az veya hiç yok. Yazarının doğduğu yerin adı açık yeri seçik değil. Eser ortada, yılı yazılı değil. Sanki nüfus kâğıdı kayıp bir insan. Kütüphanenizde bir yere koyuyorsunuz, ama tarih içinde bir yere siz koyuyorsunuz. İçinize siniyor ama oturtacak yer bulamıyorsunuz. Bu kitabın içerisindeki metinlerin coğrafyası var mekânı yok. Zamanı var tarihi yok. Yaşanmışsa belgeleyemiyorsunuz, yaşanmamıştır diyemiyorsunuz. Artık bu birikimlik, hafızada bir kimlik olmuş. Kişisi belli, yeri belli, zamanı belli ağıtlar gibi. Bir ateş topu olarak doğuyor, yanıyor, yakıyor. Sonra belge kısmı unutuluyor ama insanın gönlünü efkârlandırıp yandırması, içini aydınlatıp ferahlatması devam ediyor. Gönülden dile, hafızadan kulaklara akıp gidiyor. Sahipliyken sahipsiz kalmış gibi gözüküyor ama herkesin malı oluyor. Karar ve hükümlerin Korkut Ata’nın hikmetleriyle dile getirildiği omurgasını irfan erinin sözlerinin oluşturduğu, hüner ehlinin bir kitabı.

Muhtevası bize tarihlendirme için bazı ipuçları sunuyor ama değil mi?

Elimizdeki hikâyeleri Asya’da Cengiz Kağan’dan sonra daha da etkili hâle gelen Moğol rüzgârının göçe zorladığı Türklerin Anadolu’ya gelişlerini, dağılan Anadolu Selçuklularından sonra beylikler dönemindeki yurt tutma mücadelelerini; Abbaslılar döneminde Fatımalılar tarafından Necid’den çıkarılarak önce Mısır, ardından da Kuzey Afrika’ya sürülen Hilâloğullarının (Aybekoğulları) göç ve kahramanlık destanlarıyla karşılaştırmaya değer. Aşağı yukarı aynı dönemlerde oluşan Hilâloğullarının kol destanları da toplu yerlerde saz eşliğinde anlatılıp dinlenmesi bakımından Köroğlu’na, yerin değişip kişilerin değişmemesi ya da kişilerin aynı kalıp hâdiselerin yeni yerleşilen yerlere uyarlanarak yaşatılması bakımından (Bamsı Beyrek boyu gibi) Dedem Korkut boylarına benzerlik gösteriyor. İran Sasanlı devleti şahlarından olup Ila boyundaki batı Kök Türk kağanı İştemi Yabgu’nun kızı Kiyan’la evliliğinden doğan oğlu IV. Hurmuz Türkoğlu sanıyla anılan, adaleti İran ve Arap edebiyatlarında dilden dile dolaşan, I. Hüsrev’den nakledilen bilgece sözler önce bu kitabın mukaddimesinde Korkut Ata’nın diliyle yerlileştirilmiş, sonra da ataların dilinden söylenmiştir.

Dede Korkut’tan ve bu hikâyelerden bahseden tarihî kaynaklar var mı? Varsa nasıl bahsediyorlar?

Türk nesrinin bu zirvedeki eserlerinden azcık da olsa Memluk tarihçisi ed-Devâdârî 1310 yılına kadarki hâdiseleri içeren “Dürerü’t-tîcân ve ġureru tevârîħi’z-zamân” adlı eserinde bahsediyor. Yine Alî Şîr-i Nevâyî’nin Herat’ta 1496’da yazdığı “Nesâyimü’l-Mahabbe” adlı eserinde Korkut Ata için şu ifadeler geçiyor: “Türk ulusu arasında şöhreti, şöhrete ihtiyacı olandan daha çoktur. Kendisinden yıllar önceki geçmişi ve yıllar sonraki geleceği bilmesiyle meşhurdur. Öğüt karışık özlü sözleri halk arasındadır.”

Bu hikâyeler ne zaman ve hangi coğrafyada söylenmiştir? Yazıya aktarılışı ile söylendiği zaman arasında ne kadar bir fark vardır?

Dede Korkut Kitabı’nın coğrafyası Doğu Anadolu. Türkler buraya 1071’den sonra yerleştiler. Oğuz Kağan Destanı’ndaki gibi bu metinde de Moğolca kelimelerin bulunması Cengiz Kağan’dan (1167-1227) sonraki dönemin izlerini taşıdığını gösterir. Eldeki yazmalar 16. yüzyıl sonlarından kalma olsa bile hikâyelerin doğduğu dönemin diliyle anlatılmasını saklamış olmalı. Bir metin, bir dönemden sonra ana dokusu değişecek biçimde yeni kelimelerle anlatılır olamaz. Eski kelimeler anlaşılmazlıklardan dolayı anlaşılan yeni kılıklara yavaş yavaş bürünebilir, o kadar. Bu belirleme geriye gidişin başlangıcını koymak içindi. Devâdârî’nin bu hikâyelerden haberi olduğuna göre, geriye bir dikkat noktası kalıyor: Hikâyelerde ateşli silahlara ilişkin bir kayıt yok. Top Avrupa’da 1343-1346’da kullanıldı. Buna göre hikâyeler Moğol döneminde ateşli silahların kullanılmasından önce oluşmuş olmalıdır.


Dede Korkut Kitabı’nın izinde…
M. SABRİ KOZ

Son zamanlarda kültürümüzle ilgili olarak duyduğum en güzel haberlerden biri Dede Korkut Kitabı’nın Azerbaycan ve Kazakistan’ın ortaklığı ile Türkiye adına Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne kaydedilmesidir. Bu gelişme yalnızca eski bir Türk destanının bir hikâye külliyatına dönüşerek yazmalara ve halk geleneklerine yansımış olduğunun fark edilmesi değil, büyük bir kültür birikiminin geniş bir coğrafyada yaşatılıyor oluşunun tespiti ve tescilidir. Bu yüzden UNESCO Millî Komisyonu’nu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı yürekten kutlarım.

“Türk Kahvesi” ve birçok başka unsur gibi “Dede Korkut”un da bu listeye 17. kültür varlığı olarak dahil edilmesi sevince sebep oldu.

Bu çok önemli haber, bende bir okur, bir editör, bir folklor araştırmacısı olarak Dede Korkut’la geçen yıllarıma şöyle bir dönüp bakma arzusuna yol açtı:

Bu eserle gerçek anlamda tanışıklığım İstanbul Eğitim Enstitüsü son sınıf öğrencisiyken oldu. Fikirtepe’den Cağaloğlu’na gittiğimiz günlerden birinde 1000 Temel Eser Dizisi’nden çıkan kitapları alıyorduk. Bu diziden üç kitap beni çok etkilemişti: Âşık Paşaoğlu Tarihi (Âşık Paşazâde, Haz. Nihal Atsız), Beş Şehir (Ahmet Hamdi Tanpınar) ve Dede Korkut Kitabı (Muharrem Ergin). İlkinde tarihle söylencenin iç içe geçişini, ikincide beş eski şehrimizi söyleşi, deneme, anı tadında ve Tanpınar’ın kaleminden bir başka türlü sevmeyi, üçüncüde ise Orhan Şaik Gökyay hocamız tarafından zaten derslerde yeteri kadar kulaklarımız doldurulduğu için görür görmez atlanmış bir havuz lezzetini tatmıştım.


DEDE KORKUT’LA KESİŞEN YOLLAR

O yıllarda bilmeden, anlamadan taraf olduğumuz Gökyay-Ergin çatışmasında tersi olması gerekirken okuduğum tam metin ilk Dede Korkut, 1000 Temel Eser’den Ergin neşriydi. Gökyay Hoca’dan 20 yıl sonra neşrettiği ilk cildi ile Türkiye’de bu esere filolojinin kapılarını aralayan saygı ile andığım Ergin’in bu popüler kitabı, kapağı ve içindeki desenlerle de etkilemişti beni. İtiraf etmeliyim, Gökyay Hocamla bu gerçeği hiçbir zaman paylaşamadım. Zaten mezuniyetin (1971) ardından alelacele görev yerime (Maraş, Elbistan, Ekinözü) gitmiş, iki yıl sonra da Dedem Korkud’un Kitabı (Orhan Şaik Gökyay, 1973) posta ile gelince gözüm başka bir kitap görmez olmuştu. Rahmetli Hoca, bizde merhum Kilisli Rifat’tan 22 yıl sonra bu eseri yeni harflerle yayımlayan ilk insandır (1938). O yıla kadar Dedem Korkud’un Kitabı oylumunda ben yalnız Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat’ını bilirdim. Doğrusu basımı çok uzun süren ve öğrencilik yıllarımda Hoca’nın Göztepe’deki evi-Millî Eğitim Basımevi-Türkiyat Enstitüsü (Ahmet Caferoğlu) arasında düzelti getir götürü ile hizmet ettiğim hayranlık uyandıran bu eserin bunca karmaşık bölümleme ve bilgi bankası gibi zengin içerikli olduğunu yayımlandıktan sonra anlayacaktım. Bugün her satırı ayrı ayrı kalemlerce tartışılıp eleştirilen, akraba metinler ve halk ağzından derlemelerle zenginleştirilmiş bu çalışmanın Türkiye’de yapılmış olmasını diğer hizmet erbabıyla birlikte girişte sevinçle dile getirdiğim uluslararası gelişmenin temel taşlarından biri olarak görürüm.

Sonraki yıllarda editörlüğünü yaptığım çocuk, genç, yetişkin okurlar için birçok Dede Korkut Kitabı ile yollarım kesişti. Bunlar arasında Dede Korkut Oğuznameleri (Semih Tezcan -HendrikBoeschoten, 2001) ve Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar (Semih Tezcan, 2001) beni şaşırtan iki kitap oldu. Doğrusu bu iki kitaptaki emeğe hayranlık duymamak elde değil. Gökyay Hoca’nın eseri bir okuma ve değerlendirme hazinesiydi, bu iki kitap ise filoloji kalesindeki burçlardandı.

YAŞASIN FİLOLOJİ, YAŞASIN FOLKLOR

Her eser eleştirilebilir, düzeltilebilir ve yeni çalışmalarla zenginleştirilebilir. Dede Korkut Kitabı da böyle oldu. M. Fahreddin Kırzıoğlu, Osman F.Sertkaya, Mustafa S. Kaçalin, Saim Sakaoğlu, Saadettin Özçelik, Mertol Tulum - Mehmet Mahur Tulum ve Salahaddin Bekki göz alabildiğine geniş ve daldıkça dibi derinleşen bu söz, edebiyat, folklor kuyusunu çeşitli yönlerden aydınlatanlardan birkaçı... Unuttuklarım beni affetsin ama rahmetli Gökyay’ın Dede Korkut araştırmalarının bitmeyeceği sözü de kulaklardan çıkmasın. Yaşasın filoloji, yaşasın folklor…

“Yaşasın folklor” dedim ya, bu söz bendeki halk dilinde yaşayan “Bey Böyrek” anlatılarının zenginliğine de değinme ihtiyacının bir tezahürü idi. Dede Korkut’un on iki boyundan ikisinin kahramanı olan Bamsı Beyrek’in halk hikâyesi olarak Anadolu’da gösterdiği zenginlik, çeşitlilik ve yaygınlık destandan hikâyeye, masala geçişin izlenebilir serüvenine çok güzel bir örnektir. Büyük aşkım cönklerin sararmış yapraklarında bir şeyler bulma umuduyla dolaşmalarımda sık olmasa bile rastladığım, eski dergi ve gazete taramalarımda gördüğüm bu destan parçasının yaşayan uzantıları, hemen hepsinde yer alan “Oğuz elleri” sözünü her okuyuşta tüylerimi diken diken eder. Elbette bu anlatılar üzerinde çalışmış, derlemeler yapmış olan Pertev Naili Boratav, A. Baha Gökoğlu ve Vahit Lütfi Salcı’yı da rahmet dilekleriyle, bu metni doktora tezi olarak çalışan Mehmet Alptekin’i ise sevgiyle anmama vesile olur.

Deli Dumrul ve Tepegöz boylarının tarihin derinliklerinden süzülüp gelmiş başka dil ve kültürlerin izleriyle de hemhal olmuş yaşayan anlatılarını unutmamak ve “Somut Olmayan Kültürel Miras”taki zenginliği asıl bundan sonra çalışmak gerektiğini de akıldan hiç çıkarmamak gerekir.

Azerbaycanlı araştırmacıların emeklerinden de söz etmeden geçmek haksızlık olur. İki kitabı analım: Hamid Araslı’nın, Kitâb-ı Dede Gorgud (Bakı 1939, 1978) adlı eseri, yayın kurulunda ve biyografisi verilen araştırmacılar arasında Türkiye’den bilim insanlarının da bulunduğu iki ciltlik Kitabi-Dede Qorkud Ensiklopediyası (2000) içerdiği edisyon kritik, açıklamalı sözlük, tıpkıbasımlar; görsel malzemeler ve Dede Korkud Ansiklopedisi bakımından çok önemlidir. Ayrıca Behlül Abdulla, Kamal Abdulla, Fuzuli Bayat, Şamil Cemşidov, Ferhad Zeynalov gibi birçok Azerbaycanlı bilim insanı Dede Korkut Kitabı’nın araştırılıp incelenmesine katkıda bulunmuşlardır.

Dede Korkut, Oğuznamelerde Türk destanlarında olduğu gibi beylere ve diğer yöneticilere öğüt veren bilge, sözü dinlenen, tecrübeli, aynı zamanda yer yer kerametleri de anılan bir veli olarak tanımlanabilir.
Dede Korkut Oğuzların yol göstericisidir
SADETTİN ÖZÇELİK

Dede Korkut hakkında tarihî kesin bilgi yoktur. Dede Korkut, “Oğuzname” adını verdiğimiz hikâyelerde satır aralarında veya özellikle son bölümde Dede Korkut, Dedem Korkut, Korkut Ata ve Dede Sultan diye anılan bilgedir. Bu bilge, Türkler ve sözlü geleneği sürdüren ozanlar arasında adı yayılmış saygın bir kişiliktir. Dede Korkut, anlattığı Oğuzname adlı bu hikâyelerden edindiğimiz kanaate ve izlenimlere göre tanıdığımız tarihî bir kişiliktir. Kendisinin adı Ali Şir Nevâi’nin “Nesâyimü’l-Mahabbe” adlı eserinde, Yazıcı Oğlu’nun “Selçukname”sinde ve “Şecere-i Terakime” adlı eserde Korkut Ata diye anılır.

Dede Korkut, Oğuznamelerde Türk destanlarında olduğu gibi beylere ve diğer yöneticilere öğüt veren bilge, sözü dinlenen, tecrübeli, aynı zamanda yer yer kerametleri de anılan bir veli olarak tanımlanabilir. Anlattığı Oğuznamelerin kahramanları Oğuz beyleri ve çocuklarıdır. Dede Korkut, Oğuznamelerde ikinci plânda kalsa da anlatılan olaylarda önemli roller üstlenerek kendini hissettirir. O, Oğuzların yardımcısı, yol göstericisi, bilicisidir. Oğuzlara, düşmanları ve türlü tehlikeler karşısında aklı ve bilgeliği ile yardımcı olan, bey çocukları kendilerini kanıtlayan yararlıklar gösterdiğinde onlara ad verip dua eden Dede Korkut, her hikâyenin sonunda da kahraman ve dinleyiciler için dua eder.


Oğuznamelerde hikâyeler genel anlamda Dede Korkut tarafından anlatılıyor gibidir. Kendisi Oğuz boyları için destânsı hikâyeler anlatıp onlara öğüt niteliğinde dersler verir. Hikâyeleri cesaret, kahramanlık zevkini aşılayan dinî motiflerle işler. Oğuznamelerde Dede Korkut’un bu destansı hikâyeleri kopuz eşliğinde anlattığı izlenimini ediniriz.

Dede Korkut, sadece Anadolu’da değil, bütün Türk coğrafyasında adı bilinen bir bilgedir. Yunus Emre ve benzer şahsiyetler gibi Asya’dan Anadolu’ya yer yer onun mezarı olduğu konusunda rivayetler vardır.

Uygur’lardan
Balkanlara uzanan bir hikaye
SAİM SAKAOĞLU

Dede Korkut boylarıyla ilkokul yıllarımda, çocuk dergilerinin hikâye ve masal sayfalarında tanıştığım zaman onların bir kültürün temel taşlarından biri olduğunu elbette bilmiyordum. Bu çocukluk algılarımdan kurtulmam için bir üniversitede öğrenci değil öğretim elamanı olmam gerektiğini de çok sonraları öğrenmiştim. Doktora tezime kaynak oluşturacak masalları derlemek için Gümüşhane ilimizin ve o yıllarda buranın bir ilçesi olan Bayburt’un yollarına düştüğüm zaman ileride Dede Korkut üzerine pek çok çalışma yapacağımı da bilmiyordum. Ancak Haziran 1969’da bu ilçemizde masal anası Saliha Bilen ile tanışmam bana Dede Korkut’un kapısını açıvermişti. Ondan derlediğim bir Tepegöz ve bir Bey Böyrek hikâyesi beni bu alana çekiverdi. O günden beri bu, halk dilinde bazen masal, bazen hikâye olarak adlandırılan boy’larla ilgilenmeye başladım. Aşağıda, bu 49 yılın süzgecinden damlayanlar sunulacaktır.

Hatırlatalım, bu temel kitabımızın Dresden nüshasında oniki, Vatikan nüshasında ise altı boyun metinlerine yer verilmiştir. Biz görüşlerimizi daha çok Dresden üzerinden vereceğiz.



Bu oniki boyun sadece dördü Anadolu Türkleri arasında anlatılmaktadır. Ayrıca bunlardan bazılarının pek çok anlatmasının derlenmesine karşılık sadece bir derlemesi bulunan boyda vardı: “Salur Kazanun İvi Yağmalandugı Boy”. Bu durum, artık birer boy olmaktan çıkıp hikâye ve masal kimliğine bürünen boyların toplumca gördüğü ilgiye bağlanabilir. Buna karşılık Asya Türk coğrafyasında çok sevilen ve yaygın bir anlatım alanına sahip olanlar arasında bulunan boyların ise Anadolu coğrafyasında bilinmediği görülmektedir: “Kanlı Koca Oğlı Kan Turalı Boyu” gibi.

Uygur Özerk Bölgesi’nden Balkanlara kadar çok geniş bir alanda anlatılan ve özgün adıyla boy, kazandıkları yeni anlatım biçimleriyle hikâye veya masal diye dillendirilen anlatımların Türk dünyasındaki önemi nereden kaynaklanmaktadır?

ORTAK TARİH ORTAK ZEVKLER

Tarih, dil ve edebiyat alanlarının bilginleri ile sosyologlar bu boyları ele alırken bazı noktaları göz önünde bulundurur ve şöyle bir soruyu ortaya koyarlar: Bütün bu boylar nerede, ne zaman ve Türklerin hangi dil döneminde ortaya konulmuştur? Bu soruyu cevaplandırırken boyların dil özelliklerine, olaylardan tarih sayfalarında ne dereceye kadar yer bulabildiklerine, toplum hayatının hangi dönemin izlerini taşıdıklarına bakarlar. Bütünüyle olmasa bile bazı ortak noktalarda buluşulur. Bu ortak noktalar genelde Türklerin tarih ve coğrafyalarıyla örtüşür.

İşte bu örtüşme sonucu Türkler ortak bir tarihe sahip olduklarını, ortak tarihin de onlarda ortak bir zevki sağladığını bilirler. Bu farkındalık onların ortak olarak değerlendirdikleri ürünlere sahip olmalarına yol açar.

Ancak her boyun her coğrafyada bilinmemesinin de sebepleri araştırılmalıdır. Biz, toplumların bazı konularda daha duyarlı olduklarını, bazı geleneklere olduğu gibi bazı anlatmalara da fazlasıyla sahip çıktıklarını biliyoruz. Yaşadıkları coğrafyanın onların üzerinde bıraktığı izlere göre anlatmalaroluştuğunu ve şekillendiğini, zamanla ise coğrafi özellikleri sebebiyle bazı değişikliklere uğradığını da göz önünde bulunmak zorundayız.

Sonuç olarak ortak bir kökten geldiklerini kabul eden toplumların elbette fazlasıyla ortak noktaları olacaktır. Böylece aralarında var olan bağların sürekli olabilmesi o bağlara sımsıkı bağlanmalarını, arkalarında yeni bağlar kurmalarını gerektirecektir. İşte “Kitâb-ı Dedem Korkud” böyle bir bağın kurulmasında öncü olacak unsurların başında gelmektedir ve bu sebeple büyük bir önem taşımaktadır.

Özellikle dilcilik alanı çalışanlarınca onun en özellikli yanı, çok kaygan ve sarp bir karma malzemeden oluşan karışık dil yapısıdır. Metnin tam olarak anlaşılmasında bugüne kadarki çalışmalarda karşılaşılan asıl güçlük de dilindeki bu karma ve karışık yapıdan kaynakla-nmıştır.

Yazma nüshalar çok yanlış barındırıyor
MEHMET MAHUR TULUM

Dede Korkut Oğuznameleri’nin konu ve içerik açısından önemi tartışma götürmeyecek derecede açıktır. Bu yönüyle bugün elde bulunan nüshaların kapsadığı metinlerin Türk kültür tarihinin çok sayıdaki yazılı ürünü arasında eşsiz bir yeri olduğu da su götürmez. Ama özellikle dilcilik alanı çalışanlarınca onun en özellikli yanı, çok kaygan ve sarp bir karma malzemeden oluşan karışık dil yapısıdır. Metnin tam olarak anlaşılmasında bugüne kadarki çalışmalarda karşılaşılan asıl güçlük de dilindeki bu karma ve karışık yapıdan kaynaklanmıştır.

Ele geçmiş bulunan yazma nüshaların çok sayıda yanlış barındırıyor olması, böyle bir dil yapısını daha önce tanımamış kimselerce yazıya geçirilmiş ya da çekimlenmiş olmasından kaynaklanır. Kimliğini bilmediğimiz o elleri öpülesice yazma emekçileri kim bilir anlayarak yazabilme uğruna ne sıkıntı çekmişler, kim bilir tanımlayamadıkları kelimeleri bildiklerine benzetmek için ne kadar uğraşmış, ne kadar kafa yormuşlardır? Onların saygıyla ve minnetle anılası emekleri ve uğraşlarıyla çözemediği düğümlü satırlar, işte tam da bu yüzden bu iyi niyetli çabalarla bize yeni düğümler eklenmiş olarak ulaşmıştır. Anlamı kimi zaman büsbütün örten bu düğüm üstüne düğüm atılmış satırlar ona yaklaşma yolunda engeller oluşturmuş, bu engelleri kaldırmak için gösterilen çabalar 200 yıldır süregelmiş, ama metnin renkli ve zengin dünyası yine de tam anlamıyla görünür kılınamamıştır.


Oğuznameler’in dili, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir karma yapı görüntüsü taşır. Bu görüntü, yalnızca eş ve art zamanlı değil, çok zamanlı bir dil malzemesi barındırıyor olmasıyla ilgilidir. Aynı çok zamanlılık Oğuzların göçebe bir halk olarak kendilerine kurdukları dünya, sürekli yer değiştirerek tanıdıkları her yeni coğrafyada karşılaştıkları, insan başta olmak üzere, bildikleri ve tanıdıklarından başka karakterde, biri diğerine benzemez nitelikte onca varlık ve durumla ilişkilerinden doğan kültürleri için de söz konusudur. Alabildiğine yaman bir yaban hayatının zorlu yamaçlarına sarmak, yüksek dağ sırtlarını aşmak için sahip olmaları gereken her türden maddi güç, olanak ve donanım yanında, edinmek ve günlük hayatlarında yaşamak ve yaşatmak zorunda bulundukları doğal bir iç donanım ve böylesi bir hayatın ürettiği insan değerleri yansımaları yönünden de Oğuznamelerde zaman art zamanların içindedir. Yalnızca inanç alanında yapılacak kısa bir gezinti bile bu görüşümüzü haklı kılar.

Kapalı anlam kapılarını açacak anahtarlar her metnin kendisindedir, yapılması gereken onları ele geçirmenin yollarını bilmek ve bulmaktır. Her metnin birden çok anahtarı olsa da, bütün metinlerin ortak bir anahtarı vardır, o da “bağlam” dediğimiz, gizlenmiş anlam değerlerini saklayan hazinenin şifrelenmiş kapısına uyan anahtardır.

#dede korkut
5 yıl önce