|

Birilerinin de Türkler'in yaşadığı zulümleri hatırla(t)ması ne güzel!

1990'larla birlikte ortaya çıkan yeni Türk sineması hareketinin en değerli ve entelektüel açıdan da en yetkin temsilcilerinden biri konumundaki Derviş Zaim, kariyerinin beşinci filminde kamerasını bu kez 1960'ların başlarına, Kıbrıs'ta ırkçı-ayrılıkçı Rum terörünün doğuşuna çeviriyor. Çok da iyi yapıyor; çünkü Türkleri 'yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük zâlimleri' olarak göstermek için canını dişine takmış 'etnik öfke filmleri' izlemekten artık resmen gına gelmişti!

Ali Murat Güven
00:00 - 12/03/2011 Cumartesi
Güncelleme: 02:05 - 13/03/2011 Pazar
Yeni Şafak
Birilerinin de Türkler'in yaşadığı zulümleri hatır
Birilerinin de Türkler'in yaşadığı zulümleri hatır
alimuratg@yahoo.com

GÖLGELER VE SURETLER

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2010, Türkiye-KKTC ortak yapımı
Türü ve Süresi:
Savaş odaklı drama / 116 dakika
Gösterim Formatı:
35 mm standart pelikül film
Perdedeki Resim Oranı:
1.85:1
Yapımcılar:
Oktay Odabaşı, Derviş Zaim, Marsel Kalvo
Yönetmen:
Derviş Zaim
Yardımcı Yönetmen:
Utku Bildirgen
Senarist:
Derviş Zaim
Görüntü Yönetmeni:
Emre Erkmen
Özgün Müzik Bestecisi:
Marios Takoushis
Kurgucu:
Aylin Zoi Tinel
Uygulayıcı Yapımcı:
Emre Oskay
Sanat Yönetmeni:
Elif Taşçıoğlu
Kostüm Tasarımcısı:
Hüseyin Özinal
Makyaj Tasarımcısı:
Bilay Özgök
Ses Kayıt Teknisyeni:
Mustafa Bölükbaşı
Ses Tasarımcısı:
Kostas Varibopiotis
Oyuncular:
Osman Alkaş (Veli), Popi Avraam (Anna), Erol Refikoğlu (Salih), Hazar Ergüçlü (Ruhsar), Settar Tanrıöğen (Cevdet), Buğra Gülsoy (Ahmet), Ahmet Karabiber (Dimitri), Nadi Güler (Rum köylü), Ekrem Yücelten (Ârif), Cihan Tarıman (Rıza), Constantinos Gavriel (Hristo), Pantelis Antonas (Thanasis), Thomas Nikodimou (1. Rum polis), Andreas Makris (2. Rum polis)
Yapımcı Şirketler:
Maraton Film-Yeşil Film ortaklığı
Dağıtıcı Şirket:
M3 Film
İçerik Uyarıları:
Savaş şiddeti içerdiğinden dolayı, 13 yaşından küçük izleyiciler için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi?
/ ŞARTLI EVET
(Ailenin küçük üyelerinin 13 yaşından daha büyük olması şartıyla)
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* * * 1/2

* * *

FİLMİN KONUSU:
Yıl 1963… Rum ve Türk nüfusunun barış içinde bir arada yaşama sözü vermesiyle kurulan
Kıbrıs Cumhuriyeti
'nin temellerinin yavaş yavaş çatırdamaya başladığı kasvetli günler…
Türkler
'in topyekün kovulmasını ve
Ada
'nın bütünüyle
Yunanistan
'a ilhak edilmesini hedefleyen Rum terör örgütü
EOKA
, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu yerleşim merkezlerine yıldırma amaçlı ilk saldırılarını düzenlemeye başlar.
Karpaz
yöresinde yaşayan Karagöz oynatıcısı
Salih
, köylerine yapılan saldırıdan sonra evini barkını geride bırakıp, yanında 15 yaşlarındaki kızı
Ruhsar
ve cebinde de gölge oyununda kullandığı
“suretler”
le birlikte, hemen yakınlarda bulunan, uzun süredir görüşmediği biraderi
Veli
'nin yaşadığı diğer köye sığınır.
Salih
'e göre hem sezgi, hem de karakter açısından daha düşük çaplı biri olan
Veli
, Türkler ve Rumlar'ın topyekün bir savaşa girişeceğine kesinlikle inanmamaktadır. Ruhen çökmüş durumdaki ağabeyini durumun düzeleceğine ilişkin sözlerle yatıştırmaya çalışsa da, görmüş geçirmiş biri olan
Salih
yaklaşan felaketi içten içe hisseder. Ardından da kızıyla birlikte köyden
Mağusa
kentine yaptıkları başarısız bir kaçış denemesinde gizemli bir şekilde ortadan kaybolur.
Babasını yolda kaybettikten sonra amcasının köyüne çaresizce geri dönen
Ruhsar
, diğer bütün Türk akranları gibi, kendilerini her fırsatta aşağılayan, onlara hayat hakkı tanımayan Rum yönetimine karşı derin bir hınçla doludur. Öyle ki zaman zaman bu öfke patlamalarından olaylara hiç karışmayan masum Rum köylüleri de nasibini almaktadır.
Veli
'nin yan komşusu
Anna
, Ada yönetiminin ülkeyi adım adım iç savaşa götüren faşizan uygulamalarından muzdarip pek çok Rum'dan biri olarak, ne yapacaklarını şaşırmış durumdaki bu amca-yeğene alabildiğine sınırlı imkânları dahilinde yardımcı olabilmek için kendince çırpınır durur. Ancak, her iki taraftan iki niyetli insanların çırpınışları sonucu değiştirmeyecek ve Kıbrıs Adası, yazgısında yer alan büyük felakete doğru hızla koşacaktır.


* * *
Kulağıma gelen haberlere göre,
6 Mart
akşamı,
Kıbrıs
'ta
“Yeşil Hat”
olarak bilinen tarafsız bölgede
Derviş Zaim
'in son filmini hem diğer Türk davetliler, hem de bizzat yönetmenle birlikte oturup izleyen (Ada'daki terör dönemine tanıklık etmiş) bazı yaşlı Rumlar dayanmayıp ağlamış ve
“Bu filmde anlatılanların hepsi doğrudur, her şey böyle başladı”
şeklinde açıklamalar yapmışlar.
Bu, hiç kuşkusuz ki evrensel insanlık değerleri adına son derece önemli ve anlamlı bir tablo; fakat ben söz konusu hikâye için samimi kefaletini ortaya koyan kimi aklı başında Rumlar'a rağmen,
Zaim
'in
“Kıbrıs'ta Rum mezâlimi”
ni ağırbaşlı bir yaklaşım içinde anlatan yeni filmi
"Gölgeler ve Suretler"
e
Türkiye
'deki bazı çevrelerin fena hâlde illet olacağını (dahası, anılan yapıtın ön gösterimlerinin yapıldığı festivallerde çoktan illet olduğunu) da gayet iyi bilmekteyim. Sözgelimi,
“Emir Kusturica'yı ağırlama denemesi”
yapan, fakat muhafazakâr medyadaki bazı
“faşistler”
in yoğun muhalefeti nedeniyle amacına ulaşamayan (yazının tam da bu noktasında güçlü bir kahkaha efekti olduğunu varsayın) son
Antalya Film Festivali
'nde şöyle bir olay yaşandığını biliyorum.
“Gölgeler ve Suretler”
in jüriye yönelik yarışma gösteriminden çıkan -Türk sinemasının son yıllarda epeyce bir etiket yapmış-
“solcu”
kadın oyuncularından biri
“Ne kadar kel alâka bir film bu”
demişti,
“Ne gereği vardı şimdi Kıbrıs'ta Türkler'in yaşadığı zulmü falan anlatmaya? Derviş giderek faşistleşiyor mu ne? Hiç sevmedim bu son çalışmasını!”
Ben bu olayı, o gün oralarda bulunan bazı meslektaşlarımdan dinledim. Aslına bakarsanız, ortada absürd bir durum yok; çünkü manzaraya kendileri açısından bakıldığında herkes haklı… Mâlûm, devir Türkler'in -tıpkı
Nazi Almanyası
'ndaki
SS polis teşkilâtı
gibi- yeryüzündeki bütün kötülüklerin cisimleşmiş bir örneği olarak sunulduğu filmler çekme devri… Sadece etnik açıdan kendini çok farklı ve uzak bir noktada konumlandıranlar da değil,
biyolojik olarak Türk sayılanlar
bile bu kitlesel histerinin pençesinde… Çünkü
Eurimages Sinema Destek Fonu
çoğunlukla böyle hikâyelere para veriyor, dünyadaki bir çok festival böyle filmleri ödüllendiriyor. Bırakın dünyayı, bizim
Kültür Bakanlığı
'nın yardım sandığı bile bu yöndeki filmleri hemen hiç boş çevirmiyor. İstanbul'un, ben bir kısa film ya da belgesel çektiğimde, dış mekânları kullanabilmem için
saatine 1500 dolar işgaliye parası
isteyen en popüler belediyesi,
“Türklere yönelik derin sancıları olan”
filmler için caddelerini sinemacılara günlerce bedavaya açıyor ve ortalığın çöplüğe çevrilmesine ses çıkarmıyor.
O yüzden, son dönemdeki ulusal sinema dalgasının en değerli temsilcilerinden, hattâ bana göre bu yönüyle en ayrıcalıklı ismi olan Kıbrıslı yönetmen
Derviş Zaim
'in ortaya koyduğu bu yapıt çok çok önemli…
1964-Gazi Mağusa
doğumlu
Zaim
, hayatı okuyuş biçimi itibarıyla, ta
1996
tarihli ilk filmi
“Tabutta Rövaşata”
dan bu yana
“sol”
a yakın duran bir sanatçı… Fakat, biz
“sağcılar”
ın
Üstad Necip Fazıl
'dan ödünç alınmış bir deyişle
“fikrinin namuslusu”
dediğimiz, kendi yolunda sessiz sedasız ilerlerken bir yan yolda bundan daha yüksek bir hakikatin izini süren,
“madde”
nin yanında
“mânâ”
yı, fiziğin yanında metafiziği de ihmal etmeyen bir yaklaşım sergilemekte… Ki sinemamızda bu tür bir tinsel arayışın örneklerini ortaya koyan diğer iki önemli sanatçı da
Semih Kaplanoğlu
ve -kısmen-
Nuri Bilge Ceylan
Zeki Demirkubuz
'u bu gruba bilerek dahil etmiyorum; çünkü onun sineması
“insan”
dan yana ümidi bütünüyle kesmiş durumda;
Nietzche
,
Kafka
ve
Dostoyevski
'nin bileşkesi görünümündeki yoğun bir karamsarlığın taşıyıcısı/yayıcısı olarak, doğru ya da yanlış, Türk sineması içinde bambaşka bir yaklaşımı temsil etmekte…
Aslına bakarsanız,
Zaim
'in sinemasının ideolojik açıdan
“Türkiye'ye ve Türklere bol bol giydir, yardımları ve ödülleri topla”
mantığıyla hareket eden sığ yapımların kolaycı yoluna meyletmeyip bambaşka bir yataktan akacağının ilk sinyallerini, daha
2000
yılında gerçekleştirdiği ikinci filmi
“Filler ve Çimen”
de de gözlemlemek mümkündü. Nitekim, ortalıkta pek lafı edilmese bile, bu filmin alt okumasını doğru yapma noktasında yeterince mahir olan kimileri
“Filler ve Çimen”
deki böylesi nüansları henüz o günlerde yakalamayı başardı. Yönetmenin, -
Ergenekon
yapılanmasının da baş müsebbibi konumundaki-
"derin devlet"
in
uyuşturucu ticareti
,
insan kaçırma
,
faili meçhul cinayetler
,
haraç
,
gasp
ve daha nice kirli işlerinde karşılıklı etnik nefret engeline hiç takılmaksızın yıllardır pek güzel şekilde yürüyüp giden alternatif
“Türk-Kürt ittifakı”
na pek mânidar vurgular yaptığı bu
“erken ötmüş”
film, farkında mısınız bilmem, sinemalarda gösterilmesinin üzerinden
11 yıl
geçmesine rağmen hiç bir majör kanalda yayımlanmıyor. Anlattığı sevimsiz (!) hikâye nedeniyle vaktiyle bazı Türkler'in de bazı Kürtler'in de canını fena hâlde sıkmış bir çalışma olarak, o gün bugündür üzerinde açıkça deklare edilmemiş bir yayın ambargosu var.
Derken, 2000'lerin ikinci yarısıyla birlikte, Anadolu topraklarında kök salmış kadim sanatlara ilişkin metaforlarla bezeli hikâyelere merak sardı
Zaim
ve bunun sonucunda ilk olarak
2005
yılında,
“minyatür”
sanatına odaklanan
“Cenneti Beklerken”
doğdu; ardından da
2008
yılında
“hat”
sanatını sinemasal bir dile dönüştüren
“Nokta”
geldi. Kör parmağım gözüne mesajlar ve kaba saba ideolojik yaklaşımlara prim vermeden, dünya meselelerinin oldukça incelikli, estetik boyutuna azamî düzeyde özenilmiş bir sinema dili üzerinden tartışıldığı bu müstesna yapıtlar, en sonunda huzurumuza üçlemeyi kapatan son halka olarak
“Gölgeler ve Suretler”
i getirdi.
Bu filmin başrolünde de bir başka kadim Anadolu sanatı, Yunanlılar'la bir türlü paylaşamadığımız geleneksel gölge oyunumuz
“Karagöz”
var.
Bundan bir kaç yıl önce
Londra
'daki ünlü sinema müzesi
“M.O.M.I”
yi (Museum of Moving Images) gezerken,
“Sinemanın Kökenleri”
başlıklı bir galeride, camekânın ardında deve derisinden yapılma
Hacivat-Karagöz
figürleri görüp ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. Daha da önemlisi, müzenin kuratörleri bu figürlerin yanlarına
“Geleneksel Türk gölge oyunu Karagöz'ün baş karakterleri”
şeklinde bir açıklama kartonu koyarak, bizce mâlûm olan bir gerçeği tescil ediyorlardı. Ancak, işin peşini bırakmamaya niyetli olan Yunanlılar,
2004-Atina Olimpiyatları
'nın açılışında bu iki gölge oyunu kahramanının dev maketlerini stadyumda gezdirdiğinde, manzarayı ekranda izleyen pek çok vatandaş gibi benim de sinirden saçlarım dikilecekti. Gerçi,
Ezel Akay
'ın
2006
yapımı filmi
“Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?”
de alttan alta verilen tarihsel bilgilerden sonra son raundu yine biz almış gözüküyoruz; fakat tahminim o ki bu kültürel mücadele daha uzunca bir süre devam edip gidecektir.
Zaim
'in yeni filminde, öğrenme fırsatı bulduğum pek çok yeni şey gibi, Türkler ile Rumlar arasındaki Karagöz didişmesinin kökenlerine ilişkin olarak da çok değerli bazı ipuçları yakaladım. Yönetmen, yaşlı ve yaşlılığının hakkını veren bilgelikteki bir Karagöz oynatıcısı üzerinden başlattığı hikâyesinde, bir zamanlar
Osmanlı uluslar şemsiyesi
altında bir arada yaşayan her iki toplumun da bu oyunu çok sevdiğini ve köyden köye taşınan gösterileri çoğu kez birlikte, uzun süreli bir usta-çırak ilişkisi içinde yürüttüğünü hatırlatarak, bugün yaşanan
“patent çekişmesi”
nin kökenlerine -yakıtı
"empati"
olan- bir fener tutuyor.
Ayrıca, gölge oyunu ustasının, ölümü yaklaştığında gösteride kullandığı figürleri (onlar bu figürlere
“suretler”
diyor) bir akrabasına verip,
“bunları mümkün olduğunca uzak bir yere gömmesini vaziyet etmesi”
şeklindeki ilginç geleneği de yine bu -öğreticilik açısından 20 film kudretindeki- hikâyeden öğrendim. Kızıyla birlikte Rum çetelerinin teröründen kaçan
Kuklacı Salih
, biraderi
Veli
'ye
“Ben ölürsem mutlaka göm onları, yoksa suretler ruhuma ısdırap verir”
derken bu tür geleneksel sanatların bünyesindeki mistik öğretilere ne denli güçlü bir vurgu yapıyorsa,
Veli
'nin
“Yahu ağabey, Allah aşkına inanma böyle şeylere, bunların hepsi batıl itikat”
şeklindeki cevabı da onları sarıp sarmalayan manevîyatı hafife alan sığ materyalist yaklaşımın örtülü bir eleştirisi aslında… Çünkü, son tahlilde kazanan ve söyledikleri doğru çıkan
“gerçekçi” Veli
değil,
“hayâlperest” Salih
oluyor.
Gerçi, aşağıdaki tamamlayıcı bölümde hafiften bir değindim; fakat yazının burasında hakkı hak sahiplerine teslim edebilmek için sözü bir kez daha filmdeki oyunculuklara getirmeyi gerekli görüyorum. Başta Rum köylü kadını
Anna
'yı canlandıran
Popi Avraam
ve
Veli
rolündeki
Osman Alkaş
olmak üzere, hikâyede ağırlıklı bir yer işgal eden bütün karakterler, onları taşıyan oyuncular tarafından o kadar iyi canlandırılmış ki… Rolüne kattığı samimiyetle ayakta alkışladığım
Avraam
'ın yanısıra, inanmadığı bir savaşın tam orta yerinde sıkışıp, üstüne üstlük bu savaşta son derece stratejik bir rol üstlenmek zorunda kalan
Veli
'yi beyazperdeye taşıyan Kıbrıslı aktör
Alkaş
, genç kuşaklara sırf bakışlarıyla bile iki saat boyunca
drama dersi
veriyor. Yanı sıra, son yılların ışık hızıyla yükselen aktörlerinden
Settar Tanrıöğen
köyün yeme-içmeye fazlaca düşkün saf çobanı
Cevdet
rolünde ve (yine Kıbrıslı olan) aktör
Erol Refikoğlu
da
Kuklacı Salih
karakterini canlandırırken diğer oyunculara göre biraz daha kısa süreli, fakat etki açısından aynı düzeyde güçlü kompozisyonlar çizmekteler…
Filmi sırtında taşıyan karakter olarak,
Derviş Zaim
'in Ada'da yaptığı seçmelerde bulduğu lise öğrencisi
Hazar Ergüçlü
'ye de özel bir saygı çiçeği göndermek gerek…
Ergüçlü
, dönemin koşullarını pek güzel yansıtan bakımsızlığı ve olup bitenler karşısında haklı bir gençlik isyanının ifadesi olan doğal hırçınlığıyla rolüne cuk oturmuş. Özellikle, aşağıda da işaret ettiğim
“otobüsten indirilip sorgulanma”
sahnesinde zirve yapıyor bu abartısız oyunculuğu…
Öte yandan,
Zaim
'in de filmin bir yerinde, onu simâ olarak tanıyanlar için hoş bir sürprize dönüşen gayet başarılı bir
“cameo”
sunun (yönetmenin kendi çektiği filme anlık katılımı) bulunduğunu özenle kaydedelim.
“Gölgeler ve Suretler”
de içime sinmeyen yegâne nokta, 1960'ların başlarındaki Kıbrıs'ı betimleyecek olan kostüm ve dekorların, bizleri bugünlerden kopartıp o günlere tam anlamıyla taşıyacak bir yoğunlukta kullanılmaması oldu ki bunun da filmin bütçe sorunlarından kaynaklandığını tahmin ediyorum. Gözümüz böyle bir dönem filminde, geçmiş zaman algımızı pekiştirecek daha fazla sayıda eski model otomobil ve günlük eşya, o döneme ilişkin daha fazla mekân ve kostüm görmeyi arzu ediyor; fakat film ise bu beklentiyi ancak belli bir noktaya kadar karşılayabilmekte... Dediğim gibi, benim gözümün sezdiği bu eksikliği mutlaka
Zaim Hoca
da fark etmiştir; fakat onun da eldeki kaynaklar ölçüsünde hareket ettiği muhakkak. Buna karşılık,
Anna
'nın (her nedense kafamda hep yaşlı başlı Rum hatunlarıyla özdeşleşmiş olan) o çirkin sarı renkli ve diz üstünde biten naylon çorabı bile, gayrımüslim kadınların anlatılan dönemdeki giyim-kuşam alışkanlıkları üzerine tek başına çok isabetli bir gözlemdi!
Kıbrıs'ta 1960 ve 1970'lere damgasını vurmuş ayrılıkçı Rum terörü gündeme geldiğinde,
ortalama bir Türk
'ün bu konuda soğukkanlılığını koruyabilmesi pek mümkün değil… Sözgelimi, ben, Kıbrıs'ta toplu katliam yapılmış bazı köyleri, o köylerden birinde karısı ve beş çocuğu öldürülüp yakılmış ve kalıntıları da topluca gömülmüş olan
“Türk Mukavemet Teşkilâtı”
gâzisi bir adamla birlikte gezmiştim. Orada gördüklerim ve dinlediklerimden sonra, böyle bir filmi ben çeksem muhtemelen çok daha sert sözler söylerdim.
Fakat,
Derviş Zaim
“ortalama bir Türk”
değil,
“bilge bir Türk”
… O yüzden de son derece trajik gelişmelere sahne olmuş bir iç savaş atmosferini anlatırken bile soğukkanlılığını yitirmiyor; karşı tarafta bulunan ve böylesi bir zulme tepki koymaya çabalayan
Anna
gibi,
Dimitri
gibi
“gavurlar”
ın varlığını da asla es geçmiyor. Hiç kuşkusuz ki bu yönüyle,
Alan Parker
'ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün Türkler'i kana susamış birer vahşi olarak gösteren
“Geceyarısı Ekspresi”
ya da
Tomris Giritlioğlu
'nun
6-7 Eylül 1956
'da Rumlar'ın evleri yağmalanırken İstanbul sınırları içinde buna karşı çıkan yegâne kişinin emekli bir subayla gariban bir kapıcı olduğunu savlayan misyon filmi
“Güz Sancısı”
ndan çok daha
“yüksek ruhlu”
bir sinema örneği bu… Küçücük bir adada kendi hâllerinde yuvarlanıp giden sıradan insanların, tepedeki yöneticiler tarafından toplumun damarlarına pompalanan bir nefret söylemi eşliğinde adım adım nasıl da bir
“paranoyaklar topluluğu”
na dönüştürüldüğü gerçeği, bir tek sahnede bile ucuz hamasetin, faşizan bir milliyetçiliğin tuzağına düşmeden ancak bu kadar tarafsız ve dürüst bir yaklaşımla anlatılabilirdi.
Birbirinden dandik filmlerin binbir tantana eşliğinde,
en az 300-400 kopyayla
gösterime sunulduğu bir ülkede
yalnızca 25 kopyayla
piyasaya çıkma şansı bulmuş olsa da, yaşadığınız şehirdeki bir salonda gösteriliyorsa
“Gölgeler ve Suretler”
i ne yapıp edip izleyin; yanısıra eşinize, dostunuza ve çocuklarınıza da izletin. Böylelikle, namuslu bir Türk sinemacısının tertemiz sinemasına fazlasıyla hak edilmiş bir destek vermiş olacaksınız.

* * *

FİLMİN EN GÜZEL SÖZÜ:

(Kıbrıslı Rum köylüsü Dimitri'den Kıbrıslı Türk köylüsü Veli'ye)
“Bu kötü günler nasıl olsa bir şekilde gelir geçer. Asıl mühim olan, bizim bunların sonrasında yine birbirimizin yüzüne bakabilecek bir hâlde kalmamız…”

FİLMİN EN GÜZEL SAHNESİ:

Türk kızı
Ruhsar
'ın
Mağusa
'ya giden köy otobüsünden indirilişi, Rum polisinin
Ruhsar
'ı aşağılayan bir tavırla sorgulayışı, genç kızın
“Merak etmeyin, biz artık gidiyoruz buralardan, Ada'yı terk ediyoruz”
deyişi, polisin buna gülerek, aynı aşağılayıcı tavır içinde sarfettiği
“İyi edersiniz, o zaman gitmeden önce bir gazel oku da öyle git bari”
cümlesi, bu gurur kırıcı sözlere
“Ben gazel bilmem ki”
diye cevap veren
Ruhsar
'ın yüzü ve yanağından aşağıya doğru süzülen yaşlar…
Ve tabiî bir de
Kuklacı Salih
'in
“insan olmaya”
dair son sözleriyle daha da yüksek bir anlam kazanan o harika kapanış sahnesi…

FİLMİN TEKNİK AÇIDAN EN GÜZEL YÖNÜ:
Bölümlerin birbirine bağlanması sırasında, perdeye yansıyan görüntülerdeki son karelerin donarak kenarı tırtıklı eski zaman fotoğraflarına dönüşmesi ve bunların
Ruhsar
'ın elinde tuttuğu birer
"fotoğraf kartı"
olarak bir diğer bölümü başlatması… Müthiş!

FİLMİN İÇERİK AÇISINDAN EN GÜZEL YÖNÜ:
Kendisi de Kıbrıslı olup o karanlık dönemleri bizzat yaşayan yönetmenin, anlattığı hikâyenin bir sahnesinde bile ucuz hamasete, sloganik milliyetçiliğe yenilmemesi,
“dünya tatlısı Türkler-vahşet simgesi Rumlar”
tarzı bir dil kullanmaması… Açık bir adaletsizliği anlatan film ancak bu kadar adaletli olabilirdi!
“Doğu sorunu”
yla ilgili filmlerinde jandarmasından bakkalına, öğretmeninden şoförüne kadar bütün Türkleri
itici
göstermek için ellerinden geleni yapan çiçeği burnunda Kürt sinemacılarına
“ders filmi”
olarak şiddetle önerilir!

FİLMİN EN İYİ OYUNCUSU:
Gerçekten çok zorlayıcı bir tercih olacak bu; çünkü başrol oyuncularını tamamı çok iyiydi. Fakat, böyle bir filmde oynamayı kabul ederek bile ne kadar yürekli bir sanatçı olduğunu ortaya koyan Kıbrıslı Rum aktrist
Popi Avraam
,
“Anna”
rolündeki performansıyla apayrı bir kürsüde değerlendirilmeyi hak ediyor.

* * *

Yönetmen Derviş Zaim ile 2009 yılı Mayıs ayında Yeni Şafak için yaptığımız söyleşinin linki:

* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *
(4 Yıldız)
Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız)
Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
* * *
(3 Yıldız)
Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız)
Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız)
Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız)
Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız)
Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!

13 yıl önce