Osmanlı devrinde ve cumhuriyetin ilk 50 yıl için bunu söyleyebiliriz. Eski doktorlarımız da edebiyatla uğraşıyorlardı. Rıfat Tevfik, Cenap Şehabettin gibi doktorlar modern tıpla birlikte batı edebiyatıyla ilgilenmişlerdi. Doktorlar zaten okulda edebiyat gördüklerinden aslında bu şaşırılacak bir durum değil. Eskiden bunu söylemek daha mümkündü ama şimdi bakıldığında doktorların yanı sıra artık mimarlar ve mühendisler de edebiyatın içindeler.
Hemen hemen hiç. Şiirleri yazarken doktor değilim. Sadece Hüsrev Hatemiyim. Ama bazen yaşımın da Hüsrev Hatemisi olmuyorum ve o zaman kendime kızıyorum. (gülüyor) Bazen bakıyorum orta birde, bazen de lise ikideyim. Şiir yazarken doktor olduğumu unuttuğum gibi yaşımı bile unutuyorum.
O insan portreleri şiirleri etkiliyor ama şuur altında. Şuur altına yerleşen tipler var şiirlerde. Dert anlatan çok hastam oluyor ve onların dertlerini dinlerken, cebinde bozukluk arayan tel gözlüklü bir orta yaşlı halimle gözlemlediğim heyecanlı, zayıf, tel gözlüklü beyaz kaşlı ihtiyarları düşünüyorum.
Bundan 10 yıl kadar önce kardeşim: “bana gelen insanlar hak aramak isteyen, içlerinde sinir olan hınzır kişiler oluyor. Ama sana gelen insanlar hastalıkla gururları alınmış, ölüm korkusuyla hastalık tevazuna girmiş kişiler. Sen insanların daha iyi yönleriyle karşılaşıyorsun, o yüzden benden daha iyimsersin” demişti. Bazen insanlar size psikolog edasıyla yaklaşıp muayenesi bittikten sonra oturup aşklarını da anlatabiliyorlar. Bir defasında 55 yaşında bir hanım 85 yaşında bir beyefendiyi sevdiğini anlatmıştı.
Evet. Hastalardan dar geliri olup çok genç yaşta kendine ait odası olmayan kişiler var. Bu kişiler yazdıklarının başkaları tarafından okunması kaygısı yaşıyorlar. İçinizi kağıda dökün, eğer okunmasını istemiyorsanız bunları yırtıp atın diyorum. Bir eser bırakmak değil, o an o psikolojiyi düzeltmek adına yazıp atmak, tekrar yazmak kişiyi her zaman motive eder.
Yayınlanmayan ama sürekli edebi bir disiplinle yazanlar var. Bunlar orta dereceli başaralı şiir ve deneme yazılar...
Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Karacaoğlan, Pirsultan Abdal, Yunus Emre, Mevlana… bunları okuyun derdim. İlk aklıma gelenler bunlar.
Bir kostüm... Şiirlerimde tek tip bir çocuk yok. Birden fazla çocuk var. Ama çok fazlada değil. Aramızdaki yaş farkının büyük olduğu bir çocuk bu. Sadece erkek değil zaman zaman kadın da olabiliyor o çocuk.
İlk çocuk kelimesini kullandığımda aradaki yaş farkı otuzdu ama şimdi 40 - 45'e kadar yükseldi.
Daha İslam kültürüne yakın bir Atilla İlhan şiiri görüyorum. Atilla İlhan'a “ben sana mecburum yoksun” şiiriyle vuruldum. Gördüm ki Atilla İlhan'da, Nazım Hikmet sesiyle Fransız romantizmi hakim. Atilla İlhan ve Nazım Hikmet'i tanımadan önce daha romantik, daha naif şiirler yazardım. Ama daha sonraları da değişikliğe uğramadı yazdığım şiirler. Bir gün sol şiir yazan, ertesi gün sağı tutan şiirler yazan insan olmadım. Şiirlerimde 60'lı yıllarda ne kadar Nazım Hikmet varsa şimdi de o kadar var, ne kadar romantizm varsa yine aynı oranda romantizm var.
Dünyevi sevginin de ilahi bir tarafı var bence. Çünkü insanları ve bu faniliği de Allah yarattı o yüzden birbirlerine bağlılar. Bunu böyle düşündüğümde çok rahatladım. İlahi sevgiyle dünyevi sevgi iç içe bir sıvı gibi uzanıyor. İç körfez ilahi sevgi, deniz ise fani olanı.
Şiirlerim için söylediğimi gibi düşünce ve zevklerimde de köklü değişiklikler olmadı. Ortaokuldan sonra klasik Türk müziğini sevdim. Hüseyin benden daha sonra aşına oldu. Lise döneminden sonra klasik batı müziğini de çok sevdim. Arabeskle uyuşamadım. Bu diğer zevklerim içinde geçerli evimin dekoru eskiden nasılsa şimdide aynı.
Nötrüm aslında. Romantik havada yapılan besteleri daha çok seviyorum. Ama tabiî ki şiirlerimin besteleniyor olması beni bu müzik tarzına daha da yakınlaştırdı.
Cem Yılmazlığa bu yaştan sonra soyunamam (gülüyor). Kardeşimle daha çok gelişti bu durum. Birlikte skeçler yapardık. Rolleri bölüşüp karşılıklı oynardık. Ama anılar kitabımda ilkokul ve ortaokul yıllarından hikâyeler var.
Bu konuda ilk rezil olmam 1946 yılında ilkokul senelerinde oldu. Babam bize bir kitap hediye etmişti. Köroğlu'ndan okuduğum bir metni teneffüste arkadaşlarıma oynarken atımı sürüp “medet hey” diye bağıracağım sırada karşımda Hüseyin korkmuş, benizi sararmış halde bana bakıp beni engellemeye çalışıyor. Kılıcımı çıkardım ve onu saf dışı ettim. Sınıfa girdim ve “medet hey” diye bağırdım. Gülüşmeler oldu, bir baktım öğretmen sınıfta bana bakıyor. Benden iki dakika öncede de Hüseyin aynı narayı atmış, o gün ikimizde rezil olduk. Çok utanmıştık...
Galiba şiirlerimdeki arayış da bu. İkili olmaya çok alışkın olmak daima birinin gitmesini istememe hadisesine dönüştü bende.
Derdimi hep yanımda olan birine açmak istedim, o çocuk tipiyle devamlı konuşmak, onu görmek ve yanımdan hiç uzaklaşmasın istiyorum. 10- 15 yıl geçtiğinde de çocuk uzaklaş benim elimi bırak, sen kendi yönüne uç demeye başladım.
Evet bir kaç defa oldu. Birlikte çok yaşamanın vermiş olduğu ortak tavırlar bunlar. Kezban biraderle evlendiği ilk yıllarında benden bir şey duyduğu zaman “siz bazı şeyleri aranızda görüşüp anlaşıyor musunuz, nasıl oluyor da reaksiyonlarınız aynı” diyordu.
Birimiz bazı çizgilerden uzaklaştığımızda öteki hidayete geriyordu. Hüseyin daha laikleştiği zaman ben hakka daha yakın oluyordum. Ben uzaklaştığımda da o bu sefer yaklaşıyordu. Bu bizim yönetimimiz dışında sırayla oldu.
Lise 2'ci sınıfta… Daha sonra birey olmaya devam ettim. Birey olmaya ikimizde uğraştık, ikimizde aynı fikirdeydik. Bu ayrımı istediğimiz için ayrı üniversitelere gittik, ayrı bölümler tercih ettik. “Biz” değil “ben” olayını insanlara alıştırmak için hep öyle davrandık ve hala o karar devam ediyor.
Ortaokul yıllarında. Tabi bizimkisi daha zordu çünkü biz aynı okullarda okuyup aynı meslekleri tercih etmeliydik. Birbirimize sahip çıkmamız kolay olur diye aynı yerlerde bulunduk. Böyle olunca tabi ki daha zor ama eskiye göre Kübra - Büşra ayrımı yapılıyor artık. Azeri şair Şehriyan der ki; “Anne karnında eğer ben ikiz olsam seninle istemezdim ki doğup bir daha dünyaya gelmeyi orada seninle baş başa kalmaya razıydım doğmayı istemezdim.”
Ne yapabilirim, ben size sorayım? (Gülüyoruz)… Geçenlerde bunu düşündüm. Artık ne yapabilirim bilmiyorum.
Hangi yönünüzle insanlara daha çok ulaştığınızı düşünüyorsunuz?
Tıbbı da severek yapıyorum şiir yazmayı da. İkisini aynı sevide yapmaya çalışıyorum Eskiden doktor yönümle daha çok ulaşıyordum ama son bir-iki senedir şiir tarafımla ulaştığımı düşünüyorum. İnternetin de var olmasıyla Hüsrev Hatemi denildiğinde benim şiirlerim çıkıyor karşılarına, artık ulaşmak daha kolay.
Durgun dönemimdeyim. Ama bu durum beni heyecanlandırmıyor, çünkü bunun bir benzerini 1961 senesinde da yaşamıştım, 1968'e kadar devam etti. Şimdi de aynı dönemden geçiyorum. Ama tekrar gelmese de olur, çünkü şiiri biz yazdık (gülüyoruz…)
Alman hastanesin de görev yapan Hüsrev Hatemi'nin küçük ofisinde birbirinden farklı yerlerde duran üç saat var. Saatlerine isimler takmış, kimine liberal saat diyor kimine Baykal diyor. Bir muayenehanede çok sık rastlayamayacağınız şekilde duvarda asılı iki ayrı ebru ve bir yağlıboya resim var. Beyaz önlüğüyle o bir şair doktor. Konuşmaya başladığında seçtiği kelimeler ve ifadeleri şair yönünü hemen ele veriyor. Hüsrev Hatemi bir iç hastalıkları profesörü, hastalarıyla doktorluk ilişkisi nasıl bilmiyorum ama dili, sohbeti ve mizah gücüyle etkili bir isim. Ama tabi ki o Hüseyin Hatemi'nin de ikizi. Bunu sona yazdım çünkü bu ikizlik özelliklerini merkeze alan kadar çok röportaj yapılmış ki, artık bu yönde gelen sorulardan hoşlanmıyorlar, ikizlik üzerine bir sohbet talep edildiğinde susma haklarını kullanıyorlar. Bende bir ikiz olarak bu durumu çok iyi anlayanlardan biriyim. 70 yaşına gelmiş bir profesör'ün, yine hukuk profesörü olan bir kardeşin öteki bütün meziyetlerini örtercesine “Türkiye”nin profesör ikizleri” gibi anılması onları bu konuya oldukça hassaslaştırmış… Ben Hüsrev Hatime ile, ikizim Büşra da Hüseyin Hatemi'i ile ayrı sorularla, ayrı mekanlarda ve ayrı cevaplarla konuştuk ve bu ikizlik durumunu anlayanlar olarak o iki kişiyi ayrı mecralarda ifadeleştirdik. Onlar bizim için artık ikiz değil, birbirine benzerliği olan iki ayrı insan. Bizim ikizliğimizle onların ikizliği arasında birden fazla ortak nokta bulduğum bu röportaja gittiğimde ben de farklı sorulara tabi tutuldum. Şair Hüsrev Hatemi'ye sorduğum soruların cevaplarını yazdım, onun bana yönelttiği soruların cevapları ise bende saklı… Hayata bakışındaki pozitifliği, zekası, hafızası ve derdin bilgisiyle ondan çok şey öğrendim. Anılarını, doktor olmakla şairlik arasındaki o ince köprüyü ve içinde yaşattığı çocukluğuyla kaşları “doğal çatık” olduğu halde yüzüne yansıyan kalıcı tebessümünü hatırlayarak ayrıldım röportajdan.