|

Ethem Baran’ın gemiler geçmeyen ummanı

Ethem Baran’ın Döngel Dünya kitabı Sait Faik Abasıyanık Ödülü’nü kazandı. Bu ödülden yola çıkan Necmettin Turinay, kendini dilini oluşturan ve öyküleriyle zengin bir dünyay açılan Baran’ın Sait Faik öyküleriyle kesişen ve ayrışan yönlerine dikkat çekiyor.

04:00 - 15/06/2020 Pazartesi
Güncelleme: 01:56 - 15/06/2020 Pazartesi
Yeni Şafak
Sait Faik Abasıyanık
Sait Faik Abasıyanık
NECMETTİN TURİNAY

Ethem Baran’ın Döngel Dünya’sının Sait Faik Ödülünü kazanması, doğrusu beni hiç şaşırtmadı. Ödüle başvuran 123 hikâyeci arasından sıyrılıp çıkması da aynı şekilde! Çünkü onun, kendisine armağan edilen ödülün üstünde kalan bir yanı hep olageldi. Onda mevcut olan hikâye cevherini bilenler, diline ve anlatma tarzına vâkıf olanlar, ne demek istediğimi kolayca anlayacaklardır sanıyorum.

Nitekim kendisini ödüle lâyık bulan Doğan Hızlan, Nursel Duruel, Jale Parla, Murat Gülsoy, Metin Celâl ve Beşir Özmen’den oluşan jüri heyeti, verdiği ödülü gerekçelendirmek ihtiyacı ile Baran’ı neredeyse Sait Faik’e indirgemeye kadar vardırmışlar işi: “Sait Faik’in ağırlık verdiği doğanın şiirsel bir söylemle inşasına ilişkin biçemini, özgün bir dile getirişle yeniden üreten Ethem Baran!..” diyorlar. Nitekim bu tür bir gerekçelendirme Ethem Baran’ı da tatmin etmiş görünüyor. Meğer Sait Faik’le hikâye kapısını adım arayanlardan biri değil miymiş o da!

ÖDÜLÜN GEREKÇESİ VE ÖTESİ


Fakat ne olursa olsun, jürinin gerekçesinin beni tatmin etmediğini söylemem gerekiyor. Çünkü Ethem Baran’ın hikâyesi Sait Faik’ten yola çıksa bile, ondan tamamen farklı bir hikâye. Dolayısıyla bir hikâye, diğer bir hikâyeye benzediği için değil; ona benzemediği hatta onu aştığı, kendi kendisini bir değere dönüştürdüğü için ödüle lâyık bulanabilir. Kaldı ki jürinin ilgili hikâyeyi asıl bu yönü ile takdir ettiğini, emsallerine olan üstünlüğünü de önlerindeki tabloya bakarak daha iyi kavradığından şüphe edilemez. Fakat mesele gerekçelendirme noktasına varınca, nedense bundan sarfınazar edildiği anlaşılıyor. Anlaşılan odur ki jüri önce Ethem’i tahtına oturtmuş, sonra da buna bir gerekçe icadına kalkmış! Tabiatı şöyle yazıyor, bozkırı böyle anlatıyor gibi!

Demek istiyorum ki Baran’ın hikâyesi bunların daha ötesinde bir şey. Kendine mahsus düşsel bir dünya oluşturmasında, hikâyelerini anlattığı kişileri akmayan, geçmeyen bir zamana, yani bir tür ebediyete erdirmesinde, bunu yaparken kolaylıkla başardığı soyutlama tekniklerinde ya da mesela çağdaş veya klasik sayısız anlatma biçimini başarı ile kullanmasında aransa daha iyi olmaz mıydı?

Kuşkusuz Ethem Baran’ın hikâyesinde bozkır veya tabiat, büyük şehirlerin gürültülü yaşamasından kopma, kaçma vs. bunların hepsi var. Ama bu hikâye sırf bunlardan ibaret değil ki! Bunun daha ötesinde bir şey var onda çünkü. Ayrıca bir sanat kullandığı malzeme ile sınırlandırılamaz, ona mahkûm da edilemez. Dolayısıyla ilgili hikâyeyi bu seviyede algılamak, onu kendi okuma seviyemize hapsetmekle bir sayılır. Kaldı ki bu tür bir okuma, “Ethem bize ne anlatıyor?” sorusuna cevap teşkil edebilir. Fakat o “nasıl anlatıyor, anlatırken ne tür yollara başvuruyor? Baktığı tabiatı ve uçsuz bucaksız bozkırları, dahası insanı nasıl görüyor veya dönüştürüyor? Bu tür bir anlatma ile nereye varmak istiyor gibi sorular sormadıkça, bir sanatçıyı ve eserini kavramak nasıl mümkün olabilir?


KENDİSİ KALAN BİR YAZAR

İşte hadiseye bu yönü ile bakınca ortaya çıkıyor Ethem Baran’ın özgünlüğü. Sanki onda Batının ve klasik Doğunun bütün anlatma teknikleri cem olmuş vaziyette. Bilim kurgudan postmodernizme, bilinçaltı tekniklerinden varoluşculuğa, sembolleştirme denemelerinin her türlüsüne hâkim görünüyor. Klasik meddah geleneğinden Evliya menkıbelerine, masalların veya halk türkülerinin soyutlama tarzına kadar onun başvurmadığı, kullanmadığı bir yol yok neredeyse. Ama daha mühimi şurası ki, o bunların hiçbirisine teslim olmuyor. Sait Faik’e teslim olmadığı gibi!

Yani Ethem Baran’da yerli ve yabancı her türlü tahkiye tarzının izlerini yakalamak mümkün. Fakat dediğim gibi de, onların herhangi biri ile sınırlamıyor kendini. Dolayısıyla Ethem Baran’ın asıl büyüklüğünü, devamlı kendisi kalmayı başarmasında aransa gerekir diye düşünüyorum.

Zaten büyük sanat da buradan başlamaz mı? Kişinin kendini keşfetmesi, kendinde olanın farkına varması ile! Nitekim o, “herkes kendine özgü bir zamanda yaşar” demiyor muydu bir hikâyesinde? Ne demektir bu? Hepimizin ortak yaşadığı şimdiki zaman mı? Geriye dönüşler yapıp durduğumuz hatıralarımız mı? Ya da bütün bunların dışında kendimize özgü, daha farklı, içsel bir zamanımız mı bulunmaktadır?

ŞİMDİKİ ZAMANDA KALMIYOR

İşte Ethem Baran’ın asıl bu yanı önemli. O Sait Faik’in yaptığı gibi, şu anın içinde, tabiatla baş başa kalmış bir ruhun duyumsamalarını sürdürüp durmuyor. Ruhunda duyduğu panteist bir cezbeyi, sayfalar dolusu uzatmaya kalkışmıyor dolayısıyla. Yani onun da, hikâye kişilerinin de, içinde yaşadığı bir şimdiki zaman var kuşkusuz. Ama o Sait Faik’in yaptığı gibi, şimdiki zamanda kalmıyor. Onu aşmak ve ötesine geçmek istiyor. Baran’ın uzaklarda veya eskilerde kalmış bir düş ülkesi var, düşsel bir zamanı var. Baran’ın bütün hikâyeleri, gidip gidip o denize dökülüyorlar.

Akmayan, geçmeyen, seslerin derinlerden geldiği, gölgelerin bile uyukladığı bir diyar orası. Çocuksuz, oyunsuz, kimsesiz bir boşluğa açılan sokaklar, pencereleri kapalı evler, ıssız balkonlar ve susmuş kapı önleri ile bize varlığı hissettirilen bir umman orası. Ötelerin ötesinde bir diyar sanki. İşte Ethem Baran, koyu bir sessizliğin hâkim olduğu kendi “O Belde”si ile bizim aramıza öyle derin boşluklar yerleştiriyor ki şaşıp kalıyoruz. İçinden çıkıp geldiğimiz, kendisinden koptuğumuz, belki geriye dönüşümüzün bile mümkün olmadığı bir yer orası!.. Mesafeler bakımından da o kadar uzak, oraya girmiş zamanlar bakımından da bundan farksız.

Öyleyse diyebiliriz ki Ethem Baran’ın kendi saklı cennetinden başka bir yer değil orası. Ya da Roland Barthe’nin dediği gibi, çocukluk dönemimize mahsus büsbütün kapalı bir âlem. Başkalarının vâkıf olamadığı özel bir ülke! Belki de Max Friseh’in dediği gibidir. “Er ya da geç herkes, kendi hayatı sandığı bir hikâye icat eder.” Ha hikâye ha ülke, ne fark eder? Neticede Ethem Baran, Seyrani’nin bir mısrasında geçtiği şekilde: “akar çaylar gibi aka aka” kendi deryasına dökülüyor.

Arada hiçbir alâka yokken, hatta Ethem’in böyle bir niyeti de bulunmazken, elde olmayarak hatırıma Tanpınar’ın Huzur’da yaptığı bir deneme geliyor. Tanpınar’ın klasik musikiden hareketle kurduğu o düşsel âlemi, Ethem Baran’ın türküler vasıtasıyla inşaya kalkıştığını niçin düşünmeyelim? Halk müziği yani türkülerle Anadolu’nun bozlakları ve içten boşanan ezgileri ile!.. İşte onları dinlerken içimizde oluşan bir genişleme!.. O anlarda farkına varabildiğimiz bir sonsuzluk, ebedi zamanın varlığı gibi hisler!..

O bakımdan Ethem Baran’ın düşsel ülkesi fizikî mesafelerle, ya da sosyal değişmelerle bizden uzaklaşmış bir diyar olmamalıdır. Kuşkusuz bunlar da var işin içinde. Ama onun daha ziyade, müziğin ürettiği çağrışımlarla oluştuğunu, genişlediğini söylemek durumundayım. Dolayısıyla Baran’ın hikâyeleri, farklı farklı anlam katmanları ile yüklüdür demek en doğrusudur.

Toparlayacak olursak o anlatacağı kişileri, ait olduğu mekânları, tabiatı görüyor kuşkusuz. Bunları nasıl anlatmam gerekir diye sahne sahne kurguluyor kafasında. Yani elindeki malzemeyi yüksek zekâsı ile orijinal bir akışa dönüştürüyor. Birde bütün bunları, bozkırın ortasında akıp giden bir ırmak gibi düşünüyor. Peki sonra ne olacak; nereye boşanacak bu ırmak veya ırmaklar? İşte Ethem Baran’ın bu noktada en büyük yardımcısı, dinlediği bir türkü veya türküler oluyor. Büyük şehirlerden veya bozkırların ortasından akıp giden ırmaklar, bir an geliyor, o düşsel ülkeye doğru akmaya başlıyorlar. Orası da Ethem Baran’ın yüksek soyutlamalarıyla ancak ulaşabileceğimiz bir yer. En bariz özelliği de, ıssızlığın kol gezmesi oralarda.

Nitekim bir konuşmasında şöyle diyordu Ethem Baran: “Zihnimde, çocukluğumdakine benzer bir kasaba, bir mahalle kurdum ve bunu yazıya aktardım.” Onun düşsel ülkesi, işte orası!.. “Anlatmak istediğim hikâyeyi veya onun kahramanlarını (eninde sonunda/ NT) oraya götürüyorum.”

Dikkat edin Baran’ın söylediklerine: “Önceden anlattığım hikâye kahramanları, hâlâ o mahallede, kasabada yaşıyorlar.” Bazen yeni hikâye kahramanları ile eskilerin yollarının kesiştiği de oluyormuş. “Onlar da (eski hikâyelerde kullandığı kahramanları), benim kendilerini sevdiğimi bildiklerinden olsa gerek, gelip sızıyorlar yeni hikâyelerimin arasına.”

Burada söyleyebileceğim son söz şu olacak! Son dönem hikâyelerimiz arasında bir yere, bir kültüre veya değere ayrıca zamana âidiyet bakımından, onun kadar kuvvetli bir hikâyeci okumadım desem yeridir. Sanatını ve tefekkürünü bu derecede iç içe geçirebilen bir hikâyeciyi de!

#Ethem Baran
#Sait Faik Abasıyanık
#Necmettin Turinay
4 yıl önce