|

Film tek kelimeyle tokat gibi de İZLEYİCİLERİ NEREDE?

Gurbetçi iki kız kardeş, Yasemin ve Nesrin Samdereli'nin yazıp yönettikleri 'Almanya'ya Hoşgeldiniz', 4 Kasım Cuma günü yalnızca 30 kopyayla gösterime sunulabildiği anavatanı Türkiye'de, aradan geçen bir haftada toplam 5 bin 890 kişi tarafından izlenilerek eşine az rastlanır bir gişe hezimetiyle karşı karşıya kaldı. Konusu, oyunculukları, çekimleri, kurgusu ve müzikleriyle küçük bir başyapıt görünümündeki bu güzelim filme revâ görülen muamele tek kelimeyle zulümdür, sorumsuzluktur, ülkemizde nitelikli sinemaseverliğin artık dibe vurduğunun da acıklı bir kanıtıdır. Bu devran böyle gitmez, gitmemeli! 'İyi sinema'nın ayakta kalabilmesi ve genç yönetmenlerin gelecekte de insana dair sahici hikâyeler çekebilecek cesareti kendilerinde bulabilmesi için 'Almanya'yı mutlaka izleyin ve izletin.

Ali Murat Güven
00:00 - 12/11/2011 Cumartesi
Güncelleme: 05:30 - 13/11/2011 Pazar
Yeni Şafak
Film tek kelimeyle tokat gibi de İZLEYİCİLERİ NERE
Film tek kelimeyle tokat gibi de İZLEYİCİLERİ NERE
alimuratg@yahoo.com


ALMANYA'YA HOŞGELDİNİZ (Willkommen in Deutschland)

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2011, Almanya Yapımı
Türü ve Süresi:
İşçi Göçü Odaklı Komedi-Drama / 97 dakika
Gösterim Formatı:
(HD Video tabanlı)
35 mm standart sinema filmi
Perdedeki Resim Formatı:
2.35:1
(Genişperde-Widescreen)
Ülkemizde Gösterime Sunulan Kopya Sayısı:
30
Yönetmen:
Yasemin Samdereli
Senarist:
Nesrin Samdereli, Yasemin Samdereli
Görüntü Yönetmeni:
The Chau Ngo
Özgün Müzik Bestecisi:
Gerd Baumann
Kurgucu:
Andrea Mertens
Yapım Tasarımcısı:
Alexander Manasse
Sanat Yönetmeni:
Tolga Dündar
Kostüm Tasarımcısı:
Steffi Bruhn
Makyaj Tasarımcısı:
Constanze Madlindl
Oyuncular:
Vedat Erincin (Hüseyin Yılmaz), Fahri Ogün Yardım (Hüseyin Yılmaz-Gençliği), Lilay Huser (Fatma Yılmaz), Demet Gül (Fatma Yılmaz-Gençliği), Aykut Kayacık (Veli), Aycan Vardar (Veli-Çocukluğu), Ercan Karaçaylı (Muhammed), Kaan Aydoğdu (Muhammed-Çocukluğu), Şiir Eroğlu (Leyla), Aliya Artuç (Leyla-Çocukluğu), Aylin Tezel (Canan), Denis Moschitto (Ali), Petra Schmidt-Schaller (Gabi), Trystan Wyn Puetter (David), Rafael Koussouris (Cenk)
İthalatçı Şirket:
Medyavizyon Film
Dağıtıcı Şirket:
Medyavizyon Film
İçerik Uyarıları:
Her yaş grubundan izleyici için uygun bir yapımdır.
Ailece izlenebilir mi?
/ EVET
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:
Yeni Şafak-Sinema Yıldız Puanı:
* * * *

::::::::::::::::::::::::::::::::


FİLMİN KONUSU:
Almanya
'da
45
yıldır
“misafir işçi”
olarak çalışan
Hüseyin Yılmaz
, ailesine
Türkiye
'deki köyünde köhne bir ev satın aldığını ve ailenin bütün üyelerinin bu evi onarmak üzere kendisiyle birlikte memlekete dönmesini istediğini açıklar. Ancak, diğerleri bu fikre hiç de sıcak bakmaz ve ateşli bir tartışma patlak verir. O sırada,
Yılmazlar
'ın torunu
Canan
'ın -ailenin varlığından bile haberinin olmadığı-
İngiliz
erkek arkadaşı
David
'den hamile kaldığının ortaya çıkması, zaten fokur fokur kaynayan evdeki tansiyonu iyice yükseltecektir.
Canan
, Anadolulu bir Türk oluşundan dolayı okuldaki ilk gününde diğer çocukların müstehzi bakışlar eşliğinde aşağıladıkları
6
yaşındaki kuzeni
Cenk
'i rahatlatabilmek için, vaktiyle
Almanya
'ya neden ve nasıl geldiklerine ilişkin olarak, içini bolca fantaziyle süslediği uzun bir hikâye anlatmaya başlar. Ki bu da aslında 1960'ların başlarından itibaren, evlatları için biraz daha iyi bir gelecek kurabilmek adına çeşitli Avrupa ülkelerine savrulmuş milyonlarca gurbetçinin ortak hikâyesidir.

::::::::::::::::::::::::::::::::


Sayfamızda yıllardır sürdüregeldiğimiz
normal
uygulama, manşete çıkardığımız filmlerin mutlaka
o hafta sonu gösterime girenler arasından seçilmesi
yönünde… Oysa ki gurbetçi sinemacı
Yasemin Samdereli
'nin, kardeşi
Nesrin Samdereli
ile ortaklaşa yazıp yönettiği
“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
,
4 Kasım Cuma
günü izleyiciyle buluşan, yani
önceki haftaya ait
yapımlar arasında yer alıyor.
Fakat, geçen hafta sonu -arefe günü- eşim ve çocuklarımla birlikte izleyip, içerdiği yüksek
teknik-estetik kaliteye
, yanı sıra da zaman zaman
mizahî
, zaman zaman
hüzünlü
gerçekçiliğine tek kelimeyle hayran olduğumuz bu güzelim filmin ilk hafta izleyici rakamlarına şöyle bir göz attığımda resmen beynimden vurulmuşa döndüm. İnanılmaz bir sonuç vardı
“Box Office Türkiye”
sitesindeki hasılat tablosunda; son yıllardan izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri olarak
“Almanya”
yı topu topu
5 bin 890 kişi
görme ihtiyacı duymuştu.
“Kule Soygunu”
gibi, hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı bulunmayan eften püften bir Amerikan serüven filminin bile
60 bin kişi
tarafından izlendiği, seçeneklerin son derece kısıtlı olduğu bir hafta boyunca
6 bin kişiden daha az sayıda izleyici
Bir
“gurbetçi ailesi çocuğu”
olup, hayatının
(ilköğretim çağı öncesi)
bir kaç yılını
ikinci vatan Alamanya
'da ve oldukça benzer koşullarda geçirmiş biri olarak, ben, izlediğimde tadı damağımda kalan bu filmin içerdiği
mizahı
da,
hüznü
de, vurguladığı
güzellikleri
de,
çirkinlikleri
de neredeyse kare kare anladığımı; hattâ anlamak ne kelime yüreğimin en derinlerinde duyumsadığımı düşünüyorum. Hele ki son
5-10
dakikada gözlerimde biriken yaşları çocuklarımdan gizleyebilmek için az debelenmedim koltuğumda. Dahası, önümüzdeki günlerde, duru bir kafayla tadına iyice varabilmek üzere
(tabiî, iş yapmıyor diye apar topar gösterimden kaldırılmazsa!)
bir kez daha izlemeyi
düşünüyorum söz konusu başyapıtı...
Pekiyi, alabildiğine
evrensel
mesajlar veren, bunu da öyle kaba saba didaktik bir anlatıma sığınmak yerine dünya üzerindeki herkesin büyük bir keyifle tüketeceği son derece
zevk sahibi
bir sinema dili üzerinden yapan böylesine
zarif
bir filmi anlamak, onun hakkını en azından bir
100-150 bin izleyici
rakamıyla teslim edebilmek için ille de
“gurbetçi çocuğu”
mu olmak gerekiyor?
Hiç sanmıyorum. Çünkü, ülkemizin sinema ortamında son dönemlerde yaşanan sorun, sınır ötesine ait bazı temaları anlayıp anlamamak meselesini çoktan aşıp,
“bu topraklarda tam olarak kaç tane bilinçli sinemasever yaşadığı”
gibi, benim dahi ömrümün kalan şu kısacık döneminde mesleğimi sürdürmemin ne ölçüde anlamlı olduğunu sık sık sorguladığım berbat bir evreye girdi. Evet, kimileri standart bir hamaset refleksiyle sazan gibi öne atılıp her ne kadar aksini söylerse söylesin, millet olarak
“dandik”
olan her şeye
bayılıyoruz
artık biz…
Dandik kanaat önderleri, dandik bilim adamları, dandik ilâhiyatçılar, dandik edebiyatçılar, dandik romanlar, dandik şiirler, dandik yemekler, dandik kıyafetler, dandik fikirler, dandik televizyon programları, dandik şarkıcılar, dandik şarkılar, dandik sinemacılar ve nihayet onların dandik filmleri
… Sanatta
“kitsch”
in,
bilinçli ve sistematik yozluğun
âdetâ kutsandığı, kutsanmayı geçtim ona laf söylemeye cür'et eden dillerin bile kesif bir öfke eşliğinde kopartılmaya kalkışıldığı külliyen dandik bir atmosferin içinde,
Recep İvedik
gibi,
Kolpaçino
gibi
(aslında hayatlarımızın birer yansımaları olan)
kılçık tiplerle kolkola girmiş, hep birlikte belirsiz bir geleceğe doğru ilerliyoruz.
Pekiyi, bu toplumu böylesine
yoz
ve
kokuşmuş
bir hâlet-i ruhiyeye kim soktu?
Aslına bakarsanız, cevabını hepimizin çok iyi bildiği bir soru bu... O yüzden, altı üstü bir film analizi yapacak iken böylesine uçsuz bucaksız bir tartışmaya takılıp kalmayı da yararlı bulmuyorum. Bu saatten sonra önem arz eden tek konu
"sonuç"
; yoksa
"bu sonucu doğuran nedenler"
falan değil...

TÜRKLER'İN 50 YILLIK AVRUPA SERÜVENİNİN ÖZETİ OLAN BİR FİLM

“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
, yalnızca teknik olarak bir
Alman filmi
“Teknik olarak”
ifadesini bilinçli bir şekilde kullanıyorum; çünkü filme sermaye koyan şirketlerin tamamı
Alman kökenli
. Aynı şekilde, hikâyenin anlatımına sinen genel yaklaşım, kameranın ardında yer alarak görselliği ve kurguyu düzenleyen bakış açısı da
geleneksel Alman titizliğini
yansıtmakta…
Ancak, sözün burasında, şu önemli soruyu kendimize mutlaka sormamız gerekiyor: Bir filmin
“milliyetini”
tam olarak hangi elementler belirler? Salt, çekimlerde kullanılan kameranın markasının, teknik ekibin üyelerinin ya da parayı bastıran patronun
Alman
olması, o projeyi bir
“Alman filmi”
yapmaya yeterli midir?
Bu açıdan bakıldığında,
“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
dibine kadar
Türk
, her sahnesiyle
buram buram Anadolu kokan
bir yapıt… Hoş zaten, yönetmeni, senaristi, önde gelen bütün oyuncuları, sanat yönetmeni
Türk
olan, daha da önemlisi olayların geçtiği mekânların önemli bir bölümü
Türkiye
'de bulunan bir film başka hangi şekilde değerlendirilebilir ki?
Samdereli Kardeşler
, her günüyle bize ait, bizim insanlarımızın yaşadıkları traji-komik bir göç hikâyesini, içinde yetiştikleri toplumdan edindikleri kaçınılmaz -ve dahası yararlı- bir
“Alman sanat disiplini”
ni, Alman usûlü bir bakış açısını kullanarak anlatmışlar. Buna karşılık, filmin içerdiği
“Anadolu patentli”
yüksek samimiyet ve perdeden salona doğru buram buram yayılan insan sıcaklığı sayesinde -sözgelimi bir
Fatih Akın
gösterisinde hissettiğinize benzer- yabancılaşma duygularıyla da kaplanmıyor yüreğiniz…
Hayatının en azından bir döneminde, özellikle de
1960
'lar ve
70
'lerde gurbetçi olmuş ya da o dönemin gurbetçilerine yakın durmuş herkesin izlediğinde acı acı tebessüm ettiği yığınla tanıdık imgeyle bezemiş filmini
Yasemin Samdereli
Coca Cola
'yı en fazla yılda iki kez, o da bayram harçlıkları sayesinde görebilen;
blue jean
,
Milka çikolata
,
büyük boy çikita muz
,
Nesquik
,
Nutella
,
Nescafe
,
yeşil elma kokulu Fa sabun ve şampuan
gibi popüler tüketim ürünlerinin son derece kıt ve pahalı olduğu bir
“az gelişmiş Türkiye dönemi çocuğu”
için Almanya'nın
“bitmez tükenmez bir Coca Cola cenneti”
olarak çocuk ruhlara ifade ettikleri;
(gecekondu evlerinde her gece kanalizasyon çukurundan fırlayıp kulak kemirmeye yeltenen dev sıçanlarla ürkütücü ahbaplıklarından dolayı)
Almanya'ya ilk geldiklerinde
“Dachshund”
türü sosis köpekleri
“tasmalarla gezdirilen iri sıçanlar”
zannedip korkan köylü çocukları;
“domuz eti”
yemenin, hattâ bu eti yemek zorunda kalma düşüncesinin bile dinine ve geleneklerine bağlı tipik bir Türk'te yarattığı travmatik ruh hâli; bakkalda, kasapta ya da fırında
akıcı Almanca
konuşamamaktan kaynaklanan acıklı manzaralar;
Noel kutlamaları
yaklaştığında Müslüman bir ailenin mensubu olarak ne yapacağını bilememeler… Bunları kendi çocukluğunda da
“ikinci vatan”
da tekrar tekrar ve en traji-komik tezahürleri eşliğinde yaşamış biri olarak, filmde gösterilen çelişkilerin, kültürel çatışmaların tamamının doğru olduğuna satırı satırına şehadet ederim.

PERDEDEN DIŞARIYA NEFRET SAÇMAYAN BİR YAKLAŞIM


Öte yandan,
Yasemin
ve
Nesrin Samdereli
, böyle bir hikâyenin
(hele hele, kadim müttefikimiz Almanya ile aramızdaki yüzyılı aşkın bir süredir bir iyi-bir kötü yürüyen, gergin ve gelgitli ilişkilerin de gölgesinde)
rahatlıkla düşebileceği ucuz tuzaklara düşmeyip, her iki tarafa da alabildiğine saygılı ve anlayışlı yaklaşmayı yeğlemekteler… Film,
Yılmaz Ailesi
'nin Almanya'ya göçünün ardından yaşanan kültürel çatışmaları, ailedeki güçlü bağları gevşeten ve zaman zaman da kopma noktasına getiren gelişmeleri
“topyekün Almanlar'ın bir kabahati”
olarak sunma kolaycılığına kaçmıyor. Tam aksine, bunun birbirinden çok farklı birer tarihe, dine ve geleneklere sahip iki toplumun çok kısa süre içinde
canciğer kuzu sarması
oluşundan kaynaklanan son derece doğal bir
kültürel çatışma manzarası
olduğunu, ancak bütün kültürel uyum sorunları gibi zaman içinde o sorunların devâsının da aşama aşama bulunacağını savunuyor. Pekiyi, hangi yöntemle? Tarafların kendi durdukları noktaya betonla tutturulmuşçasına yapışma inadından vazgeçip, günlük hayat içinde çok da büyük bir anlamı ve önemi olmayan,
“dinini imânını yitirmek”
anlamına gelmeyecek basit ödünlerle, dostluğa doğru karşılıklı adımlar atarak rahatlıkla çözümlenebilir bu tür uyum sorunları… Film, ikili ilişkilerde bu yaklaşımın doğruluğunu vaaz ettiği gibi, ben de bütünüyle aynı yönde düşünüyorum.
Sözgelimi, gurbetçilik serüvenlerine uzak olanlar hemen hiç bilmezler; fakat
1960
'ların başlarında Avrupa ülkelerine giden
“misafir işçiler”
için günlük hayattaki en acıklı sorunlardan biri, o diyarlardaki
“alaturka tuvalet yokluğu”
ydu. Pek çoğu hayatlarında ilk
“alafranga tuvalet”
i
Almanya
'da,
Hollanda
'da,
Belçika
'da,
Avusturya
'da gören bu insanlar arasından hatırı sayılır bir bölümü, onun üzerine
“tünemeye”
çalışırken devrilip bir yerlerini kırmıştır! Birinci ve ikinci kuşak Türk işçilerinin alafranga tuvaletlerde giriştikleri
“def-i hacet”
mücadelesi, üzerine akademik tezler hazırlanabilecek kadar köklü ve karmaşık bir konu oluşturur milletimizin
50
yılı bulan gurbetçilik serüveninde…
Buna karşılık,
1992-93
yılları arasındaki ikinci gurbetçilik dönemimde,
Esslingen
kenti yakınlarındaki
Daimler-Benz
fabrikasında, sırf Türk işçileri rahat etsin ve çalışma hayatındaki performansları artsın diye, koskoca
Mercedes
'in patronlarının Türkiye'den
20-30
tane
“alaturka tuvalet taşı”
getirtip bunları
(taharet yapmayı kolaylaştıran hortumlu musluklarla birlikte)
firmanın umumi tuvaletlerine monte ettirdiklerini görünce,
“İnsanlar iyi niyetli olmaya görsünler, çözülemeyecek hiç bir sorun yoktur”
demiştim kendi kendime… Tabiî, bunun karşılığında, kıdemli gurbetçiler de evlerinin balkonunda ya da küvetinde -Alman komşularını dehşet içinde bırakan-
“kurban kesme”
denemelerini bir kenara bırakıp, bayramlarda satın aldıkları kurbanlık hayvanları
modern ve steril Alman mezbahalarına götürmeyi
öğrendiler.
İşte,
Samdereli Kardeşler
, bu açıdan son derece sağlıklı bir bakışın izini sürmekteler
“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
de… Türkler'in ya da Almanlar'ın daha önce çektikleri pek çok gurbetçi filmine sinen alabildiğine köşeli iki klasik görüşü de tümden bir kenara bırakmış ve üçüncü bir bakış açısı geliştirmişler. Nedir o iki klasik bakış açısı?
Birincisi, ölçüsüz bir Türk milliyetçiliğinin türettiği
“Biz buraya geleneklerimizden kopmadan çalışmaya ve sizi daha da zengin etmeye gelmiştik. Fakat siz azgın ırkçılığınızla, zâlimliğinizle, nankörlüğünüzle bizim canımıza okudunuz, bizleri habire ezdiniz, yaktınız, yıktınız, öldürdünüz, hayatlarımızın en güzel yıllarını ellerimizden aldınız”
bakışı…
Diğeri de yine Nazizm artığı Alman milliyetçiliğinin bir yumurtlaması olan
“Bol çocuklu Türkler buralara geldi ve tadımızı tuzumuzu kaçırdılar, işlerimizi ellerimizden aldılar, ülkenin her tarafını döner ve sarımsak kokusu kapladı”
tarzındaki irrasyonel bakış…
İki ülke ilişkilerinde artık bu yalancı dolancı ve tek taraflı yaklaşımların dönemi kapanmak zorunda… Çünkü, nankörleri kul da sevmez Allah da… Türkler, bu yıl
50
'nci yılı kutlanan
Avrupa'ya göç hareketi
sonucunda, yaşadıkları ülkelerden maddî ve manevî anlamda çok şey
kazanmış
, aynı şekilde o ülkelere de maddî ve manevî açıdan çok önemli artı değerler
katmışlardır
. Her iki taraf da bu ilişkiden alabildiğine kazançlı çıkmış olup, yine her iki tarafa ilişkin olarak
“zarar”
diye nitelendirilebilecek meseleler ancak teferruat düzeyinde kalır. Ha, ille de çok kesin bir kayıptan söz edilecekse, Türkler, özellikle de ilk kuşak Türkler, tam anlamıyla denetleyemedikleri, sahip çıkamadıkları çocuklarının Almanya cangılında kültürel olarak yitip gitmesi nedeniyle Almanlar'ın uğradıkları olası zararlara göre en az iki kat daha fazla zarar görmüş durumdalar. Onlar, 50 yılın karşılığında
bir
, hadi bilemediniz
iki ev tapusu
sahibi oldu, buna karşılık masaya evlatlarını ve sağlıklarını koydular. Almanlar'ın gördükleri zarar ise en fazla yan komşunun evinden yükselen bir
uzun hava sesi
ya da caddeyi kaplayan
döner kokusuyla
sınırlı… Yoksa, hiç kimse kimsenin ülkesine tank, top, tüfek zoruyla girmedi. Bu insanların ezici bir çoğunluğu,
1960
'ların başlarından itibaren kendilerine resmen ve tekrar tekrar yapılan
“Gelin, bizim ülkemizde çalışın”
daveti üzerine oradalar…
“Misafir işçi”
davetinde Avrupalı yetkililerin aradıkları öncelikler de
“çok iyi resim yapmak”
ya da
“Mozart'ın bestelerinden anlamak”
değil, genç, sağlıklı ve çalışkan olmaktı!
Kaldı ki
“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
Almanya ve Türkiye halklarıyla bu kadarcık bir polemiğe girmekten bile uzak duruyor; çünkü filmin derdi ne Türk ne de Alman, hiç kimsenin ağzının tadını, seyir zevkini kaçırmak değil. Öyle ki en hüzünlü gelişmeleri bile olabildiğince tırpanlayarak, bazen belirgin, bazen de alttan alta bir mizahî ton içinde sunuyor izleyicilerine… Zaten, bir Alman yetkilinin filmin en sonunda yer alan, eski bir röportajdan alıntı şu cümlesi de bu konuda söylenebilecek her şeyi tek atışta özetlemiş:
“Bugün yeniden bir karar vermek zorunda kalsaydık, yalnızca Türk işçilerini çağırırdık!”
Başından sonuna kadar masalsı bir atmosferde ilerleyen ve o atmosferi destekler nitelikteki pastel renklerle bezenmiş yapıtta,
Vietnam
asıllı görüntü yönetmeni
The Chau Ngo
'nun görselliğe katkılarının altını özellikle çizmek gerekiyor. Çünkü, neredeyse hiç bir ışık ve netlik hatası, en küçük bir kamera hareketi falsosu olmadan, birbirinden güzel resim çerçeveleri eşliğinde ilerliyor hikâye…
Aynı şekilde, filmin -tamamına yakını Almanya'daki birinci ve ikinci kuşak Türk sanatçılarından oluşma- oyuncu kadrosu da tek kelimeyle müthiş… Bu oyuncular, Türkiye'den bütünüyle uzakta, bambaşka toplumsal koşullarda yetiştikleri ve bizim akademilerdekilere göre çok daha farklı bir dramatik eğitimden geldikleri için, sergiledikleri oyunculuk tarzı da doğal olarak anavatandaki meslektaşlarından ayrışıyor. İlk anda insanı hafiften bir yadırgatan bu ayrışmaya ise en fazla
5-10 dakika içinde
alışıyorsunuz. Çünkü, zaten canlandırdıkları
“gurbetçi milleti”
nin günlük hayattaki konuşmaları, tutum ve davranışları da aynen böyle, yani tam anlamıyla iki arada-bir derede kalmışlık içinde. Bayramlar yaklaşılırken Almanya'daki işçi evlerinde yaşanan abartılı koşturmacalar, olaylar karşısında biraz Türk biraz Alman
"melez"
tepkiler, Almanca başlayıp Türkçe biten ya da tam tersine ilerleyen telaşlı cümleler... Hele ki hikâyenin bir yerinde
“Ayaklarım yürümekten çok ağrıdı”
anlamına gelen Almanca cümlenin en sonuna eklenen bir
“valla”
var ki, benim filmi izlediğim seansta salondaki herkes o sahne karşısında kahkahayı koyverdi.

Velhasıl, bunların hepsi son derece sahici gözlemler…

O yüzden, rollerini üzerlerine terzi dikimi elbise gibi mükemmelen oturtmuş, birbirleriyle böylesine uyumlu bir oyuncu kadrosunu isim isim ayrıştırmak gerçekten de haksızlık olacaktır. Çünkü, ailenin Almanya'daki ilk kuşak liderini canlandıran usta aktör
Vedat Erincin
'den, kızı
Leyla
'nın küçüklüğünü canlandıran
Aliya Artuç
'a kadar filmdeki herkes çok iyi oynuyor. Yine de,
Vedat Erincin
ve torunu
Canan
kimliğinde izlediğimiz
Aylin Tezel
'in diğerlerine göre bir gömlek daha yukarıda duran oyunlar çıkardığını söyleyebilirim. Fakat, dediğim gibi, kimyası çok iyi tutmuş bir kadro bu ve aralarında öyle öyle aman aman bir farklılık yok. Filmi bu denli güzel kılan da hepsinin topyekün ortaya koydukları performans zaten…

HAMİLE TORUNUNU 'KATLETMEYİ' DÜŞÜNMEYEN BİR BÜYÜKBABA

Bütün bunların ötesinde, bana göre
“Almanya'ya Hoşgeldiniz”
in ahlâkî açıdan en büyük erdemi,
“Finansımızı Alman yapımcılar sağlıyor, o halde kimi ırkçı ve sığ Almanlar'ın Türkler hakkındaki önyargılarına hizmet edecek türden gaddar bir büyükbaba profili çizmek zorundayız”
demeyip, şimdiye kadar bir gurbetçi filminde gördüğüm
en pozitif, en anlayışlı, en sevgi dolu Türk aile reisini
beyazperdeye aktarmış oluşu…
Yılmaz Ailesi
topluca Türkiye'ye gelip Anadolu yollarında ata topraklarına doğru tıngır mıngır ilerlerken,
Canan
ve dedesi
Hüseyin
'in bir yol kenarı bakkalının önünde yaptıkları konuşma, Türkler'in
“din”
ve
“gelenek”
ten anladıkları şeyin ne olduğuna ilişkin bütün ezberleri bozucu nitelikte… Sevmediği insanla evlendirilmek istemediği için gerçekten sevdiği kişiye kaçan bir genç kızı / kadını kimlerin katlettiğini, elele tutuşarak dolaşan kalpleri kıpır kıpır iki gencin
“Ailemizin namusu gitti / gidiyor”
ciyaklamaları eşliğinde sokak ortasında kolaylıkla kurşuna dizilmesinin daha ziyade hangi etnisitenin bir alışkanlığı olduğunu hepimiz gayet iyi bilmekteyiz aslında… Siz şimdiye kadar
Edirne
'de,
Muğla
'da,
Konya
'da,
Aydın
'da ya da
Kayseri
'de birbirini seven iki gencin sırf elele dolaştılar ya da evlenmek üzere kaçtılar diye ailelerinin diğer mensupları tarafından fütursuzca kurşuna dizildiğini gördünüz mü? Bunlar, ülkemizin ancak belli bir kesimine ait barbarlık gösterileri ve oralarda çocukluktan itibaren edinilmiş feodal değer yargılarıyla da çok yakından ilişkileri var. Daha da ötesi, üzeri
İslâm
ile soslanmış olmakla birlikte, özünde
İslâm
'dan değil tamamen
“kabilecilik”
ten,
"aşiretçilik"
ten beslenen gerekçeleri bulunuyor böylesi pervasız insan kıyımlarının… Fakat, söz konusu ilkelliklere ulusal sınırların ötesinden bakıldığında, hepsine büyük bir kolaycılık ve cehalet içinde
“Türk usûlü ahlâk anlayışı”
postu giydirilmekte. İşte,
Samdereli Kardeşler
'in yaptığı da kendilerine sorulmadan üzerlerine giydirilmeye çalışılan bu postu ustalıklı bir sinema diliyle reddetmek…
Hüseyin Yılmaz
, yeterince
Türk
, yeterince
Anadolulu
(anladığım kadarıyla Mardinli)
, yeterince
Müslüman
, yeterince
milliyetçi
, yeterince
sinirli
biri; fakat aynı zamanda güzel gözlü torununun içine düştüğü çaresizliği anlayacak kadar da
merhametli
bir büyükbaba… O yüzden, kendisi de eski bir kurt olarak,
Canan
'ın endişeli tavırlarından yakaladığı
“hamilelik”
meselesini uygun bir zaman ve zeminde kendisine açıp,
“Bunu daha fazla gizleme yavrum, annene mutlaka anlat”
diyor. Onun son derece sakin ve hâlden anlar tavırlarının da panik vaziyetteki torununu biraz olsun sakinleştirip yüreğine su serptiğini görüyoruz. Sonuç olarak, hem Türkiyeli hem de Batılı izleyiciye, torunu hamile kaldığı için ânında belindeki piştova sarılıp onun cılız bedenine Allah ne verdiyse saydıran hınç dolu bir Türk dede portresinden özenle kaçınıyor filmin yaratıcıları... Bundan da önemlisi,
“dedenin de vaktiyle genç ve yüreği kıpır kıpır iken, duygularına, nefsine egemen olamadığı olağan bir tecrübesizlik dönemindeyken nine ile köy ortamında benzer fırıldaklar çevirdiğini”
izleyiciye çıtlatarak hayatta herkesin bu tür cinsel hatalar yapabileceğini,
evlilik dışı hamile kalmak
gibi buhranlı olayların çözümünün
“tarafları kurşuna dizmek”
değil, aile üyelerinin yaşanan soruna aklıselim ışığında el koyup, mağdur gençlerin hayatlarına yepyeni bir rota vermeleri olduğunu vurguluyor.
Bunun dışında, iki erkek kardeş,
Veli
ile
Muhammed
arasında ta çocukluk yıllarından itibaren başlayan uyum sorunu, yıllar içinde yaşanan itiş kakışlar,
“paylaşılamayan battaniye metaforu”
üzerinden nefis bir şekilde anlatılıyor filmde… Ki en sonunda o battaniyenin yatakta habire çekiştirilmek yerine kardeşçe paylaşılması da son derece anlamlı bir final olmuş. Onları bu olgunlaşma sürecine taşıyan gelişme ise dinine, imânına, geleneklerine ve ata topraklarına dibine kadar bağlı sevgili babaları
Hüseyin Yılmaz
'ın gerçekleşmesine öncülük ettiği, asıl amacı
“köydeki evi onarmaya gitmek”
değil,
“kültürel bir köke sıkı sıkıya tutunmayı öğrenmek ve öğretmek”
olan
“memleket gezisi”
Sonuç olarak, her sahnesi birbirinden leziz simgeler, göndermeler, kah mizâhî kâh trajik olaylarla bezenmiş böylesine yüksek kalibreli bir filmin hangi bölümünün analizini yapacağımı gerçekten şaşırıyorum. Bence en iyisi,
Almanya
'da
2011
yılının en önemli sanat olaylarından birine dönüşmesine rağmen kendi ülkesinde havadan cıvadan bir animasyon film kadar bile ilgi ve saygı toplayamayan bu alçakgönüllü başyapıtı bizzat izlemeniz, ona gişede yapılan haksızlığın boyutlarını kendi gözlerinizle görmeniz…

* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *
(4 Yıldız)
Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız)
Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
* * *
(3 Yıldız)
Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız)
Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız)
Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız)
Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız)
Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!

12 yıl önce