|

İnsan: Çetin Ceviz!

“İsmail Sert ilk kitabı Toprak Ayna (Hece Yayınları, Şubat 2021) ile usta bir öykücü olarak edebiyat dünyamızda yerini alıyor. On sekiz öyküden oluşan Toprak Ayna’da en düşsel unsurlar bile o denli doğal ve yalın bir anlatımla ortaya konmuş ki gerçek olup olmadığını sorgulama gereksinimi duyulmuyor. Tıpkı Çok Oyuncak, Aday Kiraz Ağacı öykülerinde olduğu gibi...”

04:00 - 15/04/2021 Perşembe
Güncelleme: 09:49 - 15/04/2021 Perşembe
Yeni Şafak
Aşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara topraktır.” demesi gibi, toprak bizi bağrına basan anadır, yârdir.
Aşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara topraktır.” demesi gibi, toprak bizi bağrına basan anadır, yârdir.

İster düşünsel, sanatsal bir metin olsun, ister bir haber metni olsun, her metin kurmacaya dayalıdır kuşkusuz. Bunu daha da somutlaştırırsak her yazı bir kurmacadır diyebiliriz. Dolaysıyla öykü, roman gibi tahkiye türlerinde kurmacanın katmerli olarak yer alması kaçınılmazdır. Bu durum bilindiği halde, okuduğumuz öykü ya da romanda anlatılanların gerçek olup olmadığını yine de sorgular, bu hususa kafa yorarız. Okur olarak biz, ne kadar kafa yorarsak yoralım; bir öykünün, bir romanın edebî değeri, kurmacalığını okura hissettirip, hissettirmemesine bağlıdır. Bu da yazarın ustalığının, yazarlık yeteneğinin bir ölçütüdür.


İsmail Sert ilk kitabı Toprak Ayna (Hece Yayınları, Şubat 2021) ile usta bir öykücü olarak edebiyat dünyamızda yerini alıyor. On sekiz öyküden oluşan Toprak Ayna’da en düşsel unsurlar bile o denli doğal ve yalın bir anlatımla ortaya konmuş ki gerçek olup olmadığını sorgulama gereksinimi duyulmuyor. Tıpkı Çok Oyuncak, Aday Kiraz Ağacı öykülerinde olduğu gibi…

Pandemi nedeniyle evlere kapansak da baharın gümbür gümbür gelişini parklardaki, bahçelerdeki ağaçların tepeden tırnağa çiçeğe bürünmesinden anlıyoruz. Proje Bahar öyküsü beni çocukluğuma götürdü birden. Çocukların gözünde bahar demek, uçurtmayı gökyüzü ile buluşturmak, yumurta boyayıp, yumurta yarıştırmak, taze söğüt dallarından sifsi (bir çeşit düdük, kaval) yapmak demekti bizim çocukluğumuzda. Çiğdem, nergis, çağla demekti:

“Kapıdan çıkar çıkmaz başımızı gökyüzüne çevirirdik. Çevirir çevirmez bilirdik kimler gelmiş? Kuyruğu uzun olanın, kendisi küçük olup yükseğe çıkamayan, kuyruğu kısa olduğundan dengesiz salınan… Hangi ipin ucu kimin bileğine bağlıydı bilirdik. Yeni biri varsa ‘şıp’ diye fark ederdik. (…) Hafiflemiş dönerdik eve. Hafiflemiş ve hülyalı… Parmaklarımızdaki ip yaraları, rüzgârın izleriydi. Akşam gözlerimize kim dikkatlice baksa, gündüz ne yaptığımızı kolayca anlayabilirdi. Ne kadar havalanmışız? Ne kadar kalmışız orada? Hepsini okuyabilirlerdi gözlerimizden.” (s. 56-58)

Ayrıca bu öykü, Nuri Pakdil’in şu sözünü hatırlattı bana: “ Çocukluk, insanın rüzgârla yarışmasıdır.” (Kalem Kalesi, s.85)

“ Kendi aramızda uydurduğumuz kelimelerimiz vardı. Aynı zamanda rüzgârla bizim aramızdaki kelimeler. Rüzgârı çağırırdık onlarla. Tekrar tekrar söylerdik. Bizden küçükler şaşırırlardı. O zaman daha bir iştahla tekrarlardık.”

DOĞAL VE AKICI BİR DİL

İsmail Sert, bu doğal, kendiliğinden akıp giden bir dille yazdığı öykülerinde insanın çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerine dair hallerine ve sorunlarına kapı aralayan motiflere yer verir. Bu motifler, okuru ister istemez düşünmeye ve hayatı yeni bir bakış açısıyla algılamaya sevk eder. Sözgelimi Nerde Kaldın? öyküsündeki köprü motifi, bu motiflerin başında gelmektedir. Bir yakadan öteki yakaya geçmemizi sağlayan köprüye yazar, nerdeyse tüm bir hayatı yükler:

“Bütün yarımlar tamam olacakmış, bütün eksikler sona erecekmiş, bütün kayıplar bulunacakmış, bütün sökükler dikilecekmiş gibi bir duygu kaplıyor içimi. Yine de ince bir aralıktayım. Kararsızım. Köprü, ayaklarımın altından çekilecekmiş gibi görünüyor. Gözlerimi yumup bekliyorum. Gözlerimi açıyorum. Köprü yerinde. Köprü davetkâr. Hiç hesaplamadığım, kendimden beklemediğim bir anda, ilk adımımı atıyorum. İşte oldu. İlk çocuk adımım… Ardından ikinci ve üçüncü adımlar… Artık köprüdeyim.”

Öyküyü okuyup bitirdikten sonra şu notu düşmüştüm: Nerde Kaldın? değişik ve özgün bir öykü. Köprüye yüklenen anlamlar, köprüyü öykümüzün özgün motiflerinden biri yapıyor. Köprü, dünya ile ahret arasında geçiş yolu olacağı gibi, dünya hayatının başlangıç ve bitişini de simgeler. Ayrıca Sırat Köprüsü’nü de çağrıştırmaktadır. Sırat Köprüsü’nden geçmek, dünya hayatında yapıp ettiklerimizin doğru ya da yanlış oluşlarının ölçülme biçimidir bir bakıma. Ayrıca köprü, kavuşmanın ve ayrılığın simgesi olmanın yanında olgunlaşmanın, mutlu olmanın da simgesidir. Köprü Yeniden adlı öyküde geçen şu cümlede olduğu gibi: “Sakinleşmiş, olgunlaşmış, mutlu olmuş, köprü olmuştu.”

Yine aynı öyküde çocuğun her sorusuna “He” diye cevap veren anneye şunu da sorar çocuk: “Biz şimdi köprüde mi yatıyoruz anne? Başımızı suyun bir yanına koymuşuz da ayaklarımızı diğer kıyıya mı yaslamışız anne? ‘He’ derdi annem ‘iyi bildin.’

Ben köprüde yatar, köprüde kalkar, evi köprü yapar, köprüyü ev olarak bellerdim.”

Bu öykü aynı zamanda bir dönem uygulanan sürgün trajedisini de yansıtır içten içe. Ailede köprü rolündeki dede: “Devlete karşı gelinmez.” diyerek sürgüne razı olur. Dedenin ölümüyle mezralarına dönen aile köprüyü yıkılmış bulur. Sürgün öncesini çocuk şöyle dile getirir:

“Biz iki tarafta idik. Dere evimizle tarlamız arasından geçiyordu. Evimiz bu tarafta, harmanımız o taraftaydı. Hayatı ikiye bölmüştük. Çalışmayı, dinlenmeyi, uyumayı, uyanmayı, sevmeyi, öfkelenmeyi, umutlanmayı ikiye bölmüştük.” dediği dere de kurumuştur artık. Derenin suyu kuruduğu için artık köprüye de ihtiyaç kalmamıştır.


ÜÇ GÜNLÜK DÜNYAYA GÖNDERME

İsmail Sert, öykülerinde karşıtlıklara da sıkça yer verir: Yaka-karşı yaka, deniz-kara, yaşlı-çocuk, çocuk-anne, baba, doktor-hasta, insan-tabiat, inmek-çıkmak…

Üç Günlük adlı öyküde, üç gün kalacakları otele gelen kafile ile oteli terk edecek kafilenin otelin sahanlığında oluşturduğu kalabalık üzerinden insana ilişkin önemli tespitler yapılır. “Yükünden tanınır mı insan? Yüklendiğinden, taşıdığından?” sorusu bütün bir hayatı sorgulamaya yönelten bir soru olarak çıkar karşımıza.

Otel bir bakıma üç günlük dünyayı temsil eder. Yabancısı olduğumuz, alışamadığımız bir mekan:

“Her şey yabancı… Perdeler, koltuklar, askı, yatak, yatağın kenarındaki ince uzun halı, komodin, komodin üzerindeki başucu lambası, duvardaki saat, yanındaki tablo!..

Sakin olmalıyım, tuzaklara dikkat etmeliyim. Sınavdan hızlı geçmeliyim. İz arıyorum. İzi bulmalıyım. Herkesten önce bulmalıyım. İzi kaybetmemeliyim.”

Tıpkı bu otel gibi, dünyaya da alışmadan süre dolar. Dünya hayatının korku ve umuttan ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleşmemize kapı aralayan bir öykü bu. Eşyaya ve gürültüye teslim olmuş bir dünya hayatının insan üzerindeki bunaltıcı baskısı hissettirilir. “Eşya her zaman bu kadar acımasız mıdır? Fark etmiyor, anlamıyor, anlatmıyor, sevmiyor, sevdirmiyor, ses vermiyor…” Oysa gerçek hayat, iz bırakmaktır, sınavdan geçtiğimizin bilincinde olmaktır.

Bir hastane koridorunda muayene sırası beklerken birinin “yeğenim” diyerek desdursuz söze başladığına çoğu kez tanık olmuşuzdur. Bildiğin Ceviz öyküsü böyle ironik durumla başlar. Cevizin faydalarını anlatmayı bir türlü bitiremeyen yaşlı amcanın ardından, hastanın yüzüne bile bakmadan tahlil sonuçlarını değerlendirip reçete yazan doktor da ironinin bir parçasıdır. Öykü “Bildiğin hayat, bildiğin ceviz…” cümlesiyle biter.

İnsanoğlunun zor anlaşılan, zor uzlaşılan, zor yola getirilen, Sadi Şirazi’nin “ İnsan bir damla kan ve yüz binlerce endişedir.” dediği bir varlık oluşu, bir çetin ceviz oluşu hem bu öyküde hem de öteki öykülerde dipten dibe hissettirilir. Nuri Pakdil de: “ İnsan, sürekli okunan bir cümledir.” (BYN II, s. 12) sözüyle insanın bu karmaşıklığına, anlaşılmazlığına vurgu yapar.

ÖYKÜ KİŞİLERİ KENDİ İÇLERİNİ DÖKER

İsmail Sert’in yazarın ağzından anlattığı bu öykülerde, öykü kişileri bir bakıma kendi içlerini dökme ve kendi içleriyle buluşma çabasındadır. “Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil, ruhunla insansın.” Diyen, Muhyiddin İbn-i Arabi’nin ortaya koyduğu hakikate bir yöneliş çabasıdır bu. Bu bağlamda, kitabın son öyküsü Toprak Ayna’da ayna motifi üzerinden insanın mayasının toprak olduğuna, topraktan gelip toprağa gideceğine bir gönderme yapılır. Toprağın bir bakıma insanın kendini göreceği, tanıyacağı bir ayna olduğu imlenir. Aşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara topraktır.” demesi gibi, toprak bizi bağrına basan anadır, yârdir. Topraktan kopan çağdaş insan bir anlamda aynasızdır. Aynasını kaybetmiştir. Gerçek aynanın yerini sadece sureti gösteren, sireti göstermeyen sunî aynalar aldı.

“Belki ilk ayna, esas ayna topraktandı. Hatta bizzat topraktı! Şehirler büyümeden, beton dünyayı işgal etmeden toprak aynaydı! Yollar toprağı örtmüş, insan topraktan uzaklaşmış, onun ayna olduğunu unutmuştu. Herkes kendi aynasına yönelmişti. Kimse başkasının aynasına bakmıyor, aynasını ödünç vermiyordu. Herkes memnundu kendi aynasından.”

Geçilen adlı öyküde, öykü kişisi: “Karşımız boş olunca, aynanın sırlı tarafında bir suret göremeyince kendimizi de göremiyoruz.” derken, insanın da insanın aynası olduğu gerçeğini akla getirir. İnsanlar kendi aynalarına akmaktan başını çevirip de karşısındaki insana bakmıyor. Oysa Muhyiddin İbn-i Arabi’nin dediği gibi: “İnsan, Allah’ın kendi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.”

Yaşamak kendi hikâyemizi yazmaktır bir bakıma. Yazmaya başlarız ama bitiremeyiz. Bitirmek elimizde değildir. Aslında biz, yazılmış ve bitirilmiş bir hikâyenin kişilerinden başkası değiliz. Hikâyenin bittiğini içinde üstte bir lokum, altta akide şekerleri, en altta küçük, beyaz naneliler bulunan külâhı elimize aldığımızda anlarız, Parantez öyküsünde olduğu gibi.

İsmail Sert’in ustalıkla kurguladığı ve kendine özgü üslubuyla anlattığı öykülerden oluşan Toprak Ayna okuru düşündürürken, onu da öyküye dahil eden bir kitap.

#İsmail Sert
#Toprak Ayna
#Hece Yayınları
3 yıl önce