|

İslam’a aç bir millete tercüman oldu

Prof. Dr. Salih Tuğ, 1960’lı yıllarda Türkiye’nin düşünce dünyasına öncülük eden isimlerle beraber çalışmış. İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde Dr. Fuat Sezgin’in asistanlığını yürütmüş, ardından 15 yıl boyunca Muhammed Hamidullah’ın derslerini hem Arapça hem de Fransızca’dan tercüme etmiş.

Latife Beyza Turgut
04:00 - 8/01/2023 Pazar
Güncelleme: 06:25 - 7/01/2023 Cumartesi
Yeni Şafak
​Prof. Dr. Salih Tuğ
​Prof. Dr. Salih Tuğ

Prof. Dr. Salih Tuğ’un doğduğu 1930 yılında Türkiye, laik bir devlet anlayışını benimsemiş henüz yedi yıllık gencecik bir Cumhuriyet devleti imiş. Herhangi bir siyasi geri dönüşten korkularak halka da dayatılan bu benimseyiş, insanların dinlerini özgürce yaşama hakları sorununu da beraberinde getirmiş. Örneğin yıllar sonra Marmara İlahiyat Fakültesi’nin kurucu dekanı olacak Tuğ, ilk dini eğitimini mahalledeki yaşlı bir kadının evinde gizli gizli almış. Dini öğrenmenin ve öğretmenin yasak olduğu bu dönemde halk, bir sonraki kuşağa dini öğretecek kimsenin kalmaması gibi sorunlarla da baş başaymış. Neredeyse çok partili devrin başlamasına kadar ülke, bu sert laik yapısını korumuş. Medreselerin kapatılması, öğretim kurumlarından din derslerinin kaldırılmasının ardından Diyanet İşleri Teşkilatı’nda kadro bulunmaması ve mezunlarının istihdam edilmemesi gibi sebeplerle ilahiyat fakülteleri de işlevsiz bir kurum olarak kapanmaya mecbur olmuş. Fakültelerin yerine ise öğrencisi olmayan İslam araştırma enstitüleri açılmış. Bu süreç 1945 yılına kadar devam etmiş. 1945 yılında ise Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Anayasası’nın altına attığı imzanın etkisi ile kanunda yer alan din ve vicdan hürriyeti gereği dinini yaşamak, dinini öğrenmek ve dinini öğretmek hakkı da Türk insanına yeniden tanınmış. İmam hatip ve ilahiyatlar yeniden açılmış. Ancak 1924’ten itibaren örgün dini eğitime ara verilmesi, yeni talebelerin yetişmesine mani olduğundan açılan imam hatiplerde ve ilahiyat fakültelerinde hocaların sayısı yetersizmiş. Çözüm olarak, yurt dışından hocalar getirilmeye başlanmış. Muhammed Tanci, Muhammed Hamidullah ve Tayyip Okiç gibi isimler Türkiye’ye gelerek dersler vermiş. Özellikle Muhammed Hamidullah, üniversite öğrencilerinin takip ettiği derslerin yanında halka açık dersler, seminerler verirmiş. Halka açık derslerinde amfi sıralarından, merdiven basamaklarına kadar müthiş bir kalabalık olurmuş. Salih Tuğ’a göre bu derslere gösterilen yoğun ilgi, o yıllarda Türk halkının İslam’a ve İslam kültürüne olan susamışlığın bir göstergesi.

NİKAH ŞAHİDİMİZ FUAT SEZGİN’Dİ

“Ama Menderes’ten sonra İslam kültürüne, hukukuna ve toplum yaşayışına sempati duyulan bir devre geçilmiştir” diyor Tuğ ve ekliyor: “O yüzden Menderes’in suçu İslam değerlerine ve İslam dünyasına fazla açılmak olması sebebiyle idamına karar verildi. Onun devri bir geçit devridir. O geçit devrinden sonra çok parti devri yavaş yavaş işlemeye başladı Türkiye’de. Her alanda bilimde, hukukta, sanatta ve iktisatta daha ne kadar ilim alanı varsa bu alanlarda İslami değerlere yer ve önem verilmeye başlandı. Müslümanca bir hayat yaşamak suç teşkil etmekten çıktı ve normal bir hukuki yapı ortaya çıktı. Olması gerektiği gibi…” Prof. Dr. Salih Tuğ ile Aksaray’daki eski ahşap evlerinden, Marmara İlahiyat Fakültesi’nin kurucu dekanlığına, Muhammed Hamidullah’tan, rahmetli eşi Binnaz Altıner Tuğ ile nikah şahitliğini üstlenen Prof. Dr. Fuat Sezgin’e iki günde nihayetlenecek koyu bir sohbete koyuluyoruz.

İstanbul’un en eski semtlerinden birinde, Aksaray’da Horhor Caddesi’ne bağlı Uzunyusuf Sokağı’nda 12 Şubat 1930 yılında başlıyor Salih Tuğ’un hikâyesi. Adı gibi sahiden uzunca bir sokakta, 8 numaralı ahşap bir evde dünyaya geliyor. Ailenin kökleri Bolu’nun Gerede Kazası’nın Seyyid Aliler Köyü’ne dayanıyor. Babası ve dedesi İstanbul’a göç ettiklerinde önce İçerenköy’e yerleşmişler. O zamanlar İçerenköy, Ataşehir gibi ilçelerin mevkileri tamamen kırlık alanlarmış. Baba oğul, bir süre buradaki büyük bahçeli köşklerde bahçıvanlık yapmışlar. Ardından Fatih’e Kocamustafapaşa taraflarına yerleşmişler. Aile, Aksaray’da ticaret işleriyle uğraşmaya başlamış. Aksaray’da oturdukları ahşap ev, üç katlı bir geniş aile eviymiş. Tuğ, iki metreye yakın boyuyla ahşap evin kapılarından eğilerek geçmek zorunda kalan ve 1927’de vefat eden dedesini göremese de 1937 yılında vefat eden ninesini ve cenazesinin kaldırılmasını net bir şekilde hatırlıyor. O zamanlar bugünkü gibi cenaze nakil arabaları yokmuş. Benzinli cenaze arabası sadece gayrimüslümlerde olurmuş. Bazı özel bir takım durumları olan kimseler hariç suriçine cenaze gömülmezmiş. Bu nedenle suriçi sakinleri cenazelerini tabuta koyarak, sur dışında gömüleceği kabre kadar cenazeyi omuzlarında taşırlarmış. Tuğ da henüz 7 yaşında bir çocukken ninesinin cenazesini Aksaray’dan Topkapı Sur Dışı Mezarlığı’na kadar takip etmek istemiş. Ancak babası bu uzun yolda yorulacağını düşünerek onu yoldan geri çevirmiş. Lise çağlarında ise hareketli bir çocuk olan Tuğ’u yolundan döndürmek pek mümkün değilmiş. Örneğin, bir zamanlar mahalleden arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’a ormanlardan temiz su getirmek için kullanılan ve Atatürk Bulvarı açılacak diye yıkılması planlanan ancak son anda vazgeçilen Bozdoğan Kemeri’nin üzerine çıkar, Fatih’ten Beyazıt’a kadar kemer üzerinde yürürmüş.

ERKEN BAŞLAYAN OKUL HAYATI

Sinop, Ayancık’ın Çangal Köyü’nden olan annesi, tesettürlü olmanın getirilerine riayet eden bir kadınmış. O zamanlar Aksaray’da yaşayan tüm muhafazakar ailelerin hanımları gibi çarşaf giyermiş. Alışveriş esnasında namahrem kişilerle sohbet edileceği zaman yüzünü bir peçe ile örter, dükkandan çıktığında çevreyi daha iyi görebilmek için peçesini kaldırırmış. Babası da annesi gibi muhafazakar zihniyetli ve tatbikatlı bir kimseymiş. En çok Fatih Camii’ni sever özellikle cuma namazlarını orada kılmayı tercih edermiş. Pazar günleri ise kanunen ticarethanelerin kapalı olmasını fırsat bilir, çocuklarını alır Fatih Camii’ne götürürmüş. Babası, hocası ve arkadaşlarıyla beraber minberin yakınında bir yerde hadis, tefsir veya Arapça dersi yaparken onlar da o saatlerde bomboş olan camide koşmaca oynarlarmış. Babası dini ilimleri öğrenmeye meraklı biriymiş. Eskiden bazı sultani camiler bir dershane gibi kullanılır, tefsir, hadis, tarih gibi İslam’ın esaslı bilgilerini almak üzere dersler yapılırmış. Camilerde görev alan imamlar ise herhangi bir imam değil, medrese mezunu kimseler olurlarmış. Hocaların hocası olarak bilinen Hüsrev Aydınlar da bu isimlerden. Kendisinin Vatan Caddesi’ne doğru bir bostanı ve evi varmış. Oradan yürüyerek Fatih Camii’ne gelir, Salih Tuğ’un babasının da içinde bulunduğu 10-15 kişilik grupla ders yaparlarmış. Babası ve arkadaşları, hem camilerin hem de buradaki hocaların değerini bilen, dini ve beşeri eğitime önem veren kimselermiş. “Böyle bir anlayışa sahip bir baba beni yaşım gereği beş yaşında anaokuluna yazdırdı” diyor Tuğ.

  • Oldukça hareketli bir çocukluk geçiren Tuğ, sık sık düşer, yaralanırmış. Ancak bu düşüşlerden sonra yaralarını da kendisi sarmayı hatta pansuman yapmayı öğrenmiş. Bu sebeple lise hayatı boyunca tıbbi ilimlere meraklı olmuş. Bu merakı ile liseyi bitirdikten sonra tıbbiyeye girmek istemiş. Ancak o seneye kadar sınavla öğrenci kabul eden Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, o yıl konulan bir kararla lise bitirme ve olgunluk adı altında iki farklı puanla öğrenci kabul etmeye başlamış. Tuğ için ilk sene tıp mümkün olmamış. Ancak o vazgeçmeyip Tıp Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Dr. Arif İsmet Çetingil’e müracaat etmiş ve ondan gelecek sene için söz almış. Kazanamadığı seneyi değerlendirmek adına da yine derece olarak yüksek bir okul olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırmış. Bir senenin sonunda lise hayatı boyunca istediği bölümden vazgeçerek hukuk fakültesinde kalmasını ise şöyle anlatıyor: “Ben senemi değerlendirmek için gitmiştim, fakat bir senenin sonunda kararım değişti. Okurken Ali Fuat Başgil, Sıddık Sami Onar ve Ebül’ulâ Mardin gibi eskilerin ‘ulemadan’ diye tabir ettikleri, yetişmiş hocalar ile tanıştım. Çok güzel ders anlatırlardı. Onlardan etkilendim ve bu bölümde kalmaya karar verdim. Neye niyet, neye kısmet…”

İSTİKBALİNİ TAYİN EDEN GENÇ

Genç bir üniversite öğrencisiyken, “Ben istikbalimi tayin etmek istiyorum” diyerek danıştığı hocalardan biri de Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar olmuş. İdare Hukuku Kürsü Başkanı Onar, kendi ders konusu içerisinde zaman zaman Osmanlı hukukuna da değinirmiş. “O zaman İslam hukuku diye bir ders yoktu. Yasaklanmış ve programdan çıkarılmış vaziyetteydi. Ama Osmanlı’ya temas eden bazı dersler yapılırdı. Mukayeseli olarak bazı öğretim üyeleri bahsederdi” diyor Tuğ. O isimlerden biri de Hıfzı Veldet (Velidedeoğlu) imiş. İslam hukuku, Osmanlı hukuku gibi derslere ilgisi artan Salih Tuğ fakülteyi bitirdikten sonra doktora yapmaya karar vermiş. Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nin varlığından haberdar olmuş ve hedefi Mısır’da İslam hukuk tarihi üzerine doktora yapmakmış. Tam bu noktada mahalleden komşuları olan, Tuğ’un büyük ağabeyinin elektrik malzemeleri satışı yaptığı dükkanda da daha önce karşılaşmış oldukları Fuat Sezgin ile yolları kesişmiş. Ankara Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne nakil olan ve İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne müdür yardımcılığı görevini üstlenen Sezgin, kendisini yıllar sonra fakültede görmesine rağmen Tuğ’u tanımış. Mısır’a gitmek için vize almaya çalışan Tuğ’u Ankara Üniversitesi’ne yönlendirmiş. Fakat 1956 yılında çıkan Süveyş Kanalı Savaşı, üzerine İngiliz ve Fransız ordularının Cemal Abdünnasır’ın yönetimindeki Süveyş Kanalı’nı işgal etmeleri sebebiyle Milli Eğitim Bakanlığı, Mısır’a vize vermemiş.

SEZGİN TÜRKİYE AŞIĞIYDI

Doktorasını İstanbul’da yapmak durumunda kalan Tuğ’a Fuat Sezgin İstanbul Üniversitesi bünyesindeki İslam Araştırmaları Enstitüsü’de bir asistanlık kadrosu olabileceğinden bahsetmiş. Enstitünün kurucusu ve müdürü ise Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’mış. Moskova yakınlarında Başkırt Devleti hudutları içerisinde doğan Türk tarihi hocası Togan, komünizmin getirdiği yeni devlet anlayışıyla mücadele etmiş. Mücadeleyi kaybedeceğini anlayınca da Stalin’den kaçarak Hindistan üzerinden Türkiye’ye sığınmış. İstanbul Üniversitesi de ona sahip çıkarak 1930’lardan itibaren bünyesine katmış. 1960’ta İslam Araştırmaları Enstitüsü kurulunca, kurumun müdürü olmuş. Sezgin’in vasıtasıyla Tuğ, doğrudan doğruya Zeki Velidi Togan’a müracaat etmiş. Onların da destekleriyle imtihana girerek Edebiyat Fakültesi’nde İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde İslam hukuk tarihi alanında asistan olarak çalışmaya başlamış. O sırada Edebiyat Fakültesi’nde doçent olarak çalışan Fuat Sezgin, aynı zamanda Tuğ’un doktorasını idare etmeye başlamış. Ancak bu idare 1960 Askeri Darbesi ile yarım kalmış. Darbenin ertesinde verilen bir rapor ile Sezgin ve çeşitli üniversitelerden 147 öğretim üyesinin üniversiteleriyle ilişiği kesilmiş. Sezgin’in yaptığı tüm akademik çalışmalar, 1960’tan itibaren yok sayılmış. Bunun üzerine Almanya, Frankfurt’a giden Sezgin, akademik çalışmalarını ve mesleki faaliyetlerini Goethe Üniversitesi’nde yürütmek mecburiyetinde kalmış. İslami ilimler tarihi alanında çalışan Sezgin, burada profesör olmuş ve İslam medeniyeti tarihinin başlangıcından itibaren gelişmiş naklı ve aklı ilimlere ait literatürünü konu edinen “Geschichte des arabischen Schrifttums” isimli 17 ciltlik başyapıtını burada Almanca olarak yayınlamış. Tuğ, 2018 yılında hayatını kaybeden Sezgin’i, “Türkiye ve Türk aşığı bir kimseydi” sözleriyle anıyor.

Salih Tuğ, henüz hukuk fakültesinde genç bir talebe iken, “Hindistan’ın Haydarabat eyaletinden gelen, Muhammed Hamidullah isminde bir hoca varmış. Doktorasını Paris’te yapmış, haymatlos vatandaşıymış. İslamla ilgili Arapça dersler veriyormuş” diye bir söylenti duymuş. Yurt dışına gitmek için hazırlık yapan, bir yandan da Arapça öğrenen Tuğ, Hamidullah Hoca’nın bu derslerine katılmaya başlamış. Hamidullah Hoca’nın Arapça olarak anlattığı dersleri ise aynı fakültede doçent olan Fuat Sezgin Türkçe’ye tercüme edermiş. “Hoca genel anlamda İslam Müesseseler Tarihi konulu bir ders anlatıyordu diyebiliriz. İlmi müesseseler, İslam dini nasıl başladı, nasıl yayıldı, Peygamber (sav) hayatı gibi dersler anlatırdı” diyerek anlatıyor Tuğ o dersleri. Fuat Sezgin’in 1960 ihtilalinden sonra İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırılmasının ardından bu dersleri tercümeye Hamidullah Hoca’nın tanıdığı bir asker emeklisi olan Kemal Kuşçu devam etmiş. Kendisi ücreti mukabilinde bu dersleri Fransızca’dan Türkçe’ye tercüme edermiş. Kuşçu’nun yaşlanmasının ardından bu dersleri tercüme etmek, artık yabancı dilini iyiden iyiye geliştirmiş ve doçent olmuş Salih Tuğ’a düşmüş. Hamidullah Hoca, Arap-Fars filolojisi ve tarih bölümü öğrencilerinin takip ettiği dersleri Fransızca; halka açık, seminer derslerini ise Arapça anlatırmış. Tuğ her iki dili de bildiğinden ikisinden de tercüme edebilirmiş. Özellikle halka açık derslerde amfiler lebalep dolu olurmuş. Tuğ, derslere gösterilen bu yoğun ilgiyi o senelerde İslam ve İslam kültürüne olan susamışlığın bir göstergesi olarak anlatıyor. 1965’te başlayan bu birlikte dersler 1980 yılına kadar tam 15 sene, Tuğ Marmara İlahiyat Fakültesi dekanı olana dek devam etmiş.

PROFESÖRLÜĞE GİDEN YOL

1963 yılında “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı” isimli doktora tezinin ardından doçentliğinde Zeki Velidi Togan’ın ricası üzerine İslam dünyasında hukuk, iktisat, siyasi ve askeri alanlarda anayasa hukuku üzerine ne gibi gelişmeler yaşandığına dair bir çalışma içerisine girmiş. Ancak Hamidullah Hoca bu konunun çok kapsamlı olacağını düşünerek kendisini 19. ve 20. yüzyıldaki İslam devletlerinin anayasasını incelemesini tavsiye etmiş. “19. ve 20. Asırda İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri” tezini hazırlarken Tuğ’un asıl maksadı ise Osmanlı hukukunu incelemekmiş. Bu çalışmasının amacını şöyle anlatıyor: “Osmanlı, zaten sonradan istikbalini ilan etmiş olan pek çok İslam ülkesinin; Suriye, Mısır, Suudi Arabistan Devleti gibi devletlerin zaten ilk idarecisi. Bu ülkeler, Osmanlı Devleti’nden sonra İslam devletleri olarak ortaya çıktılar. Kendilerine göre bir sosyal ve hukuki yapıları vardı. Osmanlı’nın dağılmasından sonra bu bölgelerde ne gibi gelişmeler olduğunu da dahil etmek suretiyle İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri adıyla bir doçentlik tezi ortaya çıkarmış oldum.” 1969 yılında doçent olan Tuğ, 1976 yılında ise İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü olmuş. Klasik dönem İslam ilimleri üzerine çalışmalar yapmış ve hadis ilmi tarihinde önemli bir yeri olan Buhari’nin hocalarından biri olan Züheyr’ibn Harb ve Kitabu’l İlm isimli eseri çalışmasıyla 1978 yılında profesör olmuş. İstanbul Üniversitesi’ndeki görevlerine ek olarak 1969-1970 yılları arasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Müdürlüğü’nü üstlenmiş. 1982 yılında ise bu enstitü Marmara İlahiyat Fakültesi’ne dönüşmüş. Tuğ, fakültenin kurucu dekanı olarak 1994 yılına kadar görev yapmış.

Eski İstanbul ve ahşap evleri

  • Salih Tuğ’un çocukluğunda Horhor Caddesi’nden Saraçhane’ye kadar uzanan evlerin neredeyse tamamı ahşaptan oluşuyormuş. Aynı şekilde Sofular’a doğru giden yolda, Cerrahpaşa ya da Haseki taraflarındaki evler de yine ahşaptanmış. Evlerin arasında neredeyse her mahallede birkaç tane hamam olurmuş. Mesela, Horhor Caddesi üzerinde Fatih İtfaiyesi’nin bulunduğu bölgede birkaç hamam birden işletilirmiş. Bu şehir hamamlarında kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı günler olurmuş. Tuğ da henüz üç-beş yaşlarında minik bir çocuk iken ninesi ile Uzunyusuf Sokağı’ndaki Horhor Hamamı’nın kadınlar kısmına gidermiş. Sabunlu ve ıslak mermerde kaymasın diye ninesi elini hiç bırakmazmış. O sıcacık yerde yıkanmak çok hoşuna gidermiş. Tuğ, “Şimdi ahşap bina neredeyse yok. Nadir oldular. Hamamlar vardı. Onlar bile yıkıldı. Bu değişiklik İstanbul’a yaramadı. Modern bir şehir olacağım derken eski ile ipler tamamen koptu. En kötü şey bu oldu tabii” diyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’a şekil vermek için tarihi yarımadaya yapılan değişiklikleri Londra Asfaltı yapılacak diye genişletilen yolları, taşınan mezarları, yıkılan çeşmeleri, medreseleri anlatıyor Tuğ. Şimdi yapılan kurtarma, koruma çalışmalarına “Bade harab ül Basra” diyor ve çok geç kalındığını şu sözlerle anlatıyor: “Böylesine bir İstanbul hayatı maalesef söndürüldü. İstanbul’a şekil vermek istediler. Şekil vermeyi bırakın, mevcudu muhafaza edin. Mezarlara bile rahat vermiyorlar. Böylesi bir takım tadilatlarla İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkardılar. İstanbul, eski bir şehir olarak kalsaydı keşke…” Tuğ ile karşılıklı otururken onun anlattığı İstanbul, Fatih ile kendi okuduğum yılları okuldan sonra yürüdüğüm yolları, Aksaray’da öğrenci evine gittiğim arkadaşlarımın evlerini düşünüyorum. Anlattığı caddeler, sokaklar yalnızca isimleriyle aynı kalmış. Ne o hamamlar ne çeşmeler ne medreseler ne de çıkmaz sokaklar… Artık hepsi Tuğ gibi eski Fatihlilerin zihninde saklı.

KANADA’YA YOLCULUK

Fuat Sezgin’in Almanya’ya gitmesinden sonra Türk tarihi hocası Zeki Velidi Togan ile baş başa kalmış, enstitüyü beraber yürütmüşler. Zeki Velidi Togan’ın da bir burstan istifade ile Amerika’ya, New York Columbia Üniversitesi’ne gitmesiyle yerine geçici olarak İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne Türk Edebiyatı Tarihi hocası Prof. Dr. Fahir İz getirilmiş. İz bir gün Tuğ’a gelerek, “Salih sen ne yapıyorsun burada? Seni de Kanada’ya gönderelim. Orada McGill Üniversitesi’nde bir İslam Araştırmaları Enstitüsü var, çok da güzel hocaları var. Farklı İslam ülkelerinden Hindistan, Pakistan, Arabistan hocalar getiriyorlar. Onlarla beraber bir sene için çalışmak ister misin?” diye sormuş. Tuğ, bu teklifi kabul etmiş. Böylece 1960 yılında evlendiği Binnaz Hanım ve oğlu Abdullah ile birlikte 1963 yılında bir seneliğine Kanada’ya gitmişler. Kanada günlerini ve dönüşünü şöyle anlatıyor: “Orada bana ayda 550 Kanada doları burs veriyordu. Bu para, ev tutmaya, geçimimi temin etmeye ve biraz da dolaşmaya yetiyordu. Kalan pek bir şey olmuyordu ama rahmetli hanımefendi müsrif bir insan değildi. 1964 yılında dönerken birikimimizle ikinci elden beş senelik bir araba aldık. O araba ile bütün Kanada’yı dolaştık. Dönerken de arabayı vapura koyup Atlantik üzerinden geçtik. Fransa’dan itibaren de Avrupa’yı dolaşmak suretiyle Türkiye’ye dönmeye karar verdik. Önce Fuat Sezgin ve Hamidullah Hoca ile Paris’te buluştuk. Burada hoca ile birkaç gün geçirip Paris’i gezdik. Ardından ben, eşim ve oğlum Abdullah Fuat Sezgin’i Frankfurt’a bırakmak için yola çıktık. Arabada çocuk da olduğundan ben tedbirli bir şekilde biraz da yavaş kullanıyordum. Fakat Fuat Hoca, Almanya sınırına geldiğimizde biraz daha hızlanmamı istedi. Ağaçların arasında dar, tek şeritli bir yoldaydık. Biraz hızlanmıştım ancak önümüze keskin bir viraj çıktı. Virajı arabanın sağ tekerleri havada bir şekilde döndük. Ancak ben bir yanlışlık yapıp frene bastım. Araç ağaçların etrafında dönmeye başladı. Yolun sonuna kadar dönerek geldik. Arabanın kaputu biraz çıkık bir modeldi, son ağaca geldiğimizde kaput ağaca takıldı ve biz ancak böyle durabildik. Büyük bir şokla arabadan indik, neyse kim kimsenin bir şeyi yoktu. O sırada Fuat Hoca şoka girmiş, “Kitabım! Kitabım!” diye bağırıyordu. Henüz en önemli eseri İslam Bilimleri Tarihi’ni tamamlamamıştı. Kazanın şaşkınlığı ile çalışmasını sayıklıyordu. Hepimiz sakinleşince kaportayı bir tel yardımı ile tutturduk ve yolumuza devam ettik. Fuat Sezgin’i Frankfurt’taki evin bırakıp birkaç gün onda misafir olduk. Burada arabamızı tamir ettirip yine gezerek Türkiye’ye döndük.”

Biz bu spora aşık olduk

“Ben çocukluğumdan beri ev hayatı fazla bilmem. Evin dışında sokak hayatı bilirim. Uzunyusuf Sokağı benim için bir karargahtı, bütün arkadaşlarım oradaydı” diyor Salih Tuğ.

  • Henüz Pertevniyal Lisesi’nde okurken, kafa dengi arkadaşlarıyla birlikte,“Ya hu sokaklarda oynuyoruz, geziyoruz tozuyoruz, her yaşın kendine göre bir hareketliliği var ama bir spor yapalım” diye düşünmüşler. O zamanlar Aksaray’da arabalar daha seyrek, Atatürk Bulvarı henüz açılmamış. Önce kendi başlarına bu mevkilerde koşmayı denemişler. Ama yanlarında bir hoca bir antrenör olmayınca disiplin sağlayamamışlar. Bunun üzerine spor yapabilecekleri bir yer aramaya başlamışlar. “Bir gün sevinçle koştum geldim” diyor Tuğ. Eminönü Halkevi’nin bir spor salonu olduğunu öğrenerek arkadaşlarına haber vermiş. Gidip bakmaya karar vermişler. Gördükleri karşısında her birinin gözleri fal taşı gibi açılmış… “Gittiğimiz zaman da aletli jimnastik saati varmış. Orada barfixi gördük, halkayı gördük, uzun beygiri gördük… Birtakım aletlerde spor yapılıyor, sokakta koşmuyorsunuz. Daha çok aletler var orada hareketler yapıyorsunuz. Ağzımız açık kaldı, işte bizim sporumuz budur dedik” diyerek anlatıyor ilk tepkisini.

3-5 arkadaş herkes gibi soyunmuş, uyduruktan bir takım spor kıyafetlerini giyinmişler. Neyse ki antrenör onları kabul etmiş. Bir-iki hareket yapıp bir buçuk saati tamamlamışlar. Ertesi hafta tekrar gittiklerinde bakmışlar ki onları kabul eden hoca yok. Yerine bir başkası gelmiş ve onları izledikten sonra, “Ben sizinle çalışmam, siz bu sporu yapamazsınız” demiş. Gençler, bir nevi aşık oldukları spordan öyle kolay vazgeçer mi? Ertesi hafta kovulmalarına rağmen yine gitmişler. Hikâyenin devamı şöyle: “Bir de baktık ki yine hoca değişmiş. Üçüncü bir hoca var! Yine hemen soyunduk, uyduruk kıyafetlerimizi giydik. Yeni hoca bizi kabul etti ve biz onun gösterdiği aletlerde gösterdiği hareketleri yapmaya başladık. O hocayla ben 20 seneye yakın hoca-talebe ilişkisi içerisinde oldum. Adı Prof. Nihat Yılbar, Allah rahmet eylesin.” Salih Tuğ, lise yıllarından doktorasını yaptığı 1960’lı yıllara kadar aletli jimnastik, atletizm ve kayak alanlarında girdiği yarışmalarda yirmi kadar kupa ve kırka yakın madalya kazanmış.

Ahırkapı Sahili’nde geçen yazlar

Aksaraylı, sportif genç bir delikanlı olan Salih Tuğ, yüzmeyi de elbette Yenikapı Sahili’nde öğrenmiş. “Diz-kapak adalarında başladım yüzmeye… Öyle ellerimle kurbağa gibi yürürdüm. Sonra sonra batmaya başladım. Kulaç sallamaya başladım, biraz köpeklemeye başladım” diyerek anlatıyor yüzmeye başlamasını. Aksaray’daki evlerinden Sultanahmet’e taşınında Sultanahmet’te bulunan Ahırkapı Deniz Feneri rıhtımından denize girmeyi epeyce öğrenmiş. Kız Kulesi’nin karşı sahilinde geceleri ışıkları yanan bu fenerin dibindeki beton dalgakıranda soyunur, çeşit çeşit manevralarla suya atlarlarmış. Öylesine severmiş ki yüzmeyi yazları yemek yemek için iki yüz metre ilerideki evine gitmeyi zaman kaybı sayar, sabah gelirken yemeğini de sefer tasına koyar, sahile getirirmiş.

  • Yaz mevsimlerinde Tekirdağ’dan yola çıkan Ahırkapı sahilinden kavun-karpuz taşıyan meyve motorları geçermiş. Karadeniz’den gelen akıntı Sarayburnu’nda ikiye ayrılır; bir kol, Haliç’e diğeri Marmara kıyısından Hayırsız Adalar’a gidermiş. Kavun karpuz yüklü o mavlalar, Sarayburnu’ndan gelen akıntı sebebiyle yaklaşırlar fenere yaklaşırlarmış. O motorlardan atılan karpuzları şöyle anlatıyor Tuğ: “Kıyıya beş on metre mesafeye kadar gelirlerdi. Biz karpuzu görürdük, bütün sahilde kaç kişi isek, ‘Atsana, atsana, karpuz-kavun atsana’ diye tempoyla bağırırdık. Belki yirmi, otuz kişi, mahallenin yüzmeye gelen tüm çocukları. Manav bizi boş geçmeye kalkarsa yüzerek motorun arkasına bağladığı filikaya çıkar, orada şamata yapardık. Adam bela olmayalım diye bir karpuz atar, daha da bağırırsak bir tane daha atar. Sonra gidiyor zaten. O karpuzu almak için ne kavgalar çıkarırdık… Karpuzu görür görmez denize atlardık, yüz babam yüz. En hızlı kim ulaşırsa alır, getirir. Müştereken yerdik.”

DENİZİN BİR DE ALTI VAR

“Benim oyunbaz olduğum kesindir” diyor Salih Tuğ. Bu oyunbaz gence denizin yüzeyi yeter mi? Denizin altında da dolaşan bir Salih varmış! O zamanlar daha maskeli gözlükler, şnorkeller henüz yaygın hale gelmemiş. Sinemalarda, mecmualarda “Avrupa’da böyle şeyler çıkmış” diye görürlermiş. Bu fotoğraflardan etkilenen Tuğ madem elimizde yok, öyleyse ben yaparım diyerek kolları sıvamış. Önce aklına motosiklet kullananların taktığı gözlükler gelmiş. Ancak motosiklet gözlüklerinin kenarlarında delikler varmış. Babasının takımları arasında bulduğu cam macunu ile bu delikleri tıkamış. Suyun altında bir deneme yapmış, su girmemiş üstelik denizin içini camdan bakar gibi seyredebilmenin zevkini tatmış. Fenerin dibindeki kayalıklarda yüzen balıkları, kayalara tutunan yosunları görmek istemiş. Batıp dipte oturmak için karnına iri bir kaya bağlamış. Ancak en fazla iki dakika dayanabilmiş. Nefes problemini çözebilmek için yine evden, babasının sulama hortumunu alıp ucuna havada kalması için bir mantar bağlamış. “Borunun bir ucu yüzeyde diğer ucu ağzımda. Taş karnımda, gözlük gözümde… Yavaşça denize girip, dibine oturuyorum, seyret babam seyret!” sözleriyle anlatıyor bu icadını Tuğ.

#Salih Tuğ
#Fuat Sezgin
#Muhammed Hamidullah
#İslam
#Kanada
1 yıl önce