|

İstanbul'a hayatımı borçluyum

İstanbul'a methiyeler düzen, ayakkabıcı Nazaryan, Şair Nigar Hanım ve daha niceleri üzerinden bu şehri anlatan yazar Selim İleri hayatını borçlu olduğu kentini yazılarıyla korumaya çalışıyor

Röportaj: AYSEL YAŞA
00:00 - 10/03/2012 Cumartesi
Güncelleme: 21:19 - 9/03/2012 Cuma
Yeni Şafak
İstanbul'a hayatımı borçluyum
İstanbul'a hayatımı borçluyum

Everest Yayınları'nda buluşuyoruz Selim İleri'yle. 45 yılını yazarlıkla geçirmiş, en son öykü dalında Aydın Doğan ödülü gelmiş. Birini yakıp, diğerini söndürdüğü sigaralarını içerken başlıyoruz İstanbul'u konuşmaya. Kitaplardan okuduğumuz Taksim'in kibar beyefendileri gibi mütevazı ve sıcak. Biraz İstanbul'dan bahsediyoruz, biraz kazandıklarımızdan, biraz da kaybettiklerimizden!

Kitaptaki yazılar Zaman Gazetesi'nde yayınlananlardan bir seçme. Yaşadığım İstanbul kitabına alacağınız yazıları nasıl seçtiniz?

Gazetedeki yazıların yarısı var kitapta. Bunun nedeni de gazetede bazen güncel olana yer veriyordum. Kitap ayrı bir kapsam, daha kalıcı olduğu için o yazıları eledim. Sadece ayakkabıcı Nazaryan'ın ölümü üzerine yazılmış olan yazıyı aldım. Bazı yazıları da yeniden yazdım. Gazetede yayınlanan hallerini güncelledim. Ne kadar itinayla yazarsanız yazın haftalık yazılarda bazen eksikleriniz olabiliyor. Kitabın o kalıcı ve hassas tarafı da bu eksikleri kabul etmiyor. Bu nedenle üzerinden geçtim yazdıklarımın.

İstanbul birçok değişim yaşadı. Ama siz kitapta kendini koruyan bir İstanbul'dan bahsediyorsunuz. Herkesin gelmeye, yaşamaya korktuğu bu şehir, kendini nasıl koruyor?

Bu ilahi bir sır. Çünkü düşündüğünüz vakit 7 bin yıla yakın tarihi olan bir şehirden bahsediyoruz. Ama son 50 yılda büyük değişimlere uğramasına rağmen, hala bir köşesine baktığınız vakit, geçmişten izleri görüyorsunuz. İşte şu köşede harikulade güzel Semt Camii, eski İstanbul'dan kendi kendini korumuş olarak karşınıza çıkar. Korunmuştan çok, İstanbul'un kendi kendini koruduğunu düşünmek lazım. Bunun anlamını ben de çözebilmiş değilim. Ben 60 yaşındayım. Bir bahar günü oluyor beni 55 sene öncesine götürüyor. Boğaz'a bakarsınız, tepeleri artık mahvedilmiştir ama orada esen bir yel size gelir. Bana gelmiştir mesela. Uzun yıllar bu şehirde yaşamış biri olarak bütünüyle kaybolmadığını düşünüyorum.

İstanbul'a dair felaket senaryoları yazanların aksine yani

Çok haklısınız. Hep İstanbul çok değişti, kötü oldu diyerek olumsuz yaklaşmak da anlamsız ve yıkıcı. Hiç olmazsa var olanı korumak adına bir şeyler yapılmalı. Büsbütün hor görmek de yanlış bir şey. Hala sevilmeye değer bir yer İstanbul. İstanbul'la ilgili dokuzuncu kitabım bu. 4 bin sayfaya yaklaşan bir şey. İlk başlarda bu yazıları okuyan genç biri ne düşünecek derdim. Moda Plajı mesela, yerinde yeller esiyor. Ama genç kuşağın içinde meraklıları var. Onlar için de iyi şeyler yazmak gerek.

TARİHİ BİR ÖMÜR OKUNACAK KADAR ZENGİN
İstanbul'u anlatıyorsunuz gazetede, dergide, kitaplarda. Bir gönül borcu gibi? Ne zamandan beri borçlusunuz bu şehre?

İstanbul'a hayatımı borçluyum. Burada doğdum, çok uzun yıllar hep burada yaşadım. İstanbul dışında yaşadığım süreler oldukça az. Askerlik sırasında ve kısa Ankara günleri var. Tüm bunların dışında ömrüm İstanbul'da geçti. Artık organik bir parçanız gibi oluyor. Ama gönül borcu olarak İstanbul'un kültürüne gönül borcumuz var, yalnız benim değil herkesin. Tarihine de var. İnsanın tarihe karşı bir ilgisi varsa ve tarih okumayı seviyorsa İstanbul'un tarihi bir ömür boyu okunabilecek kadar zengin.

Değişen İstanbul var kitapta. İstanbul'un değişimi ne zaman başlar?

Sanıyorum kitapta da ilk yazılardan birinde vurguladığım gibi 1950 sonrası istimlak hareketiyle büyük değişim başlıyor. Orada rahmetli Menderes'in yaptığı bir iyi niyetti. İnşaat rantı gibi şeylerle suçlayamam onu. Ama o devrin havasında İstanbul'da bir New York oluşturulmak istendi, ışıklı ve geniş caddeler. Hatta Menderes istimlak yapılırken gelip işçilerle çalışmış. Bu tarihi bir kent için yanlış bir tutum olmuş. Yine 50'lerin ortalarında İstanbul'a ciddi bir iç göç başlıyor. İstanbulluların çok büyük bir hatası var. İstanbullular Anadolu'dan gelen bu iç göçü hiçbir şekilde özümsemiyorlar.

KÜLTÜRLER ÇAKIŞTI
Bu özümsememe tavrı neleri doğurdu?

O iç göçte İstanbulluların davranışı bugünkü İstanbul bozuşmasının en başlangıç noktalarından biri. O insanların kendilerinin dışında kalmasını istiyor İstanbullular. Adeta bir duvar örüyorlar. İç göçle gelen insanlar o yıllarda ne kendi özlerini –geldikleri yerlerin saf ve bakir yaşamını- koruyabildiler, ne de İstanbul'a ayak uydurabildiler. Bunun sonunda şimdi 'İstanbul lahmacun kokuyor' diyorlar. Aslında lahmacun büyük bir kent için şıklık da olabilir. Her büyük kentin farklı kültürlerden alıp, özümseyebileceği bir şeyler vardır.

O insanların neden İstanbul'a geldiği merak edilmedi

Haklısınız, 1980'lerde bir Beyoğlu belgeseli yapılmıştı. O belgeselde aklı başında insanlar, yazarlar, ressamlar 'Geldiler ve Beyoğlu'nu mahvettiler' diye veryansın ediyorlardı. İnsanlar kendi yerlerini, yurtlarını çok isteyerek bırakmazlar. Kimse bunu anlamak istemedi. Hangi sebeple İstanbul'a geldiler ve neden bu kadar hor görüldüler? Bence bu üzerinde durulması gereken bir soru.

Sizin İstanbul'unuzdan bahsederken Kadıköy ve Cihangir'e vurgu yapıyorsunuz. Sizin için İstanbul bir maceraysa başlangıç yeri neresi?

Kadıköy'ü hayal meyal hatırlıyorum. 4 yaşındayken ben, ayrıldık Kadıköy'den. Arada 1.5 yıl Almanya serüveni var ve daha sonra Cihangir'e taşındık. Aslında hatırlayış olarak Cihangir çok daha baskın. Fakat çocukluğa dair silik anılar vardır ya onlar sizin yaşamınızda yine de sonuna kadar iz bırakır. O açıdan Kadıköy başlangıç belki de. Gençliğimin geçtiği Teşvikiye'de hiç Kadıköy özlemi duymadım. Ama günün birinde Kadıköy Çarşısı'ndan geçerken sanki o anıların hepsi geri geldi. Kırmızı balık tablalarına baktığınız vakit, içerisinde incir yaprakları döşeli. O zaman her şeyi hatırlamaya başlıyorsunuz. Belki yarısını uyduruyorsunuz.

Bunca okumadan sonra İstanbul'u neye benzetiyorsunuz?

Bunca bozuşmuşluğa rağmen hala dünyanın en önemli kentlerinden birisi olarak görüyorum. Herhalde çok az kent için bu kadar fazla yazı yazılmıştır. Binlerce kitap, yabancı seyyahlar… Demek ki insanları ilgilendirmiş. Yabancı seyyahlar 20. yüzyılda deniz yoluyla geldikleri vakit ısrarla bahsettikleri bir sabah vakti vardır. Bu benim için önemli. Çünkü ne kadar bozarlarsa bozsunlar bir sabah vakti denizden baktığınızda aynı şehri görürsünüz.


Sevmediğim romanlarım var

Romanlarım arasında az sevdiklerim de var, hiç sevmediklerim de. Unutmak istediklerim bile olabilir. Çünkü bazı kitaplar aceleyle yazılır ve istediğiniz gibi olmaz. Ben realist olmaya çalışan biriyim. Kenidm korkağımdır da, bu tarz işlerde korkusuz davranırım.


Haydarpaşa'ya bu yapılamaz!
Sizin İstanbul'unuz neresi?

Benim İstanbul'um son yıllarda çok dar bir alana indirgendi. Şişli'de oturuyorum 20. Kadıköy, Kocamustafapaşa, Samatya çok sevdiğim semtlerdir. Bir de Boğaz'ın bazı semtlerini çok severim. Bunun darlığı içinde kalan bir İstanbul'um var benim.

Taksim, Haydarpaşa yeni düzenlemelerle birçoğumuzu hayal kırıklığına uğratıyor. Siz ne diyorsunuz bu konuda?

Haydarpaşa üzerine ilk yazıyı, 6 sene önce ben yazdım. O yazıda ben derdimi dile getirmeye çalıştım. Bu yazılar bazen hiçbir işlevi yokmuş gibi oluyor. Haydarpaşa gibi bir yapının iki tarafına gökdelen dikmek ne demek? Vicdan ve akıl alabilecek bir şey mi Ayasofya'nın, Süleymaniye'nin arkasında gökdelen resmi görmek? Vicdanınız buna el verir mi? Benimki vermez.


Bugünkü şehir çok üzüntülü
Şimdi dönüp bakınca bugünkü İstanbul mu, çocukluğunuzun İstanbul'u mu?

Çocukluğumun İstanbul'u daha rahattı, kalabalık değildi, ekonomik şartları iyiydi. Bugünkü İstanbul'da ciddi bir yoksulluk ve çok büyük bir zenginlik var. Bir taraftan bakıyorsunuz Amerika'da göremeyeceğiniz evler, villalar, köşeyi bir dönüyorsunuz ki gecekondular, orası da Meksika'yı hatırlatıyor. 60'ların İstanbul'unda bu yoktu, orta halli bir İstanbul'du. Bugünkü İstanbul üzüntülü gibi geliyor bana.

Kitapta da değiniyorsunuz 6-7 Eylül olaylarına. İstanbul bir özelliğini de o gün yitirdi değil mi?

Çok doğru. Asıl şimdi hissediliyor ne kaybettiğimiz. Azınlık yurttaşlarımız 6-7 Eylül'den sonra barınamaz hale geldiler. Öncesinde Ermeni, Rum, Türk, Kürt pekala birlikte yaşıyorlardı.O dönemdeki Yeşilçam filmlerine bakın ya Ermeni madam ya da Rum mösyö var. O bize yaraşır bir dünyaydı. Bugün gelinen uçlaşmaların da hiçbir karşılığı olmadığına inanıyorum. Daha eskiye dönecek olursak Bizans Osmanlı'nın ilk asırlarında yok sayılmamış mesela. Ama bugün tuhaf bir şekilde inkar ediliyor.



12 yıl önce