|

İstanbul’dan Nice’e ressamın notları

Ressam Zeki Faik İzer, “Paris, İstanbul, Nice” adlı sergiyle anılıyor. Torunu Prof. Ayşegül İzer, büyük-babasının sergi hazırlığında birçok notun, resmin ve eskiz çalışmalarının yeniden gün yüzüne çıktığını vurguluyor.

Merve Akbaş
04:00 - 21/05/2023 Pazar
Güncelleme: 23:21 - 20/05/2023 Cumartesi
Yeni Şafak
İş Sanat Kibele Sanat Galerisi.
İş Sanat Kibele Sanat Galerisi.

İş Sanat Kibele Sanat Galerisi, 1988 yılında aramızdan ayrılan ressam Zeki Faik İzer’in “Paris, İstanbul, Nice” başlıklı sergisini, sanatçının doğumunun 118’inci yılında sanatseverlerle buluşturdu. Sergiyi Emre Zeytinoğlu’yla birlikte hazırlayan ve sanatçının da torunu olan Prof. Dr. Ayşegül İzer ile Zeki Faik İzer üzerine konuştuk.

*Öncelikle Zeki Faik İzer’in çok sayıdaki eserini bir araya getiren Paris, Nice, İstanbul isimli serginin hikâyesini dinlemek isterim sizden. Bu sergi nasıl oluştu?

Bu sergiyi yapmak uzun yıllardır aklımdaydı. İş Sanat’tan teklif gelince elimdeki resimleri dosyalardan, depolardan, çekmecelerden çıkardım. Arkadaşım Emre Zeytinoğlu’na bu projeyi birlikte hayata geçirmeyi teklif ettim, sağ olsun kabul etti. Tüm eserleri gözden geçirip, çok zorlanarak büyük bir seçki yaptık. Elimizde 1928’den 1988 yılına kadar yapılmış çok fazla iş vardı. Fakat başka koleksiyonerlerden de tablolar alarak zenginleştirmek istedik. Tüm eserler galeride buluşunca kronolojik bir kurgu yapmak istemedik ve Emre Zeytinoğlu’yla sıkı bir çalışma yürüttük. Doğrusu ben öznel, o da nesnel yaklaştı. Sonuçta ortaya birbiriyle konuşan eserlerin bir araya geldiği önemli bir sergi çıktı. Ben gençlerin, sanat eğitimi alanların bu sergiyi görmesini çok arzu ederim. Çünkü böyle bir sergiyi yapmak, böyle eserleri bir araya getirmek çok zor.

*Birbiriyle konuşan işlerin yan yana geldiğini ifade ettiniz. O halde İzer’in zihin dünyasına yakınlaştığımız bir sergi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet bunu söyleyebiliriz. Büyükbabamın yurt içinde de yurt dışında da birçok ilham verici atölye evi oldu. Plakları, kitaplığı, çerçeveleri, resimleri, dağınık haldeki kitaplarıyla... Sanatçı evinde kendine özel bir atmosfer yaratıyor. Onun atölyelerindeki iklimi biz de galeriye taşımaya çalıştık.

FARKLI ATÖLYELERDE YAPTIĞI ESERLER VAR

*Serginin ismi de bu düşünceden mi geliyor?

Bu şekilde bir isim verdim çünkü farklı şehirlerde farklı atölyeleri oldu. Bu sergideki işleri de sonuçta o atölyelerde yapılan işler. Ben de hepsini kapsayıcı bir isim vermek istedim.

EMEĞİN FARK EDİLMESİNİ İSTERDİ

*Büyükbabanızın sergisini hazırlamak size neler hissettirdi? Örneğin daha önce görmediğiniz eserler oldu mu?

Onları muhafaza etmek başka, alıcı gözle bakıp, üstünde çalışmak başka bir şey. Dosyalar içinde bekleyen bir sürü not, resim, eskiz bu çalışma esnasında yeniden gün yüzüne çıktı. Tabii ki görmediklerim vardı. Bu süreç beni resmen yeniden eğitti. Mesela eski Türkçe mektupları, küçücük kâğıt parçalarına yazdığı notlar sergiyi hazırlarken bana çok yardımcı oldu. Çünkü fikri olarak neye yöneldiğini bu notlar sayesinde daha iyi anladım. Büyükbabam, bir sanatçının eserlerini yapmak için gösterdiği emeğin fark edilmesini isterdi. Tabii sergi için hazırlanırken ilginç detaylar da fark ettim. Belgeleri elden geçirirken bir fotoğraf dikkatimi çekti. Büyükbabam ve babaannemin genç bir kadın ve erkekle poz verdiği bu karenin arka planında yeni çalışılmaya başlamış bir tablo vardı. Biraz dikkatli bakınca, tanıdığım bir eser olduğunu fark ettim. Hemen çekmecede, sakladığım o yağlı boya işi buldum. Fotoğraftaki kadının Cumhuriyet döneminin ilk piyanistlerinden ve pedagog Ferhunde Erkin, yanındakinin ise kardeşi, keman hocası Remzi Atak olduğunu anladım. İlk restore ettirdiğim ve çerçevelettiğim tablo da bu oldu. Kendi kendime, bu resimler bir araya gelmek, bulunmak istiyordu, diye düşündüm.

*Peki kendisiyle nasıl bir ilişkiniz vardı?

Çocukken benimle çok ilgilenmişti. Cemal Tollu, Nuri İyem, Nurullah Berk’lerle aynı masada yemek yemişliğim vardı ama henüz sadece 6-7 yaşındaydım. O masalarda mum gibi otururdum ama kulağıma da bir şeyler dolardı. Her zaman sorgulayıcı, öğretici bir bakış açısı vardı. Bana, “Söyle bakayım, şu ikisi arasında nasıl bir ilişki var?” gibi sorular sorardı. Ben de hızlı cevap vermemeyi, düşünmeyi, en akılcı cevabı vermem gerektiğini öğrenmiştim. Cevabım eksik bile olsa, bunu hissettirmez, beni tamamlardı. Resim yapan büyükbabasını izleyen, onun dinlediği müziğe dikkat kesilen bir torundum.

RESİMLERİNDEKİ RİTİMLER “KREŞENDO”YA BENZİYOR

*Onun günlük hayatında müziğin önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Bu ilişki üzerine neler söylersiniz?

Büyükbabam Osmanlı burjuvazisine ait bir aileden geliyordu. Aile olarak musiki ile her zaman iç içe olmuşlar. Kendisi de Türk musikisini çok sever, önem verirdi. Daha sonraki yıllarda klasik müzikle olan ilişkisini derinleştirmiş. Mesela aynı bestenin değişik orkestralar tarafından seslendirilmiş plaklarını alır, farklı şeflerin aynı besteyi nasıl yönettiği üzerine konuşurdu. Sergi için hazırladığımız kitap için yazdığım yazıda onun sanatını anlatırken özellikle “Kreşendo” kelimesini kullandım. Bunun nedeni resimlerindeki bazı ritimleri Kreşendo’ya benzetiyor olmamdır. Kreşendo’da nasıl ses artıyorsa, onun resimlerinde de ritim gittikçe artar ve sonunda vurucu bir şekilde biter. Örneğin kuş resminde dinamik koyu lekeler var, hareket var–en sonunda oraya turuncu– kırmızı bir renk atarak resmi bitirdiğini görürsünüz. Müziğin onun üstünde bir etkisi vardı. Bir plak çalar, kayıtta olan müzik aletlerini tek tek anlatır, asla üşenmezdi. Bana vals yapmayı da o öğretti. Enteresan bir yaradılışı vardı. Çok ağırbaşlı dururdu ama iç neşesi fazlaydı. Sergiler gezer, etüt eder, mutlaka her gün bir şeyler çizerdi.

Doğu kültürünün verilmemesine üzülüyordu

Bir tasarımcı olarak dedeniz Zeki Faik İzer’in sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu?

Ben bir eğitimciyim ve tasarım eğitimi veriyorum. Sanatla da ilgileniyorum. Biliyoruz ki tasarım sanattan da beslenir. Ben öğrencilerime soyut bakışı öğretmekte hep zorlanırım. Çünkü çocuklar hep bir şey görmeye çalışır. Büyükbabamın bana en büyük yararı bu noktada oldu, o soyut bakışı çok hızlı kazandım. Kendi çalışmalarımda bu bakış açısını kullandım. Bunun yanında Türk sanatına olan ilgisi benim de Anadolu sanatına yönelmemi sağladı. Selçuklu mimarisinin getirdiği çizgileri ben de kendi işlerime taşıdım. Büyükbabam da akademide Batı’ya yönelik bir eğitim verildiğini, fakat doğunun büyük kültürünün öğrencilere eş değer ağırlıkta verilmediğini düşünüyor, bundan dolayı üzülüyordu. Kendisi de son dönemlerinde Uzak Doğu sanatına yönelmişti. Son yaptığı halıda yer alan Selçuklu Kartalı onun bu fikirlerini gösterir.

Mirasa kızım sahip çıkacak

Uzun vadede Zeki Faik İzer’e ait eserlerin bir araya getirilmesi, belki bir müze evde sergilenmesi gibi bir proje var mı?

Büyükbabam hayattayken böyle bir düşünce vardı. Hatta bu nedenle Ortaköy’de bir bina alınmıştı fakat o proje nihayete ermedi. Sürdürülebilirliği düşündüğümüzde, günümüzde bunu yapmak çok daha zor. Bir kısım eseri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Resim Heykel Müzesi’ne bağışlamayı düşünüyorum. Zaten benden sonra bu mirasa sinemacı kızım Alara Drahşan sahip çıkacak. Hatta kendisi sergi çalışması esnasında bulduğum filmleri kullanarak kısa bir film de üretti. İş Sanat’taki sergide bu film de gösteriliyor.



#Sanat
#Aktüel
#İş Sanat Kibele Sanat Galerisi
1 yıl önce