|

Karahindiba çiçeğinden hikmetler devşiren bilgeye

“Çocukluğum köyde geçtiği için karahindiba çiçeğini iyi bilirim. O kurumuş top top başlıkları avcumun içine alır ve güçlü bir üfürmeyle onların uçuşunu seyrederdim. Artık onları ne görebiliyorum ne de seyredebiliyorum. Dediğiniz gibi: ‘Şehir ne kadar büyürse onun üstündeki gök ve tabiat da o ölçüde azalır.’”

04:00 - 15/01/2021 Friday
Güncelleme: 04:31 - 15/01/2021 Friday
Yeni Şafak
Aliya İzzetbegoviç
Aliya İzzetbegoviç
ARİF AY

Sevgili Aliya İzzetbegoviç,

Sizi rahmetle, minnetle, muhabbetle, özlemle yad ediyorum. Bilge kişiliğinize duyduğum hayranlık ve saygı hiç eksilmedi ve hep arttı. Derin bir hüzünle özlüyorum sizi. Ne olurdu ömrünüz vefa etseydi de şu zıvanadan çıkmış dünyada biraz daha kalabilseydiniz; örnek olmayı sürdürseydiniz dünyayı berbat yöneten yöneticilere. Belki utanırlardı sizden. Gerçi, ‘utanmak imandandır’; onların utanacaklarını hiç sanmıyorum. Hepsi cahil ve hepsi cehaletten güç alarak dünyayı kan gölüne çeviriyorlar. Halklarından barış ve adalet vaadiyle oy toplayıp başa geçince, adaletin yerine adaletsizlikten, barışın yerine kan dökücülükten başka bir şey yapmıyorlar.

Bizim bir Ziya Paşa’mız var Tanzimatçı; bütün Tanzimatçılar gibi o da kafası karışıklardan biri. Onun bir sözü var; tam da bu günler için söylenmiş:

Ne günlere kaldık ey Gâzi Hünkâr;

Katır mühürdar oldu, eşek defterdar.

Sevgili Aliya,

Bilgelik en güzel size yakışıyor. Ben “Bilge Kral” demiyorum. “Kral” sözcüğünün kötü bir çağrışımı var. Evet, siz bilgesiniz; bilge insan, bilge Müslüman, bilge komutan, bilge devlet başkanı, bilge düşünür.

Evet bilgesiniz, Batı düşüncesini hallaç pamuğu gibi attınız. Tüm Batı felsefecilerini, yazarlarını ve sanatçılarını İslâm’ın hassas düşünce terazisinde tartarak yanılgılarını, yanlışlarını bir bir not alıp kitaplarınızla bize ulaştırdınız. Kitaplarınızı okurken söz konusu yazarlar ve düşünürler hakkında ne çok yanılgılar içinde olduğumuzu görüyoruz.

Evet bilgesiniz, Allah’ın ayetlerinden biri olan tabiatı öyle güzel okuyorsunuz ki oradan hakikatler, hikmetler devşiriyorsunuz. Gazalî’nin dediği gibi: “Tüm mucizeler tabiîdir ve bütün tabiat mucizevî bir şeydir.” Tıpkı, karahindiba çiçeğine ve tohumuna bakarak yaptığınız şu yorum gibi: “Tabiat mucizelerle doludur, ama çiçek tohumları beni daima diğer her şeyden daha çok heyecanlandırır. Ben alışkanlık olarak yeni filizlenen bir çiçeği açar ve her defasında içindeki ufacık tohum kümelerine hayran hayran bakarım. Kuru bir karahindiba çiçeğine dikkatle baktınız mı hiç? Fidelerin her biri -ki her çiçekte en az yüz tane vardır- kendi başına çok karmaşık bir sistemdir. İlk tohum, bu karmaşık mekanizmanın ufacık bir parçasından ibarettir. Orada azıcık yiyecek ve ufacık bir paraşüt ya da kanatlar vardır, ki bunlar tabiatta bulunan en güzel ve gerçekte en fonksiyonel maddeden yapılmışlardır. (…) Tohum düşer, yağmurlar onun toprağa girmesine sağlar, kışı burada geçirir, baharda ‘kendisini hatırlar’ ve filizlenir. Ondan da sarı bir karahindiba yetişir. Bu çiçeğin her bir yaprağı yavaş yavaş bir tohuma dönüşür ve böylece sürer gider. Bilimimizin, bilim adamlarımızın ve teknolojimizin tamamını tek bir yere toplamış olsalar ve ahenkli bir şekilde birlikte çalışabilseler de dahi, bir yüzyılda bile bunun gibi tek bir tohum üretemeyeceklerini düşündüğümde, onların bunu asla yapamayacaklarını düşündüğümde, insanların tabiatın arkasındaki bu apaçık aklı nasıl olup da görmezden geldiklerini merak etmek zorundayım. Bu ne tür bir körlüktür? İnsanın, Allah’ın böylesine açık bir ‘işaret’i (ayeti) karşısındaki kayıtsızlığı nasıl açıklanabilir? Üstelik bu, daha da garip ve daha az açıklanabilir durumda olan, hayranlık ve meraka daha layık olan birçok işaretten biridir.” (Özgürlüğe Kaçışım, s.69)

Çocukluğum köyde geçtiği için karahindiba çiçeğini iyi bilirim. O kurumuş top top başlıkları avcumun içine alır ve güçlü bir üfürmeyle onların uçuşunu seyrederdim. Artık onları ne görebiliyorum ne de seyredebiliyorum. Dediğiniz gibi: “Şehir ne kadar büyürse onun üstündeki gök ve tabiat da o ölçüde azalır.”

İHSANLIĞIN VİCDANISINIZ

Sevgili Aliya,

Siz bilge olduğunuz kadar aynı zamanda bir tevazu anıtınız. Saraybosna kuşatıldığı günlerde siz Cuma namazına geç kalırsınız. Oğlunuzla birlikte dışarda karlar üstüne oturursunuz. Cemaatin sizi caminin içine, birinci safa alma ısrarlarını geri çevirir ve şunu dersiniz: ”İşte kendi elinizle böyle diktatör yapıyorsunuz, ben Allah’ın bana oturmamı emrettiği yerde yani safın bittiği yerde oturmak istiyorum, bana tazimde bulunmak istiyorsunuz, idarecileri böylece birer diktatöre çeviriyorsunuz.”

Savaş boyunca askerleriniz ne yediyse, siz de onu yediniz. Sizi evine davet eden bir dosttunuz, size ikram etmek için zar zor bir kilo et bulur akşam yemeği için, siz o etten bir lokma bile almazsınız, askerlerim et yemiyor diye.

Paraya pula zerre kadar değer vermeyen, halkının en yoksulu gibi yaşayan bir insan olduğunuzu da biliyoruz. Yayıncınızın “İslâm Deklarasyonu” kitabınızın telif haklarını devlet bütçesine aktardığınızı söylemesi bunun en somut örneklerinden biri. Siz zaten:” Din de, ihtilâl de acılar ve ıstıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider.” demez misiniz?

Sevgili Aliya,

Bilge bir öğretmensiniz aslında. İnsanlığın sizden öğreneceği çok şey var. Ne güzel demişsiniz: “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.” Tüm öğretmenlere duyurulur. Kulakları çınlasın!

Bilgeliğinizin bir başka yanı, hayat, ölüm, varoluş, aşk, özgürlük gibi insanoğlunun en temel meselelerine İslâm’ı temel alan yorumlarda, tespitlerde bulunmanızdır. Dolayısıyla, insanlığın vicdanı oldunuz. Platon, Marx, Darwin, Engels Bergson, Kant, Spinoza, Kant, Lukas, Nietzche, Heidegger’i okuduğunuz kadar İbni Haldun’u, İbni Arabi’yi, Gazalî’yi de okudunuz. Tarihe sadece yazılı notlar değil, fiili notlar da düştünüz. Boşnakların özgürlük destanının adı olduğunuz gibi çağımızın da bir kahramanısınız: “Ey teslimiyet, senin adın İslâm’dır.” diyen bir kahraman.

Kar yağıyor lapa lapa, düşüyor; kararmış, kirlenmiş dünyamızın üstüne apak, bembeyaz. Önceki yıllarda hep özlemini çektiğim kar, o yıl ilk kez lapa lapa yağıyor mart ayında Ankara’ya. Saraybosna’ya yağdığı gibi… Bir farkla, o kış Bosna’ya yağan kar, Sırp kurşunlarıyla öldürülen annelerin, babaların, çocukların kefeni oluyor adeta. Çalıştığım kurumdaki ofisimin penceresinden karın yağışını seyrederken gözlerim yaşardı; Bosna’da katledilen on yedi bin çocuk, iki yüz binden fazla insan için. Duadan başka bir şey gelmiyordu elimden. O gün “Bosna Ah Bosna” şiirimi yazmıştım:

sabah gergin bir ipti

koptu ve yıkıldı hayat

ne kalem ne kağıt ne kitap

ölümün dağındayım şimdi

insan dağa ne söylerse

dağ insana onu söyler

annenin çoğunu arayan

sütü gibi birden

Bosna ak bir ipeğe döner

acının kozasıdır bu

kar dağlardan önce

dualara iner

Bosna

Filistinli çocukların

taşlarıdır sözcüklerim

göğünde uçan bir kuş bile değilim

kanatlarımda ısıtmak için seni

ey yirminci yüzyılın Endülüs’ü

alnındaki karayazı değil

kalplerimizin kiri pasıdır

bin vakit çeşmelere koşsak

yeridir

Bosna

ey zamanımın Endülüs’ü

İsa’yı değil

zamanı çarmıha gerdi onlar

bir tufan gemisi ki belki ufukta bekler

ey can denizi

bulut bulut yükseliyor kanın

başsız insanlardır minarelerin

âhın ne kadar ağır ki

çığlığa dönüşen göğünden

kahrın

kara bir yağmur gibi

yağıyor üstüne dünyanın

Bosna

ey atalar ve şehitler yurdu

yıkık camilerinde güvercinler gibi

ıpıssız kalplerimizle

korkulukları andıran gövdelerimizle

Kur’an sayfaları gibi insanların

savrulup dururken

uykulara dalıyoruz biz

Bosna

yorgun atlar gibi akıyor Mostar ırmağı

Osmanlı köprülerinden baka baka

“Ben sussam da

Sarayova söyler şarkısını”

ey Bosna

en büyük seçimdir ölüm

yeniden dirilmek için

bir daha

Sevgili Aliya,

Papa II. Jean Paul’ü karşılama konuşmanızdaki şu sözleriniz bu acıyı kat be kat artırıyordu: “Bu şehirde on iki bini aşkın yeni mezar kazıldı. Mezar yerleri dolduğunda park, bahçe ve avlularımızı mezar yerine dönüştürdük. Dünyada tek istisna olarak kalmasını ümit ve arzu ettiğim futbol stadyumu dahi mezarlık olarak kullanılmaktadır.”

Kar dervişçesine usul usul yağıyordu. Ve kar, dağlardan önce dualara iniyordu; dualarımızı taşıyordu Yüce Makama. Sezai Karakoç’un “Kış” adlı şiirinde dediği gibi “ölüm tüccarı” kol geziyordu Saraybosna’da. “Ne çok mezar taşları taşıyarak sırtımda / Çıkıp gelmesini bildin ölüm tüccarı”, “Karın saldığı o beyaz kentin bulanıklığında / Az rastlanan bir mutluluk sularında” (Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s.160)

O mutluluk kaynağı sizdiniz Aliya. Sizin, bilge kişiliğinizle Bosna halkını bu ateş ve ölüm çemberinden esenliğe çıkaracağınıza Bosna halkı gibi ben de gönülden inanıyordum. Barbar Batı’nın Sırplara verdiği destekle büyük vahşete maruz kalan Bosna halkı, büyük acılar yaşadı ama sizin dirayetinizle, devlet adamlığınızla ve Allah’ın lütfuyla kimliğini yenileyerek Balkanlarda asil bir Müslüman toplum olarak tarihe damgasını vurdu.

Mektubu size dair bir yazdığım bir portre ile bitirirken, size, şehitlere, Saraybosna halkına ve mezarınızın başında büyük bir onurla, huşu hâlinde nöbet tutan askerlerine selam ve muhabbetlerimi sunuyorum:

BİR PORTRE: ALİYA İZZETBEGOVİÇ

Bosanski Samac’da iki ırmağa bakan bir evde dünyaya gelir; Bosna aşkını, Sava bilgeliğini simgeler.

Büyükbaba Belgratlı, büyükanne İstanbullu: Büyük Osmanlı denklemi; İstanbul- Belgrat.

Dağlara bakıyormuş gibi bakar geçmişine: Yüceliği görür orda.

Saraybosna’daki çocukluk yıllarından bir resim:

Annesinin, yanağına kondurduğu sıcacık öpücükle gül gibi açılır uykusu; Belediye Binası’nı yanındaki Hadzijka Camii’ne sabah namazı için giden bu küçük çocuk Aliya’dır. Baharın bütün tazeliği içinde Rahman Suresi’ni okuyan yaşlı imam Mujezinoviç, onun çocukluğunun ilk kahramanı.

İlk gençlik yıllarından bir resim:

II. Dünya Savaşı günleri... İngiliz bombardıman uçaklarının hava saldırısı, acı acı öten siren sesleri... İnsanlar sığınaklara doluşurken, genç Aliya ve Halida parkta bir banka oturarak bu korku ve dehşet anına derin bir romantiklik eklerler.

Devlet başkanı yıllarından bir resim:

Saraybosna’ya bombalar yağıyor. Yerde yatan bir kadın aniden haykırır:

-Başkanım korkmuyor musunuz?

Aliya:

-Elbette korkuyorum. Ben de normal bir insanım ve ben de korkarım.

Kadın:

-Başkanım, peki neden yürüyorsunuz?

Aliya:

-Yürümek için nedenlerim var, bu uzun bir hikâye.

Hayatı hep “ Saraybosna ruleti” oynamakla geçti.

Tarihin ve coğrafyanın kavşağında yaşadı: Doğru yönü gösteren Kutup Yıldızı; Dünya şaşı baktığı için onun gösterdiği yönü göremedi ne yazık.

Bosna’nın ölümcül tohumlarla kaplı toprağından, zambağın küllerinden yeni zambaklar yetiştirdi: İlk mesleği ziraatçılık.

Yirmi dokuz yaşında hukuk fakültesine kaydoldu.

Komünist yönetimin dükkânları boşaltıp hapishaneleri doldurduğu yıllar...

1946’da tutuklanır: Üç yılı zindanda geçer. Tutuklanmasaydı dava arkadaşları gibi o da kurşuna dizilecekti.

“Tarihimizde üç ayrı hazin 8 rakamı var. Bunlar; 1878, 1908 ve 1918” der.

1983 yılında tekrar tutuklanır. 14 yıl, yani 2075 gün hapis yatar. Bu yıllara “çekirgelerin yediği yıllar” der. Hapis hayatı boyunca elli bin sayfa kitap okur. 13 defter doldurur.

Ayrıca:

Taş kırar.

Ölü taşır.

Ağaç keser.

Yüzüne baktığınızda imanı, bilgeliği, erdemi, direnmeyi, özgürlüğü, bir de tebessümü görürsünüz.

Hilâl gibi doğdu, dolunay gibi göçtü dünyamızdan.

Çağımızın, Müslüman düşünürü ve devlet adamı modeli.

Allah’ın rahmeti, bereketi, onun ve dava arkadaşlarının üzerine olsun!

#Aliya İzzetbegoviç
#Karahindiba
#Bilge Kral
3 years ago