|

Karmaşa düzenine hoşgeldiniz!

Soğuk Savaş sonrası, ABD öncülüğünde kurulan düzen artık can çekişiyor. Washingon’un liberal retoriği kendi müdahaleci amaçlarıyla kullanması, yine kendi kurduğu düzenin temellerini dinamitledi. Düzenin saç ayakları birer birer dağılırken, Çin ve Rusya gibi ülkeler de kendi etkilerini arttırma hedefinde. Ne var ki buradan nasıl bir düzenin çıkacağı ise soru işaretleri taşıyor.

Haber Merkezi
04:00 - 23/10/2018 Salı
Güncelleme: 04:33 - 23/10/2018 Salı
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Mesut ÖZCAN - Güvenlik Çalışmaları

Günümüzde uluslararası alanda artmaya başlayan çatışmalar ve küresel aktörler arasında yaşanan krizler, Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan uluslararası düzenin yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Sistemin yaşadığı krizden nasıl çıkacağı sorusu, Çin gibi yeni güçlerin yükselişinin nasıl şekilleneceğinden Trump ABD’sinin izlediği dış politikanın uluslararası alanda doğuracağı sonuçlara, diğer küresel ve bölgesel güçlerin eylemlerinden devlet dışı aktörlerin rollerine kadar belirsizliklerle dolu sürecin işleyişi ile doğrudan ilişkilidir. Özellikle Batı dünyasında çok boyutlu bir tartışmaya dönüşen bu sorular için henüz net bir cevap bulunabilmiş değil.

Liberal sistemin kırılgan retoriği

Uluslararası ilişkiler alanında yaşanan bu tartışmanın kilitlendiği ana nokta ise Trump sonrası dönemde Batı sisteminde ortaya çıkmaya başlayan çatlaklar, Putin ve Xi Jinping gibi güçlü liderlerin varlığı ve güç merkezli rekabetin artışı ile ‘liberal düzen’ kavramının yerini ‘karmaşa düzeni’ne bıraktığı düşüncesidir. Nitekim realizmin önemli temsilcilerinden biri olan J. Mearsheirmer’ın en son yayınlanan ‘Büyük Yanılgı: Liberal Hayaller ve Uluslararası Realiteler’ kitabıyla ilgili The National Interest’te yer alan yazısında uluslararası ilişkilerde yaşanan tahribatı gözler önüne sermektedir. Mearsheimer’a göre mevcut uluslararası sistemde “büyük liberal güçler, liberalizm retoriğini kullanarak pişkin davranışlarını örtmeye çalışırken, aslında liberalizmin savunuculuğunu yapar gibi konuşup realistler gibi hareket etmektedirler.” Ona göre bu durum liberal düzen tahayyülünün işlevsizliğini ortaya koymuştur. Nitekim günümüz Amerikan dış politika karar vericileri kendi kurdukları sistemi içeriden tahrip ederek ‘Amerika’yı önceleyen’ çıkar merkezli bir ‘mutlak kazanan olma’ noktasına sürüklemektedir. Bu yaklaşım biçimi mevcut uluslararası düzen içerisinde karşıtlığın artmasına ve krizlerin derinleşmesine neden olmaktadır.

Hegemonya değişimi mümkün mü?

Bugün uluslararası ilişkiler alanında yaşanan karmaşa ile birlikte en çok tartışılan konu Çin’in yükselişi meselesidir. Birçok uluslararası ilişkiler uzmanı Asya’yı ‘yeni güç merkezi’ olarak ifade ederken, dolayısıyla Vestfalya’dan günümüze devam eden Batı merkezli düzenin Asya’ya kaydığını ve dünyanın ilk kez Batılı olmayan bir gücün karar verici aktör olarak öne çıkabileceği bir düzene geçeceğini ima etmektedir. Çin’in sistem içerisindeki yeni rolünün ne olacağı ve nasıl bir alternatif sistem fikrine sahip olduğu konusu halen bir soru olarak masada yer alsa da hızlı bir şekilde sürdürdüğü yükselişi ona yeni bir meydan okuma imkanı sunmakta.

Hiç kuşkusuz bu meydan okumanın ilgilendirdiği en önemli aktör ise Amerika’dır. Nitekim ABD, Obama döneminden itibaren Çin’in dengelenmesi politikasına hız vermeye başlamıştır. Bugün Trump’ın temelde ekonomik bir savaşa dönüştürdüğü bu dengeleme siyasetinin geleceği tartışmalı olsa da Çin’in buna karşı verdiği tepkiler de ABD’nin izleyeceği stratejiyi etkileyecektir. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra sistem içerisinde rakipsiz bir aktöre dönüşen ABD, sahip olduğu gücünü korumayı hedeflerken aynı zamanda statükonun devamını da istemektedir. Buna karşılık Çin’in yükselişi ABD’yi Çin ile karşı karşıya gelmeye zorlamaktadır. Bu noktada en önemli önceliği hegemonyasını sürdürmek olan ABD, Asya’daki müttefikleri Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkelerle birlikte hareket ederek Çin’i sıkıştırma siyaseti izlemektedir. ABD’nin çevreleme politikasına Çin’in nasıl bir cevap vereceği tartışmalı bir konu olsa da bu rekabetin sertleşmesi ihtimali Soğuk Savaş dönemine benzer bir mücadele dönemine girileceği tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. ABD’nin sistem içerisindeki rolünü Çin’e kaptırma endişesi ve buna karşı ekonomik, siyasi ve askeri tedbirlere başvurmaya başlaması da bu riski artıran nedenler arasında sıralanmaktadır. Amerika’nın özellikle ekonomik alanda şiddetlendirmeye başladığı böylesine bir rekabet iki güçten birinin güç kaybı ile sonuçlanabileceği gibi, ikisinin de aynı anda güç kaybına yol açarak küresel alanda yeniden bir ‘güç dengelenmesi’ ile de sonuçlanabilir. Bu mücadelenin önümüzdeki dönemde ‘çatışma’ evresine girmesi mevcut güç denklemleri bağlamında beklenmese de ekonomik ve siyasal alanda yaşanabilecek bir meydan okuma bile küresel alandaki güç şekillenmesini etkileyebilir.

ÇİN ETKİSİNDE ÇOK AKTÖRLÜ BİR SİSTEM

Nitekim Sovyetler Birliği’nin yıkılmasındaki en önemli faktörlerden biri sıcak çatışmadan kaçınan tarafların özellikle ekonomik ve uzay alanlarındaki rekabeti tırmandırmasıydı. Sovyetlerin yıkılması ile uluslararası alanda tek bir süper güç olduğu tartışmasını başlatsa da Putin dönemi Rusya’sının yeniden uluslararası ilişkiler sahnesinde güçlü bir aktöre dönüşmesi ABD’nin sistem içerisinde tek patron olmadığı düşüncesine sınırlı da olsa bir etki etmiştir. Buna bir de Çin gibi devasa bir ekonomik gücün ortaya çıkması eklendiğinde mevcut sistemin yapısı önemli bir soru haline gelmiştir. Bu soruya cevap aranırken yalnızca ABD’nin değil aynı zamanda diğer önemli aktörlerin kapasiteleri ve eylemleri de dikkate alınmalıdır. Günümüzde Rusya küresel bir aktör olmayı sürdürmekte ve ABD’ye karşı başta enerji olmak üzere birçok alanda Çin ile birlikte hareket etmektedir. Rusya’nın yükselen bir Çin’i ne kadar isteyeceği ise kendi dış politika hedefleri bağlamında bakıldığında tartışmaya açık bir meseledir.

Öte taraftan AB, son dönemde karşı karşıya kaldığı krizler ve bu krizlere cevap verme noktasındaki kapasite sorunu nedeniyle uluslararası alanda sınanmaktadır. Buna bir de ABD’nin kendi çıkarlarını önceleyen ve ‘Avrupa-ABD merkezli Batı çıkarları’ fikri ile çelişen politikasına karşı nasıl bir politika izleyeceği sorusu da eklendiğinde AB’nin yeni bir strateji üretmesi zorunlu hale gelmektedir. Bu süreç Almanya’nın izleyeceği politikanın yanı sıra 28 üyeden oluşan birlik ülkelerinin ‘ulusal çıkarlarını’ zaman içinde nasıl uyumlu hale getirebilecekleri sorusu ile doğrudan ilişkilidir.

Yine benzer şekilde bu iki küresel aktör arasında yaşanacak meydan okuma son 100 yıllık süreçte istikrarsızlığın hakim olduğu Ortadoğu ve Müslüman coğrafyasını da yakından ilgilendirmektedir. Son dönemde yaşanan işgaller ve terör örgütlerinin etkin hale gelmesi ile büyük bir felaketin yaşandığı bölge gelecekte de Afrika ile birlikte benzer şekilde büyük güçlerin mücadele alanı olma konumunu devam ettirme riski ile karşı karşıyadır. Buna bir de İran’ın nükleer programı, Suudi Arabistan merkezli Körfez bölgesindeki kırılgan değişim süreci ve yaşanan proxy (vekâlet) savaşları da eklendiğinde bölgenin uzun bir süre daha bu krizi yaşayacağı öngörülmektedir.

Türkiye’nin stratejisi ve fırsatlar

Bu noktada Türkiye gibi uluslararası alanda etkisini artırmaya başlayan ülkelerin izleyeceği politikaların önemli olduğunu belirtmekte yarar var. Bölgesinde önemli bir aktör olan Türkiye’nin büyük güçler arasında yaşanacak meydan okumaları yakından takip etmesi ve kendi konumunu güçlendirici hamleler yapması değişim sürecine giren uluslararası sistem içerisindeki rolü açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin yakın coğrafyasında yaşanan çatışmalar ve istikrarsızlığa karşın gücünü hızlı bir şekilde artırma siyaseti izlemesi, kendisine yönelen güvenlik tehditlerine dönük yeni güvenlik stratejilerine yönelmesi gerekmektedir. İran ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkeleri ile karşılaştırıldığında, Türkiye sahip olduğu askeri, siyasi ve ekonomik kapasitesi ile bölgedeki istikrarı yeniden inşa edebilecek bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Bu açıdan uluslararası alanda yaşanan kırılganlıklar hesaba katıldığında bölgemizde oluşabilecek bir güç boşluğunun başka aktörlerin doldurmasından ziyade Türkiye’nin doldurması hem jeo-politik hem de jeo-ekonomik gerekçelerle Türkiye’nin politikası ile daha uyumlu olacaktır. Bu durum Türkiye’ye bölgesinde istikrarın temel garantörü veya diğer bir ifade ile bölgesel hegemonu olma yolunu açacaktır.-

#Dünya
#Ekonomi
#Küresel
6 yıl önce