|

Kendine yeten çocuklardık

Sokakta oyunla büyüyen nesildi onlar. Bugün her biri kendi alanında önemli çalışmalara imza atmış olan isimlerle çocukluklarına döndük. Nurhan Atasoy, Semavi Eyice, Mustafa Kutlu, Ayla Algan ve Ümit Meriç çocukken oynadıklarını oyunları anlattı. Çocukluğunu Erzincan’da geçiren Kutlu, “Dünya olimpiyatlarını mahalleye taşırdık. Biz, kendine yeten çocuklardık” diyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 7/01/2018 Pazar
Güncelleme: 14:47 - 29/05/2018 Salı
Yeni Şafak
Sokakta oyunla büyüyenler o günlere dair anılarını anlattı.
Sokakta oyunla büyüyenler o günlere dair anılarını anlattı.

Saklambaç, sek sek, dokuz taş, körebe, mendil kapmaca, yerden yüksek, çelik çomak, topaç, bilye... Siz, bir seferde çocukluğunuzda oynadığınız oyunlardan en fazla kaç tanesini sayabiliyorsunuz? Eğer çocukluğunuzu bir mahallede, taşrada veya köyde geçirdiyseniz bir seferde saydığınız oyun sayısı fazla olacaktır. Çünkü çocuk oyunları önce büyük şehirlerden sonra kasabalardan hatta okul bahçelerinden çekildi. Siyaset adamı, ilahiyatçı ve sosyolog yazar Erol Erdoğan, unutulmaya yüz tutmuş oyunları derledi. Derlemelerini, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla ‘Oyun Sözü’ isimli bir kitaba, 10 bölümden oluşan bir televizyon belgeseline ve 25 bölümlük kısa videolara dönüştürdü. Erdoğan’dan kaybolan çocuk oyunlarının hikayelerini dinledik. Ardından her biri kendi alanında önemli çalışmalara imza atmış ünlülerin kapısını çaldık. Nurhan Atasoy, Semavi Eyice, Mustafa Kutlu, Ayla Algan ve Ümit Meriç’ten çocukluk günlerini dinledik.


HATIRADA KALMASIN

Erdoğan’ın çocuk oyunları derlemeye başlaması aslında kendisinin çocuk sahibi olması ve kızlarıyla oyun oynarken birçok oyunu unuttuğunu fark etmesiyle başlıyor. Oyunların unutulmasından ziyade en çok da oyunlardaki sayışma, tekerleme, mani gibi edebiyat unsurlarının unutulduğuna içerlendiğini söyleyen Erdoğan, bu derlemeleri yapmasının amacını şöyle özetliyor: “Bizim oyun meselemiz kültürel yozlaşmamızın ve medeniyet krizimizin temel başlıklarından biridir. Ben hem ilahiyat hem de sosyoloji eğitimi almış biri olarak konuya buradan bakıyorum. Sadece bir derleme olsun nostalji yaşayalım, insanlar geçmişi hatırlayıp gülümsesin değil. Oyunların unutulması, sözlerinin unutulması, oyunların sokaktan, cami bahçesinden, eğitimden, aile çocuk ilişkisinden çekilmiş olmasını medeniyet krizimizin yansıması olarak görüyorum.


YAZARLARIN OYUN BAHÇESİ

Severek okuduğumuz yazarların, bilim insanlarının ve ilgiyle takip ettiğimiz sanatçıların en çok çocukluk yıllarını merak ederiz. Nasıl bir çocukluk geçirmiş olabildiklerine dair meraklar barındırırız zihnimizde.

Şimdi size Semavi Eyice yaramaz mı yaramaz bir çocukmuş desek, Nurhan Atasoy’un en sevdiği oyuncağı annesinin diktiği bez bebekmiş, Ayla Algan Şişli’de azınlık çocukları arasında onların dillerini taklit edermiş, Mustafa Kutlu 1939 depreminden sonra planlanan Erzincan’da okul arkadaşlarıyla olimpiyat oyunları oynarmış desek inanır mısınız? İnanın. Çünkü hepsini onlardan dinledik.


Oyuncaklara bakmaya giderdik

* Çocukluğunu Sultanahmet sokaklarında geçen sanat tarihi profesörü, akademisyen ve yazar Nurhan Atasoy, en çok suyla oynadığını ve çamurlardan kurabiyeler yaptığını söylüyor. Herkesin oyuncağa çok kolay ulaşmadığını ve zaten bugünkü kadar çok oyuncağın olmadığını kaydeden Atasoy, “Şimdiki gibi bebekler yoktu. Yılbaşı zamanında İstiklal’deki Japon mağazasına giderdik. Alamazdık, biz orta halli bir aileydik. Ancak çok zengin aileler oradan alışveriş yapabilirdi. Bizim bütçemize göre çok pahalı gelirdi. Ama görmeye giderdik. Vitrinine bakar, içerisini dolaşırdık. En büyük eğlencemizdi” diyor.


ANNEMİN DİKTİĞİ BEBEĞİ UNUTAMAM

Çocukluğunun Türkiye’nin yeni kurulduğu devrin sonuna denk geldiğini söyleyen dolayısıyla kıtlık yıllarını da hatırlayan Atasoy’un en sevdiği oyuncağı annesinin kendisi için bezden diktiği bebek olmuş. Atasoy, o yılları şöyle anlatıyor: “Fakirlik vardı benim çocukluğumda. Okul öncesi dönemde ekmeği karneyle alırdık. Annemin bana yaptığı bez bebeği unutamıyorum. Beni o kadar mutlu etmişti ki anlatamam. Sokakta ise sek sek, saklambaç, çelik çomak oynar, ip atlardım. Çocukluğum önce Cağaloğlu’nda Nuruosmaniye caddesinde, sonra da Sultanahmet’te geçti.”


Merdiveni kızak yaptım

* Bizans uzmanı ve sanat tarihçisi Semavi Eyice, 96 yaşında. Çocukluğu Kadıköy’de geçen Semavi Eyice, en çok hırsız polis oynadıklarını söylüyor. Kışın ise en büyük eğlenceleri sokakta kaymakmış. Eyice o anısını şöyle anlatıyor: “Bizim oturduğumuz sokak yokuştu. Kışın kızakla kayardık. Akşamdan yokuşa su dökerdik donsun diye. Konu komşu kızardı tabi, onlar da kül dökerlerdi inip çıkarken kimse kayıp düşmesin diye. Rahmetli babamın yaptırmış olduğu 10 basamaklı ahşap merdiveni alırdım, 8- 10 arkadaş her birimiz bir basamağına binip kayardık. En önde de bir tane küçük kızak olurdu, onu dümen yapardık. Kadıköy Haydarpaşa arasındaki rıhtıma kadar inerdik.”

ANNE BABAMI ÇOK KIZDIRDIM

Kendisini “Çok yaramazlığım da yoktu ama bazı marifetlerim vardı. Son derece uslu çocuklardan sayılmazdım. Rahmetli anne babamı çok kızdırmışlığım olmuştur” diyen Eyice, o çocukluk günlerinden bir de şu anısını hatırlıyor: “Bir gün ben çok yaramazlık yapmışım. Babam da bana fena halde kızmış. Bana ‘Seni çırılçıplak soyar kapının önüne koyarım’ dedi. Ben de ‘Pekala, niçin soyup da beni kapı önüne bırakıyorsun?’ diye sordum babama. ‘Üzerindeki elbiselerin parasını ben verdim, onun için’ deyince ben de ‘Peki sokağa koyduğun çocuk kimin’ deyiverdim. Bunu dört yaşında bir çocuğun söyleyebilmesi için bir parça zeka olması lazım.”

ÇAYIRLAR DA OYUNLAR DA YOK

Semavi Eyice’nin çocukluğunun geçtiği Kadıköy’ün bugünkü Kadıköy’le uzaktan yakından alakası yok tabi. Uzun uzun çayırlar, boş araziler... İstanbul’un nüfusunun 600- 700 bin olduğu yıllar. Bu yıllarda, boş arazilerde bazı tehlikeli oyunlar da oynadıklarını söyleyen Eyice, “En tehlikeli şey şatafattı. Çat pat patlardı, barutlu bir şey. Bir de Haydarpaşa çayırında karpit patlatırdık. Çayırda otların içine yuvarlak çukur açar, tersine konserve kutusu koyardık. Altına da karpiti koyar, onu ateşler, kutuyu havaya uçuurduk. Bu tehlikeli bir oyun olduğu için bekçiler ve kontrol memurları sürekli çayırı kontrol ederdi. Bir de çayırda uçurtma merakımız vardı. Şimdi bu çayırların hiçbiri yok tabi” diyor.

GEMİLER ÇARPIŞTI SORUN YOK

Semavi Eyice, henüz 4-5 yaşlarındayken yaptığı bir başka yaramazlığı ise şöyle anlatıyor: “Evimizin kapısından girince sofa arasında iki tane buzlu camlı kapı vardı. İki tokmağı birbirine bağlayıp ortasına da minder koyup aklımca salıncak yaptım. Üzerine oturduğum gibi menteşelerinden kapılar açıldı ve buzlu camlar büyük bir gürültüyle yerle bir oldu. Bizimkiler yukarıdan koşarak indiler ne oluyor diye. Ben de gayet masumane ‘Lotus ile Bozkurt çarpıştı bir şey yok’ dedim. O zaman böyle bir hadise olmuştu. Bozkurt adındaki Türk gemisi Akdeniz’de Lotus adındaki Fransız gemisiyle çarpışıp batmıştı. Bozkurt gemisinin kaptanı rahmetli teyzemin kocasıydı. Bütün kaptanları içeri atmışlardı. Kaptan enişteyi Sultahmet’teki cezaevinde ziyarete gitmiştik. Hatırlıyorum. Dava Türkiye lehine sonuçlanmıştı. Çocukları olmadığı için teyzemin kocası beni çok severdi ve bana sen bizim çocuğumuzsun, seni daha iyi terbiye alman için İstanbul’a ödünç bıraktık derlerdi.”


Topu olan imtiyazlıydı

* Uzun Hikaye, Hayat Güzeldir, Tufandan Önce, Kapıları Açmak, Yoksulluk İçimizde, Beyhude Ömrüm, Ya Tahammül Ya Sefer, Mavi Kuş ve daha birçok eseriyle sevdiğimiz Mustafa Kutlu’nun çocukluğu Erzincan’da geçmiş. Çocukken en sevdiği oyunun futbol olduğunu söyleyen Kutlu “Futbol topu elimize geçmezdi. Lastik top vardı. Onun peşi sıra koşardık. Futbol topuna sahip olmak bir imtiyaz sağlıyordu. Bizim mahallemizde de futbol topu olan bir arkadaş vardı. Futbola çok yeteneği olmadığı halde sırf top onun diye takıma alırdık, istediği mevkide oynardı. Bir de küçükbaş hayvanların dizlerinden çıkardığımız kemiklerle oynadığımız aşık oyunu vardı. Misket gibi oynanırdı. Beş kuyulu oynardık misketi de. Telden arabalar yapardık. Çember çevirirdik. Çelik çomak, saklambaç gibi oyunların hepsini oynardık” diyor.

MAHALLE ARASI OLİMPİYAT

Aslında onlar sadece futbol oynuyarak çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirmemişler. Sporun her alanına büyük ilgi göstermişler. Öyle ki kendi aralarında olimpiyat yarışları bile düzenlemişler. Kutlu, “Atletizm dallarındaki koşuların neredeyse tamamını koşuyorduk. Kendi yaptığımız aparatlar ile yüksek, uzun atlama yapıyorduk. Hepimizin dizleri kanıyordu. Taşla gülle atıyorduk. Olimpiyatları taklit etme gayretini çocuk dünyası için kaydadeğer bir orijinalite sayabiliriz. Kendine yeten çocukluk manasında söylüyorum bunu” diyor. Çocukluk yılları sadece oyun oynayarak değil kitap okuyarak da geçmiş. Hatta arkadaşlarıyla birlikte ilk kütüphanelerini bile kurmuşlar. Kurdukları kütüphanenin hikayesini ise Kutlu şöyle anlatıyor: “Bir Hamit amcamız vardı. Onun da üç oğlu vardı. Onlarla birlikte evlerinin bodrumuna harçlıklarımızı biriktirerek aldığımız kitaplardan kütüphane kurmuştuk. O kütüphanede de perde kurup kendi kestiğimiz Karagöz tiplerinden bizden küçük çocuklara delikli yüz kuruş karşılığında Karagöz oynardık.”

KİTAP OKUMA SEANSLARI YAPARDIK

Çocukluğunda Erzincan gibi küçük bir kentte dört tane kitapçı olduğunu ve bu kitapçılardan dördünün de sadece kitap satarak geçindiklerini ifade eden Kutlu, şehrin nüfusunun 200 bine ulaşmasıyla sayıları artan kitapçıların artık kitap satarak değil bazı popüler kitapların dışında spor malzemesi, test kitapları, ders kitapları ve oyuncak satarak geçinmeye başladıklarını söylüyor. Kutlu, o dönem kitaplarla olan ilişkilerini şöyle anlatıyor: “Okuduğumuz kitapları birbirimize tavsiye eder, değiş tokuş yapardık. Harçlıklarımızı kitaba yatırırdık. Ben Çocuk Haftası dergisi alırdım. Doğan Kardeş kadar önemliydi. Çizgi romanlar çok yoktu. Pecos Bill vardı. Henüz Teksas Tommiks’ler yoktu. Gökler Hakimi Gordon vardı bir de. Kitap okuma seansları yapardık. Gölge bir ağaç altında kitaplarımıza dalıp okurduk.”


Kar topunun en güzel mükafatı

* Çocukluğunu İstanbul’da Fethipaşa Korusu’nda geçiren Ümit Meriç, o yılları şöyle anlatıyor: “Bizim zamanımızdaki İstanbul’da evler bahçeli idi. Bizim çocukluğumuz havanın müsait olduğu her zaman bahçede geçerdi. En geniş bahçelerden biri bizimkiydi. Oyunlar mevsimlere göre değişirdi. Kışlar daha uzun olurdu. Fethi Paşa Korusu’nda dizimize kadar gelen karları hatırlıyorum. Karlı günlerde bahçeye çıkar, kar topu oynar ve kardan adam yapardık. Ellerimizde yün eldivenler olmasına rağmen yine de çok üşürdü. Eve girer girmez eldivenlerimizi çıkarırdık. Annemiz kollarını açardı. Ellerimizi koltukaltına sokardık ısıtmak için. Bu da karda oynamanın çok güzel bir mükafatıydı.”

TABİATLA İÇ İÇE

Bahçedeki hayvanlarla ve tabiatla çok sıkı bir ilişki içinde olan Meriç, “Hayvanlarla olan temasım çok yoğundu. En çok kelebekleri severdim. O kelebekleri resimlerini çizecek kadar iyi hatıyorum. Akşamları da eve pervaneler girerdi. Kelebekler benim için bahçenin perileri pervaneler de ev içinin perileriydi.

Haziran ayının sonlarına doğru ateşböcekleri çıkardı. Onları uçarken yakalamak, avcumuza alıp seyretmek ve bırakmak yaz gecelerinin doğayla temas edilerek sürdürülen en güzel oyunlarıydı. Uçtuktan sonra ateşböceklerinin kendilerine has kokuları kalırdı elimizde. Oyuncağım onlardı. Kaplumbağalar, kediler, karıncalarla oynardım” diyor. Meriç’in hatırladığı bir de tekerleme var: Evli evine, köylü köyüne, köyü olmayan sıçan deliğine.


Futbolu sevmesem de abim için oynardım

* Babası Cemil Meriç’in de kendisine bahçe oyunları öğrettiğini söyleyen Ümit Meriç, “Babam bize bir tür kaydırak oyunu öğretmişti. Yassı taşlarla oynanan, ortadaki kukaya vurulan bir oyundu. Onu en uzağa götüren başarılı olurdu. Babam bize dama da öğretmişti. Yağmurlu havalarda evden çıkmaz dama ve isim şehir oynardık. Ben galip gelecek olsam abim hemen devirirdi damayı. Bana hiç galip gelme zevkini tattırmazdı. Evde oynadığımız oyunlardan biri de tahtaya çakılan çivilerle yapılan futboldu. Ben pek sevmezdim ama abim sevdiği için oynardım” diyor.


Rum komşuların dillerini taklit ederdim

Çocukluğunu Osmanbey, Nişantaşı ve çoğunlukla Büyükada’da geçirdiğini söyleyen Ayla Algan’ın en çok oynadığı oyunlar sek sek, topaç ve dokuztaş. Annesi ressam olan Algan, “Evimize şairler ve ressamlar gelirdi. O zaman galeriler çok olmadığı için annem resim satamazdı, bu yüzden de stilistlik yapardı. Elbiseler çizerdi. Ben de o çizimlere bakıp kendimi süslerdim. Şarkı söylerdim. Carmen Miranda vardı, ona özenirdim” diyor.


Çocukluğunu ise şu sözlerle anlatıyor Algan, “Osmanbey’de Ermenisi, Rumu, Yahudisi hep beraber yaşıyorduk. Yarım yamalak anlaşırdık onlarla. Oyunlar oynardık sokakta. Ermenice, Rumca maniler, şarkılar söylerdik. Büyükada’da çamların altında oynardık, çam fıstığı toplardım. Bu fıstıkları saksılara ekerdim küçük çamlar çıkardı. Sonra annem İstanbul’daki evimize getirip balkonda büyütürdü. Yılbaşı zamanı da ağaç büyüyünce süslerdik. Her şeyin bir bağlantısı vardı. Şimdiki gibi bölük pörçük değildi."

#Çocuklar
#Dil
#Hayat
#Ayla Algan
#Mustafa Kutlu
#Ümit Meriç
6 yıl önce