Aslında ben Bedri Rahmi Eyüpoğlu gibi ressam olmak istemiştim. Bedri Rahmi, Trabzon Lisesi’nde babamın öğrencisi olmuştu. Babam Mustafa Mümtaz Bey, Trabzon Lisesi’nin müdürüydü. Ayrıca tarih, coğrafya derslerini veriyordu. Bir süre sonra babamın İstanbul, Cağaloğlu’ndaki, kız orta okuluna müdür olarak tayini çıktı. Bu benim için de yaşamımın bir dönüm noktası idi ve biz Trabzon’dan ayrıldık. Bedri Rahmi’nin ismi evde sıklıkla geçerdi. Çünkü o bir ressam olarak yavaş yavaş ün kazanmaya başlamıştı.
Annemin yönlendirmesi ile, Galatasaray Lisesi’ne girdim. Resim konusuna olan merakım uzun zaman devam etti. İstanbul’un sokaklarında sehpamla dolaşırdım. O sehpada yaptığım resimleri göstermek üzere Bedri Rahmi’ye gittim. Hiç unutmuyorum, Bedri Rahmi onları daha iyi görmek için yere sermişti. Ben de bir köşede iftiharla bekledim, öveceğini sanıyordum. Nerede! Kritikleri oldukça kırıcı oldu. Çok üzüldüm. Aynı sınıfta Orhan Peker, Turan Erol gibi isimler de vardı. Kaliteli bir sınıftı. Orhan Peker bana mor renkleri iyi halletmişsin demişti. Ama yine de benim ressam olma umudum düştü. Evden de “o halde mimar ol” dediler. O zamanlar üniversiteye girişte kabiliyet testi vardı. Ben de bu teste girdim. Burada çeşme çizin dediler. Ben de Sultanahmet’teki III. Ahmet Çeşmesi’ni çizdim. Öğrenci tabiriyle döktürdüm. Bu çizimlerimi Sedat Hakkı Eldem çok beğenmiş. Bunun üzerine okula başladım.
TESELLİM LE CORBUSIER’LE AYNI KADERİ PAYLAŞMAK
Yegane tesellim, Le Corbusier’nin de, başlangıçta mimar değil ressam olmak istiyor olması idi. Eğitimimden sonra, mimarlık diplomasını elime aldım. Ankara’da kısa bir süre İşçi Sigortaları Kurumu’nda mimar olarak çalıştım. Bu esnada kurumda Ankara’da yeni bir okul açılacağını ve bu okulda görev alacak isimlerin Amerika’da eğitime gönderileceğini duydum. Hemen başvurdum. Birleşmiş Milletler eğitim bursu ile, 1956’da Philadelphia, University of Pennsylvania’ da, Master of Architecture programına dahil oldum. Orada beni çok etkileyecek olan, hocam Louis Khan’la tanıştım.
O zamanlar daha yeni yeni tanınıyordu.
Ondan anlamak zordur. İngilizcesini anlamak da zordur. Bazı insanlar kelimeleri yutarlar, o da öyleydi.Beni çok etkiledi. İlk etkileyen Sedat Hakkı Eldem ise ikincisi de Louis Kahn’dır. Biz beş kişilik bir ekip olarak gittik Amerika’ya. Döndüğümüzde ODTÜ’nün mimarlık fakültesini kurduk. Louis Kahn’ın etkisini ODTÜ’ye kadar taşıdık.
Bir Alman ata sözü “Başlangıç daima zordur” der. ODTÜ yeni açıldığında her şey başlangıç halindeydi. O kadar ki, bizim ilk dersleri verdiğimiz sınıf, meclisin yemekhanesiydi.
Evet, ben konu olarak “konut” bölge olarak da, “Doğu Karadeniz”i seçtim. Bu tercihlerin arkasında, iki temel neden vardı. O sıralarda, Ankara’nın kenar mahallelerinde, süratle ve çok da sağlıklı olmayan koşullarda evler inşa edilmeye başlanmıştı. Halk buna bir de isim yakıştırdı “Gecekondu”. Benzer sosyal gelişmeler Avrupa ve güney Amerika’da da görülmekteydi. Le Corbusier, çağdaş mimarinin yayılmaya başladığı 1925’ lerde ortaya bir soru atar: “Saraylar mı? Yoksa konutlar mı?” ve hemen kendisi yanıtlar “Konutlar lûtfen”.
Bu bölge, Samsun’dan, Sarp hududuna kadar: coğrafyası, topografyası, iklimi, sosyal yapısı ve de sahil boyunca yerleşmiş kentleri, konutları ile Türkiye’nin özel bir bölgesidir. Doğu Karadeniz’ i seçmemin temelden bir nedeni daha var; bizim ailecek Karadeniz’li ve benim -övünmek gibi olmasın-Trabzon doğumlu olmam. Şehirdeki mimariyi araştırmak başkadır. Çünkü şehirde kusurlarıyla beraberindedir. Ama köydeki mimari öyle değil. Köy evi sosyal düzenin en iyi yansıtıcısıdır.
İki kuvvet zaman ve doğa
Köydeki mimarinin arkasında iki kuvvet var: Zaman ve Doğa. Hepimizin esiri olduğu zaman ve kusursuz doğa. Köylü, bu iki kuvvetle iç içe yaşıyor, sorunları görüyor ve çözüm üretiyor. Ve bütün bunlar uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşiyor. Bu nedenle Victor Hugo “Zaman Mimardır” der. Karadenizli ustalar, karşılarında, hazır tasarlanmış doğayı görüyor ve çözümü de doğada arıyor. İki örnek verelim. Çatıdan gelen yağmur sularını toplayıp akıtmak için çam veya ladin kütükleri kullanılıyor. Kütükler önce tam ortalarından ve boydan boya, ikiye bölünüyor ve içleri, tekne gibi oyuluyor. Doğal olarak, teknenin bir ucu diğer ucundan daha geniş. Toplandıkça çoğalan yağmur ve kar suları, oluğun bu uca doğru genişleyen tarafından akıyor. Ayrıca meyil vermeye gerek kalmıyor. İkinci örnek,Tirebolu köylerindeki evlerin çatıları ahşap kaplamadır. Üç milimetre kalınlığındaki hartamalar esnektir, kolayca bükülebilirler. Bu nedenle çatının köşe omuzlarını, ikinci bir örtü malzemesi kullanmadan, aynı hartamalarla dönebiliyorsunuz. Bu yönteme ustalar saç örgüsü diyor. Gerçekten aynen köy kızlarının saç örgüleri. Finlandiya, Japonya gibi ormanı bol memleketlerde, köylüler birbirlerinden habersiz, aynı yöntemleri uyguluyorlar. Köyde mimari, memleketlerin kültürlerine göre, değişik biçimlere bürünse de, evrensel boyutunu hep koruyor.
Her mimar resim de yapar fotoğraf da çeker
Rektör Kemal Kurdaş’tı. Doğu Karadeniz’in kırsal bölgelerinde, konut üzerine bir araştırma yapmak istediğimi söyledim. O da hemen kabul etti. Kendisinden bir de 4 çekerli arazi arabası istedim. Şoför istemedim, bir de onunla uğraşmayayım diye. Kendim kullanacaktım. İki tane yardımcı istedim, asisitanlar arasından. Değerli, sevgili öğrencilerim Mehmet Adam ve Arda Düzgüneş, koşa koşa geldiler.
Her mimar iyi kötü resim yapar, yapmak zorundadır zaten. Düşündüğünü kağıt üzerinde aktarabilmelidir. Bu mimarlık mesleğinin özünde var. Araştırmada da Hassel-bland marka, körüklü bir fotoğraf makinasını kullandım.
Tetkik gezisi esnasında doğaldır ki yaşantımız pek konforlu değildi. Ben babaannemden kalma bir yün yatağı, arabanın içine seriyordum. Her gece yatmadan önce, kabartmam gerekiyordu. Arda ve Mehmet ise, ancak sürünerek girilebilen bir çadırı arabanın yakınına kuruyorlardı. Kimse şikayetçi değildi.