|

Kurtların yiyemeyeceği tek kitap

Osmanlılarda kütüphaneler ve sahaflığa dair eserleriyle tanıdığımız Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Batı ve Doğu dillerindeki mevcut literatürün yanında yüzlerce elyazmasının incelenmesiyle kaleme aldığı Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane ile karşımızda.

Yeni Şafak ve
04:00 - 10/01/2018 Çarşamba
Güncelleme: 04:56 - 10/01/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Batı ve Doğu dillerindeki mevcut literatürü
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Batı ve Doğu dillerindeki mevcut literatürü
HALİL SOLAK

Prof. Dr. İsmail E.Erünsal bir sohbetimizde, Osmanlılarda kütüphanelerin ve sahafların tarihini yazdığını, sıranın artık İslam dünyasında kitabın tarihine -kendi tabiriyle ‘kitabın kitabı’na- geldiğini söylemişti. Aradan geçen 4 senenin sonunda nihayet Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane artık elimde. Neml suresinin 40. ayeti olan “Hazâ min fazlı Rabbi”, yani “Bu, Rabbimin bir lutf u ihsanıdır” ayet-i kerimesi karşılıyor bizi. Sayfanın altındaysa şöyle bir ithaf notu var:

“Yazma eserler konusunda kendisinden çok şey öğrendiğim merhum M. Nihad Çetin Hocam’a ve bu konuda asırlar boyu ülkemizde oluşan geleneği, yazdığı kitap ve makalelerle günümüze ulaştıran M. Uğur Derman Ağabeyim’e.” Daha ilk sayfadan dersimizi almaya başlıyoruz: “Her şeyi Allah’tan bilmek, şükretmek ve vefalı olmak”.

‘KİTAP’IN NERESİNDEYİZ ?

Önsözde İsmail Erünsal, dünyanın en zengin yazma kütüphanelerine sahip ülkemizde, bu konuda ciddi çalışmaların yapılmadığını, Batı’da bu alanda çalışanların çoğunun kütüphaneci olduklarını, ancak bizdeki kütüphanecilerin ellerinin altındaki binlerce yazmayı inceleyerek bu konuda sistematik bilgiler üretmeye yanaşmadıklarını, daha da acısı bu konuda rüştünü ispatlamış yazma eser uzmanlarımızın olmadığını söylüyor. Yani bu önsöz sadece kitabın hazırlık sürecine dair bilgi vermiyor, aynı zamanda bilim dünyamızın geldiği noktayı -ya da tosladığı duvarı mı demeliydim?- gözler önüne seriyor. Mesela akademisyenlere bulaşan ve gittikçe de yayılan bir virüsten bahsediyor. Başkasına ait bilgileri, cümlelerde ufak tefek değişiklikler yapıp kaynağı da aradan çıkararak kendine mâl etmek! Peki böyle yapanlara ne olur? Cevap yine acı ama gerçek: “Türkiye’de ilim ortamı olmadığı ve herkesin yaptığı yanına kâr kaldığı için kınanmazsınız. Ancak bunu hesabını öbür dünyada veremezsiniz.” Önsözde yazılanlar öyle hızlıca okunup geçilecek cinsten değil. Şairin dediği gibi: “Lâl olursun dinlesen bir fıkra tab-ı sineden/Bir sahife açsam ağlarsın kitab-ı sineden”

Ayrıca bütün bir ömrünü kitaba ve kütüphaneye vakfeden yazarın hayatı ve usûlü de eserine dahildir bana kalırsa (2014’de Hoca için öğrencileri ve dostları tarafından hazırlanan armağana “Kitaplara Vakfedilen Ömre Bir Tuhfe” adının verilmesi bir tesadüf değil yani).

600 küsur sayfalık hacimli bir eserin, üstelik kitabın tarihini anlatan bir kitabın hangi bahsi nasıl anlatılır? En iyisi en çok merak ettiğim iki soruya dair kitapta bulduğum cevapları paylaşmak.


BİNLERCE KİTAP NASIL ÜRETİLDİ?

İlki şu: Matbaanın olmadığı Ortaçağ İslam dünyasının Orta Asya’dan tâ Endülüs’e uzanan farklı bölgelerinde binlerce kitap nasıl üretiliyordu? İslamiyetin ilk üç yüzyılında semâ’, kırâ’at/arz ve imlâ yoluyla verrâklar, müstemlîler ve öğrenciler kitapların çoğaltılmasında önemli görevler üstlenmiş (Burada geçen teknik tabirler için kitaba müracaat!). Yani öğrenciler, ders halkalarında veya ilim meclislerinde okunan bir kitabı kopya ederek kendi nüshalarını oluşturuyor, böylece her kopya edilen kitap da yeni nüshaların oluşmasına yol açıyordu. Bu uygulama 10. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş, bu şekilde birçok eserin yüzlerce nüshası ortaya çıkmıştır. Erünsal’a göre “bu sistem matbaanın görevini üstlenmişti”.

Ama bu işler de belli bir kurala tâbiydi. Hoca öğrencisine, ya kendi kitabının aslını ya da nakletmeye icazeti olan bir kitabı, “Sana bu kitabın rivayet hakkını veriyorum” diyerek verir, öğrenci ancak bu izni aldıktan sonra kitabı çoğaltabilirdi. Mesela 11. yüzyıl şairlerinden Harîrî, “Makâmât” adlı eserinin nakli için 700 icazet verdiğini söylemekte, bu sayı da kitap çoğaltımının ne derece yüksek olduğunu apaçık bir şekilde göstermektedir.

Hayatını kitap kopya ederek kazanan müstensihlerin de kitapların üretiminde önemli bir rolü vardı. Mesela Kurtuba’da kûfî hatla Kur’ân istinsah eden 170 kadın müstensih ya da kendisinden bir kitap istinsah etmesi istendiğinde kitabın cüzlerini üçe bölüp hanımı ve kızıyla müştereken yazan Fakih Ahmed b. Ali el-Hutey bu bahiste verilebilecek ilginç başka bir örnek örnek. Bunun yanında Memlüklü, İlhanlı, Timurlu, Babürlü, Safevi ve Osmanlı saray atölyelerinde sanat değeri yüksek olan eserlerin çoğaltılması maksadıyla çok sayıda hattat/müstensih görevlendirilmiştir.

Çok merak ettiğim ikinci husus ise o devirlerde kitapların raflara nasıl yerleştirildiği. Elbette cevabını hemencecik buldum: Ortaçağ İslam dünyasında kitaplar, bugünkü gibi raflara dikey olarak değil yatay ve üst üste yerleştiriliyormuş. İki sebepten dolayı: Ciltlerin eğrilerek bozulmasını önlemek ve kitapların arasına kitap kurtlarının girmesini engellemek.

Kurtların girmesini engellemenin bir başka yolu da kitabın başına “Ya Kebikeç” yazmak. Yaygın kanaat kebikeçin zehirli bir bitki olduğu ve otunun kitabın arasına konulduğu takdirde kurtların kitaplara yaklaşmayacağı yönünde. Ancak Erünsal’a göre “kebikeç” kelimesinin yazıldığı mürekkebin içine bu zehirli otun özünden de katılmakta, böylece kurtlar bu bitkinin kokusundan dolayı kitaplardan uzak durmaktaydı.

Bugüne kadar genellikle kitap ve kütüphaneyle ilgili hemen her bahiste “Bizim medeniyetimiz bir kitap medeniyetiydi” gibi birkaç beylik cümle edip araya da bir iki ‘menkıbe’ sıkıştırdığınızda İslamın kitaba verdiği önemi anlatmış oluyordunuz. Ama artık elimizde İslam dünyasında kitabın serüvenini hemen her yönüyle ilmî olarak anlatan, üstelik hayatını kitaplara vakfetmiş biri tarafından kaleme alınan bir eser var. Bu kitabın üzerine ister “Ya Kebikeç” yazın ister yazmayın, ne kurt ne böcek, hiçbiri bu kitabı yiyemez!

#Osmanlı
#Kütüphane
#kitap
6 yıl önce