Mimar Sinan üzerine yazılmış alanındaki en iyi çalışmalardan birisi olan Altın Kubbenin Esrarı adlı kitap Sultan Polat tarafından kaleme alındı. Kitap geçtiğimiz ay (Edebiyat Sanat Kültür Derneği) ESKADER tarafından yılın romanı seçildi. Şehir mimarisine kafa yoran ve bu alanda eğitim gören bir yazarın Mimar Sinan’ı anlatması bu kitabı özel kılıyor. Polat yazar kimliğinin yanında aynı zamanda Ülke TV’de Seyyahın Gizli Defteri diye bir belgesel program hazırlayıp sunuyor. Tarih üzerine ezber bozan belgeselini ve kitabını konuştuk.
Tarih deyince savaşlar, kahramanlık denilince zaferler hatırlanıyor. Fetihlerle devlet kurulsa da, hâkimiyet medeniyetle sağlanır. Mimar Sinan, Baki, Matrakçı Nasuh da Alparslan, Fatih, Yavuz, Atatürk gibi bizim kahramanlarımız. Sinan, hepimizin yaşadığı çevreyi ve hayata bakışımızı belirleyen bir sanatkâr, seyyah ve filozoftur. Aslında hakkında şu ana kadar yeterince yazılmadığını, onu edebiyata, sinemaya taşımadığımızı düşünüyorum. Keşke bir Mimar Sinan dizisi olsa mesela.
KENDİSİ BİR SANAT ESERİ
Kesinlikle öyle. Okuyucu da seyirci de karakterin yaşadığı değişime tanık olmayı çok sever. Ağırnas’ın bir köyünde doğan ve ömrünü muhtemelen taş ustası ya da marangoz olarak geçirecek bir çocuğun, yani Sinan’ın başına bir devlet kuşu konuyor. İlk kez Anadolu’dan devşirme alınıyor. Yüzlerce, belki binlerce çocuk arasından seçiliyor Sinan. O, Osmanlı’nın insan seçme ve yetiştirme sisteminin bir ürünüdür. Mimar Sinan kendisi bir sanat eserdir. Yeniçeri olarak sefere çıktığında Prut’ta yapılamaz denen köprüyü yapıyor, Van’da kadırga inşa edip kaptanı oluyor. Hayatında o kadar çok dönüm noktası var ki, bir ömre zor sığacak maceralar yaşamış.
Sinan’ın yolundan gitmeye çalıştım. Devşirilen “Turna”ların payitahta getirilirken izledikleri güzergâhı, katıldığı seferleri, gördüğü eserleri araştırdım. Sinan’ı büyük mimar yapan yeteneklerini şekillendiren eğitim kadar, seyreylediği medeniyetlerden kalan izlerdir. Kendisi de zaten; “Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi, ayağım sâbit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum,” diyor. Arap ve Acem ülkelerinde saray kubbelerinden olduğu kadar harâbelerden öğrendikleriyle bilgi ve görgüsünü artırdığını yazıyor.
TÜRK İSLAM KİMLİĞİNİ EDEBİYATA TAŞIDIM
Sunu Mozaiği’nde Meryem Ana’nın dizinde oturan Bebek İsa’ya Konstantin İstanbul surlarını bir maket olarak takdim ediyor. Jüstinyen ise Ayasofya maketini uzatırken resmedilmiş. Sinan’ın hayat hikâyesini daha iyi anlatacak bir kare düşünemiyorum. O bize çağları aşan eserlerle birlikte, güzeli görmeye talimli bir göz armağan etti. Bakmasını bilememek bizim maluliyetimiz. Sinan da Ayasofya gibi bir dönüşümü kendi ruhunda yaşadı. Ben yalnızca Sinan’ın şahsında Türk İslam kimliğini nakşettiği gönül coğrafyamızı edebiyata taşıdım.
İslam coğrafyasının en ünlü kubbesi Kudüs’te bulunan Kubbet-üs sahra’dır. Güzellik, göz alıcılık kadar bugün bağımsızlığın da sembolüdür. Çünkü Osmanlı’dan sonra esirdir Filistin. Esirdir Mescidi Aksa. Sinan, Ayasofya’yı onarımlarıyla günümüze ulaştırdığı gibi, Kubbet-üs Sahra’ya da emek vermiştir ki, İstanbul ve Kudüs, uzun tarihleri boyunca bir de Mimar Sinan eliyle birbirine bağlanır. Gönül coğrafyamızdaki çoğu şehir, bugün organize yıkımlara rağmen bugün hala Türk şehri niteliğini sürdürür.
Kurgu yalnız hikâyeyi kapsamaz. Karakterleri, mekânları, kıyafetleri de özenle kurgulamak, tasvire boğmadan anlatmak gerek. Ben her romanımda, yazmaya başlamadan önce kurguya dâhil olan şehri ve yapıları zihnimde yeniden tasarlıyorum. Böylelikle okuyucu, yazılanları görmeye, film gibi seyretmeye hatta içinde yaşamaya başlıyor. Bir çağa ve bir maceraya bizzat tanık oluyor.
Dostluk nedir? Birlikte vakit geçirmek mi yoksa birbirini anlamak mıdır? Sinan her eserini, banisinin karakterine göre de şekillendiriyor. Cezayir’i, Tunus’u fetheden Barbaros, oraları kendi rızasıyla Osmanlı mülküne katıyor. Avrupa krallıkları, fethettiği toprakların yanında bir köy kadar kalır. Sultanlık peşinde yani.O, denize sevdalı. Sinan’ın Beşiktaş’ta inşa ettiği Barbaros’un türbesi ne kadar mütevazı değil mi? Mehmet Akif de, Yahya Kemal de, Nazım Hikmet de Sinan’ı bu kadar iyi anlamasaydı, o muhteşem dizeler ve satırlar ortaya çıkar mıydı hiç?
UZUN ÖMÜRLÜ BİR MALZEME
Sahtiyan, tabaklanmış, iyi işlenmiş deri. Çok uzun ömürlü bir malzeme olduğu için tercih ettim. Günümüzün ahşap, mermer, deri görünümlü kısa ömürlü taklit dünyasında sahtiyan; kalıcılığa, gerçekliğe, uzun ömürlülüğe, emeğe gönderme olsun istedim.
Altın Kubbenin Esrarı, tarihi kimliklerin tarihi mekânlarda yaşadığı bir maceranın romanı. Ayrıca Sinan’ın gerçek hayatı zaten muhteşem bir macera. Bırakın Sinan’ı, Matrakçı’yı, Barbaros’u, o devirde sıradan bir yeniçeri veya korsan bile bizim ekran başında seyrettiğimizden çok daha fazla macerayı bizzat yaşamıştır.
OKUMAK DA BİR YOLCULUKTUR
Çok okuyan mı bilir çok gezen mi, denir ya hep, okumak da bir yolculuktur. Evinizde bir kitabın sayfalarına daldığınız zaman 500 yıl önceki İstanbul’a da Piri Reis’le Hürmüz Körfezi’ne de, Barbaros Hayrettin Paşa ile Kuzey Afrika sahillerine de, Mimar Sinan ile Mısır Piramitlerine de gidebilirsiniz.
Yüzyılın Keşfi Zerzevan Kalesi’ni anlatarak çıktık yola. Zerzevan hiçbir seyahatnamede, hiçbir efsanede adı geçmeyen, adeta hiç var olmamış bir Roma sınır garnizonu. Bizim arkeologlarımız keşfetti ve yüzde yüz bizim insanımızın kazdığı bir alan. İlk kez bu boyutta, ekrana taşımak ve ülke gündemine getirmek bize nasip oldu. Keza Zeugma da Karkamış da geçmişte seyyah görünümlü, arkeolog kisvesi altındaki ajanların efsanelerin peşinde gelip aradığı yerler. Aramakla bulunmasa da, bulanlar ancak arayanlar. Bu topraklarda zamana yenilmeyen ne hazineler var keşfedilmeyi bekleyen. Biz de Ülke TV ekibi olarak “Seyyahın Gizemli Defteri”nde her hafta bir başka efsanemizin, kayıp hikâyemizin ve elbette seyahatnamelerin peşine düşüyoruz.
Miniatürk'ü eser olarak seçtim
Altın Kubbenin Esrarı romanımın hikâyesi; zaten Kültür A.Ş’de çalıştığım yıllarda, Miniaturk projesine danışmanlık yapan Haluk Dursun Hoca’nın Sinan’a dair özellikle Kudüs’te onun tamirat ve inşaat faaliyetleri ile ilgili verdiği bilgilerle, İlber Hoca’nın ise birebir sohbetlerde anlattıklarıyla filizlenmeye başlamıştı. O dönemde birlikte Miniaturk’e eser seçerken, sonrasında Gezi Rehberi’ni yazdığım dönemde sanat tarihine ilgim daha da arttı. Bu romanım, diğer romanlarım da tabii, zamanda ve mekânda yolculukların ürünüdür zaten.
Tarih geçmişi değil geleceği anlatır
Medeniyetimizi seviyorum. Ayrıca tarihin geçmişi değil, aksine geleceği anlattığını düşünüyorum. “Tarih tekerrür eder.” denir ya, neden yalnızca savaşlar, işgaller, fetihler, galibiyetler ve mağlubiyetler tekerrür etsin ki? Medeniyetler de tekerrür eder. Bir gün yeniden dünyaya nizam veren, güzeli gören, hayata güzellik katan bir medeniyetin bu topraklardan yeşereceğini biliyorum. Zaten biz yapmazsak başka kim yapabilir ki?
Eserim ödül aldığı için çok mutluyum
Eserimin ödüle layık görülmesinin elbette teşvik edici bir yönü var. ESKADER çok saygın bir dernek ve kurucu başkanı yazar Şerif Aydemir sayesinde14 yıldır verilen ödüllerin artık gelenekselleştiğini söyleyebiliriz. İnsan ismini duayen isimlerin yanında görünce daha bir mutlu oluyor.
Son tarihi roman için çalışıyorum
Aslında bir sonraki romanım tarihi bir roman olmayacak. Ahit Sandığı ile başlayıp Hz. Süleyman'ın Yüzüğü ile süren Kutsal Emanetler Serisi'nin son romanı yakın gelecekte geçecek. Ve hikaye hepimizin dert ettiği meselelere bir bakış, umud ettiğimiz bir çözüm ihtimali sunacak diyeyim kısaca.