, her ikisinin üyeleri arasında da ciddi iletişim sorunları bulunan iki ayrı İskandinavyalı aile ve buna paralel olarak yeryüzünün birbirine taban tabana zıt iki diyârı arasındaki (alabildiğine huzurlu ve güvenli Danimarka ile aynı oranda huzursuz ve güvenlikten yoksun bir Afrika köşesi) gelgitlerle anlattığı hikâyesinde, bizleri insan ruhunun, özellikle de adına
denilen muammanın karmaşık ruhsal dehlizlerinde tüyler ürpertici bir yolculuğa çıkartıyor. Hayatın fiziksel cephesine ilişkin koşullar her ne kadar mükemmel olursa olsun, hattâ söz konusu olan bu yöndeki bütün istatistiklerin tavan yaptığı refah ülkesi
bile olsa, aile ortamında yeterli sevgi, ilgi ve iletişim olmadığı takdirde insanın aydınlık cephesinin -daha hukuken reşit bile sayılmadığı yaşlarda- nasıl çöktüğünü, yerini kötülüğe eğilimde ne denli cüretkâr bir
nin alabildiğini gözlerimiz zaman zaman faltaşı gibi açılarak izliyoruz. Bu anlamda, içinden çıkıp yetiştiği kültüre de sert eleştiri okları göndermekten çekinmeyen yönetmen, bütün o süslü püslü refah toplumu görüntüsünün ardında yatan yoğun iletişimsizliği ve karşılıklı yabancılaşmayı, olabildiğince az gevezelik yapan etkili sahneler üzerinden bir güzel yerden yere vuruyor. Her ne kadar, beyazperdede, bizim gibi genlerinde Akdeniz duygusallığı taşıyan izleyicilerin gözlerinin alışık olduğu coşkulu jest ve mimiklerden bir miktar yoksun dursa da Kuzey sinemasına özgü son derece temiz ve ekonomik oyunculuklarla ilerleyen filmde, dört dörtlük bir görüntü yönetimi, yanı sıra bu çok ayaklı hikâyeyi hiç sektirmeden sağ salim sonuna kadar taşımayı başaran usta işi bir kurgu çalışması mevcut…