|

ÖTEYE MEKTUPLAR - 7 Öldürmeyeceksin’in yazarına Sayın Bay Hermann Hesse

“Sayın Bay Hermann Hesse, “Diyelim ki biri dünyayı bekleyen akıbeti sezebilecek kadar uykudan uyanmış olsun. Ne yapar böyle bir kişi? Tutar Thomas Mann’a ya da Hammerskjölde ya da Hesse’ye bir mektup yazar, onu Nehru’ya yollamak ister? Peki, Hesse kime yollayacaktır Nehru’yu?” bu sözünüzden hareketle ben de kalktım dünyanın bir felakete doğru evrildiği günümüzde size mektup yazmak istedim.”

04:00 - 15/01/2020 Çarşamba
Güncelleme: 23:46 - 14/01/2020 Salı
Yeni Şafak
Hermann Hesse
Hermann Hesse
ARİF AY

Ölümünüz üzerinden elli sekiz yıl geçmiş. Elli sekiz yıl sonra dünyadan bir mektup alacağınız, yaşarken hiç aklınıza gelir miydi? Geçtiğimiz günlerde masamda bir yılın dergilerini kitaplığa yerleştirirken Yedi İklim dergisinin Mart 2019 sayısında, değerli dostum Prof. Dr. Ali İbrahim Savaş’ın Türkçeleştirdiği, annenize ve babanıza hitaben yazdığınız beş mektubunuz ilişti gözüme. Mektuplarınızdan çok etkilendim. Baba evini terk etmiş, on beş yaşındaki bir gencin kaleminden çıkan bu mektuplar, hayatınızın trajik bir dönemini aydınlatırken, o yaşta bir gençten beklenmeyecek düşünceler, tespitler ve yargılar da içeriyordu. Diyorsunuz ki: “Burada zirve yapmış en maddeci materyalizm var; bizzat hava dahi maddeci olarak görünüyor. burada ne ümit ne iman var; sevmek yok, sevilmek yok. En azından herhangi bir ideal, güzel bir şey olarak estetik, sanat, duyarlılık, bunların hiçbiri mevcut değil. Yemenin ve çalışmanın dışındaki her şey iptal edilmiş.”

Sayın Bay Hermenn Hesse, “Diyelim ki biri dünyayı bekleyen akıbeti sezebilecek kadar uykudan uyanmış olsun. Ne yapar böyle bir kişi? Tutar Thomas Mann’a ya da Hammerskjölde ya da Hesse’ye bir mektup yazar, onu Nehru’ya yollamak ister? Peki, Hesse kime yollayacaktır Nehru’yu?” bu sözünüzden hareketle ben de kalktım dünyanın bir felakete doğru evrildiği günümüzde size mektup yazmak istedim. Eserlerinizin tümünü okumuş bir okurunuz olarak aramızda bir ruhu akrabalığı izlenimi edindim de diyebilirim. Batı uygarlığının yerleşik biçimlerinden kurtulmaya çalışmanıza ve bu konudaki eleştirilerinize yürekten katılıyorum.

BOZKIRKURDU İLK OKUDUĞUM ROMANINIZDI

Elli yaşınızda yazdığınız Bozkırkurdu ilk okuduğum romanınız. Dostunuz Thomas Mann’ın da belirttiği gibi Ulysses’ten pek farklı olmayan deneyimsel bir roman olarak bizdeki mutasavvıfların nefsin hallerini anlattıkları kitaplarla büyük bir benzerlik içermektedir. Genç bir sanatçı T.K.’ye yazdığınız 5 Ocak 1945 tarihli mektubunuzdaki şu sözler bir örneklem olarak bizim tasavvuf kitaplarında sıkça geçer: “Tanrı seni yargılarken ‘Sen bir Hodler mi, bir Picasso mu, bir Pestalozzi mi, yoksa bir Gotthelf mi oldun?’ diye sormayacak, ama şunu soracaktır: ‘Sen gerçekten özelliklerini taşıdığın T.K. mıydın ve oldun mu?’”

Hayat işte böyle: Bir tel kopar ve ahenk tümden bozulur. “ Kemanın sadece bir teli kopmuştu fakat diğer tellerin de tınısını bozmuştu.” diyorsunuz mektubunuzda. İlk gençlik döneminizden yaşamınızın sonuna kadar hayatınız maddi ve manevi çalkantılarla geçmiş. Daha on beş yaşında bir genç olarak ailenizle aranız açılmış ve evden uzaklaştırılmışsınız. 11 Eylül 1892 tarihli mektubunuzdan Stetten’de bunalımlı günler geçirdiğiniz anlaşılıyor: “Mutluluk bana karşı, babam her halükârda beni evden kovduğu günden daha kızgın.» diyorsunuz. Babanız da mektubunda: “Bütün yaptıklarım için beni bağışla!” diyor. Tabiî siz, “İtaat etmiyorum ve de etmeyeceğim.” diyerek başkaldırınızı sürdürüyorsunuz. Beşinci mektubunuzun sonunda: “Size niyetlerimi ve arzularımı hiçbir zaman söylemeye cesaret edemedim, çünkü sizin düşündüklerinizle asla örtüşmeyenceğini biliyordum; bu şekilde birbirimizden uzaklaştık.” diyerek, hem barışmayı, hem de planlarınızı gerçekleştirmek için para istiyorsunuz. Her ergenlik bunalımı yaşayan gencin başına gelebilecek bu çatışma, sizde hayatınızın daha sonraki yıllarında da otoriteye karşı olmak şeklinde tüm hayatınızda bir tutum ve tavır olarak ölümünüze kadar sürer gider.


RUH İKİZİM OLABİLİRSİNİZ

Sözgelimi, yirmi yedi yaşında Birinci Dünya Savaşı’nda Alman militarizmine ve milliyetçiliğine karşı çıkarak İsviçre’ye yerleşirsiniz ve 1923’te de İsviçre uyruğuna geçersiniz. Savaş ortamı ve kişisel sorunlarınız nedeniyle ağır bir bunalım geçirirsiniz. Hakikat arayışınız ve çektiğiniz acılar sizi Hint kültürüyle tanıştırır.

Tüm eserlerinizin merkezine kendinizi yerleştirirsiniz. “Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça başkalarının ruhundaki bir titreşimi duyumsayamaz.” dersiniz ve hayatınız boyunca ezenlere karşı, ezilenlerin, yargılayanlara karşı yargılananların, oburlara karşı açların yanında yer alırsınız.

Bütün bu özellikleriniz sizinle ruh ikizi olduğumuz izlenimini uyandırdı bende. Ve tüm Türkçeye çevrilmiş kitaplarınızı okudum. Zamanın putlarının yerine gerçek bir inancın, Tanrı inancının getirilmesi eserlerinizin özünü oluşturur.

Eğitime yönelik eleştirilerinize de katılıyorum: “Okul bende çok şeyin canına okumuştur; benim kadar ünlü sayılmayan pek çok kişi tanıdım, onlarda da benimkine benzer bir durum söz konusuydu. Okulda sadece Latinceyi ve yalan söylemeyi öğrenmişimdir.” Sizde hiç olmazsa Latinceyi öğretebiliyorlarmış okullarda. Bizde onu da öğretemiyorlar.

Mektubunuzda yer alan ve on beş yaşınızda yazdığınız şiiri de beğeniyle okudum. Şiirinizin son bölümünü alıyorum buraya:

Yine de yaşıyorum güneş ışığım

Kışın ve fırtınalarda seni arıyorum

İlkbahar, aşk ve zevk rüyaları gibi

Karda ve buzda göğsümden geçiyorsun

Ey güneş

Tekrar geri dönersen

Çalılıklardaki kuşların şarkısını işitirsin

Şefkat, sevgi ve diğergamlıkla

Benim suskun kabrimi ışıt

İlkbahara son olarak selamımı

Ve sevgiliye veda öpücüğüme götür.

Mutluluk tanımınıza bayıldım sayın Hesse: “Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever, ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”

Eski çağlarda olduğu gibi bu çağda da ölüm kol geziyor sayın Hesse, sadece mahiyet farkı var; eski çağlarda daha çok salgın hastalıklar, doğal afetler toplu ölümlere sebep oluyordu. Bu çağda da geliştirilmiş silahlarla, bombalarla, füzelerle gerçekleştirilen toplu ölümlere tanık oluyoruz.

Kitabınıza da ad olan “ Öldürmeyeceksin!” ilahî buyruğu On Emir’de yer aldığı gibi öteki kutsal kitaplarda (İncil ve Kur’an) da tekrarlanır. Ne ki sizin de belirttiğiniz gibi insanlık hâlâ ‘insan aşaması’na gelemediği için olsa gerek öldürmeye, hem de kıyasıya öldürmeye devam ediyor.

Ve biz sizin zamanınızdan farklı olarak televizyon ekranlarından bu toplu ölümleri izlemeyi sürdürüyoruz. Dolaysıyla insanlığın dibe vurdugu bir süreci yaşıyoruz. Maaşlara yapılan zammı az bulduğumuzda sokaklara dökülüyoruz da toplu ölümlere, öldürmelere ve savaşlara dur demek için kılımızı kıpırdatmıyoruz. “Gel gelelim, gerçekten yaşayan bir insanın ne demek olduğu günümüzde her zamankinden az bilinmekte, her biri doğanın değerli ve bir kezliğine denemesi sayılacak insanlar, yığın yığın kurşunlanıp öldürülmektedir” (Demain,14)

Sizden, ülkesi Japonya’nın siyasi ve ahlâki durumu hakkında görüş isteyen Gonzo “Başredaktörü Seiji Takahashi’ye yazdığınız 14 Eylül 1950 tarihli mektupta şunları demişsiniz: “Dünyada bir milletin silahlanmak ve savaşmak suretiyle sürekli olarak kazanabileceğine, itibarını ve hürriyetini kurtarabileceğine inanmıyorum. Bütün insanlığı iki cepheye ayıran ve bunları şeytani ve öldürücü araçlarla birbirine saldıran fanatizme karşıyım. İşte bunun için yeniden silahlanmanın memleketinize hayır getireceğine inanmıyorum. Haksızlığa katlanmak, haksızlık yapmaktan daha iyidir.” (Mektuplar,s.89)

Tam da bugünün devletlerine yapılmış bir uyarıdır bu sözler. Çünkü “Dünya vicdanının bir adresi yoktur ve yöneticilerin hiçbiri dünya vicdanının temsilcisi değildir.”

Dediğiniz gibi “Binlerce yıldır köklü önemini yitirmemiş o güçlü “Öldürmeyeceksin!” sözü, binlerce yıldır varlığını koruyagelmektedir. “Öldürme” kavramına geniş bir yorum getirmişsiniz kitabınızda. Yanlış eğitim vererek, onları yanlış mesleklere zorlayarak yetenekli gençleri öldürüyoruz. Yoksulluğa çare bulmayarak, yönetimlerin kötü uygulamalarına göz yumarak da insanları öldürüyoruz. “Dört bir yanda yaşam bekliyor bizi, dört bir yanda gelecek çiçek açıyor, oysa hep birazını algılıyoruz bunun, pek çok şeyi ayaklarımızın altında ezip geçiyoruz, adım başında öldürüyoruz.” diyorsunuz.

“Öldürmeyeceksiniz!” sözü bir özgecilik öğretisinin katı buyruğu değildir. Özgecilik, doğada karşılaşılmayan bir şeydir. Ve yine “öldürmeyeceksin!” sözü, «başkasının canını yakmayacaksın!” gibi bir anlam içermez. Bu söz “Kendini başkalarından yoksun bırakma! Kendi kendine zarar verme!” gibi bir anlam taşır. Ne yazık ki günümüz dünyası o yüce buyrukları sekülarizm adına, laiklik adına ayaklar altına aldı. Dolayısıyla da insanlığın ilerlemesinin önü kesildi. Tüm kutsal değerlerden soyutlanmış bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu durum şunu gösteriyor: Gelecekte vahşetin boyutları daha da artacak. Geleceği ne teknik, ne bilim, ne uzayda başka bir gezegene göç kurtaracaktır. Geleceği kurtaracak tek şey: İnanç. İnsanlık yeniden inanç çağına dönmek zorundadır. Kur’an tamamlanmış son kitap olarak ve Hz. Muhammed (sav) son Peygamber olarak bizi yani insanlığı bekliyor yenilmek için. Gelecek, bu yenilenmeye yönelmektedir.

Sayın Herman Hesse, sizin de dediğiniz gibi: “Nerede insanlar yazgısal yükümlülüklerini yerine getiriyor, doğalarının kendilerinden beklediği şeyi yapıyor, dolayısıyla yaptığını gönülden ve iyi yapıyorsa, orada dünyanın ileriye gittiği görülecektir.”

Şu sözünüze tamamen katılıyorum: «Korkunç bir sefalet ya da ince bir duygulanmışlık kulaklarımızı açıp kalplerimizi yeniden sevgilere güçlü kıldığı zaman anlar ve biliriz ki Tanrı her birimizin içinde yaşamaktadır, yeryüzündeki her karış toprak bizim yurdumuz, vatanımız, her insan bizim yakınımız, bizim kardeşimizdir, insanların değişik ırklara, uluslara, zengin ve yoksullara, değişik dinlere ve partilere ayrılması bir hayal ürünü, bir aldatmacadır.”

“Romantizmin ihtişamlı ordusunun son şövalyesine” saygıyla.

#Herman Hesse
#İsviçre
#Thomas Mann
4 yıl önce