|

Öteye mektuplar / 12: İstanbul’un "Muhacir kuş"una

“Doğduğunuz topraklardan kopuşunuz, ömür boyu muhacir gibi yaşamanız, büyük yalnızlığınızın da sebeplerindendir. Park Otel’de sizi ziyarete gelenlere “Ne olur, biraz daha kalın!” demenizde, bu büyük yalnızlığın fotoğrafı gizlidir.”

04:00 - 15/06/2020 Pazartesi
Güncelleme: 00:11 - 15/06/2020 Pazartesi
Yeni Şafak
Yahya Kemal Beyatlı
Yahya Kemal Beyatlı

ARİF AY

Aziz Yahya Kemal,

Siz bu “aziz” sözcüğünü pek seversiniz. “Aziz İstanbul” deyişiniz, “Azizim” deyişiniz boşa değil kuşkusuz. «Muhacir Kuş” sözü de öğrenciniz Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait. Muhacirliğinizi biliyoruz da, “Kuş” nereden icap etmiş acep bunu bilmiyoruz. Üstelik, sizin kuşa benzer bir yanınız da yok hani. Sizin gibi iri cüsseli bir kuşa dinozorlar çağında bile rastlanmaz sanırım. Belki de Tanpınar “Gece Bestesi”ndeki şu mısralarınızdan mülhem “kuş” demiş olabilir:

“O kuşun ömrü, bir güzel gecede,

Bir güzel beste söylemekle geçer

O kuş en kuytu bahçelerde öter;

Hayâl içinde yaşar

Hayal içinde ölür.

Gerçi, Tanpınar sizin için “eve dönen adam” da der. Ömür boyu evsiz yaşadığınızı bilse de. Ev, sizde bir hasretti, asla bir vuslata dönüşmedi. Beşir Ayvazoğlu “Eve Dönen Adam” kitabında şunları der: “On yıl boyunca Paris›te otellerde, kahvelerde, pansiyonlarda, izbe apartman dairelerinde bir ‘hâneberdûş’ hayatı yaşar. İstanbul›a döndükten sonra da durum pek değişmeyecek, Üsküp’ te annesinin ölümüyle kaybettiği ‘ev’ sıcaklığını bir daha bulamayacaktır.» (Eve Dönen Adam, s.122)

Doğduğunuz topraklardan kopuşunuz, ömür boyu muhacir gibi yaşamanız, büyük yalnızlığınızın da sebeplerindendir. Park Otel’de sizi ziyarete gelenlere “Ne olur, biraz daha kalın!” demenizde, bu büyük yalnızlığın fotoğrafı gizlidir.

Yaşınız ilerledikçe aile ortamına daha çok ihtiyaç duymaya başlarsınız. Bir gün Cahit Tanyol’a şunları söylersiniz: “Büyük şair, büyük edip olmaktan daha önemli üç şey var: Birincisi evlenip bir yuva kurmak, ikincisi bir ev sahibi olmak, üçüncüsü bir tarafta kimseye muhtaç olmayacak kadar parası bulunmak... Ben bunların üçünü de yapamadım. Akşam oldu mu dostlar dağılır, evlerine gider. Ben şu otel odasında yalnızlığı bütün dehşetiyle duyarım. Ne şiir, ne kitap ve ne dostlarım beni bu korkunç yalnızlıktan çekip alabilir.” (Eve Dönen Adam, s.132)

“Batı’ya giden Jön Türklerin çoğu eve dönmedi; Paris›in, Londra’nın izbeliklerinde yok olup gittiler. Siz Jön Türk olmadığınız için eve döndünüz belki de. Cemil Meriç şunu der, sizin için: “Yahya Kemal bütün hüviyeti ile Türk’tür. Jön Türk değil, gerçek Türk!» (Kültürden İrfana, s. 238)

PARİS’E ALAFRANGA GİTTİM ALATURKA DÖNDÜM

Cazibesine kapılarak gittiğiniz Paris’te Jön Türkler sizi hayal kırıklığına uğratır ve onlar için «fikir sahasında hiç, fiil sahasında yine hiç’tir” diyerek onlara karşı tutumunuzu ortaya koyarsınız. Zaten, 1932’de Paris Türk Talebe Cemiyeti’nde yaptığınız konuşmada: “Ben Paris’e alafranga geldim, alaturka döndüm.” demeniz de farklılığınızın bir başka tarafı. Üsküp’te çocukluğunuzda dinlediğiniz ve size hep Bilâl-i Habeşi’yi hatırlatan ezanların sesi zaman zaman Paris sokaklarında, kafelerinde, pansiyonlarında kulaklarınızda çınlar.

Paris’te kalabilmek için çok meşakkatlere katlanırsınız. Parasızlık ve borçlarınızı kapatmak için sülük ticaretine kalkışmanıza ne demeli? Mösyö Liya’ya olan 300 frank borcunuzu ödeyebilmek için 27 Kasım 1906 tarihli posta kartıyla, babanızdan 300 kilo sülük göndermesini talep edersiniz.

MEDENİYETİN YETİMLERİ

Georg Lukacs : “Mazinin üstündeki örtüyü kaldırmadan hâlin keşfi mümkün değildir.” der, ne kadar doğru bir söz.

Melih Cevdet Anday, bu Jön Türklerle ilgili olarak şöyle bir olay anlatır, “Suçumuz Edebiyat”taki yazılarından birinde:”İstanbul’dan kaçan Jön Türkler Paris›te Jean Jaures’i görmeye gitmişler, ünlü politikacı onlara, padişahtan hangi düşüncede ayrıldıklarını sormuş, bizimkiler de, padişahın Avrupa uygarlığı için ‘kokuşmuş’ dediğini söylemişler, oysa kendilerinin Batıcı ve uygarlıkçı olduklarını örnek olarak göstermişler, Jaures, ‘Ben de sizin padişahınız gibi düşünüyorum.’ Demiş Jön Türklere.”

Sadun Tanju da “Eski Dostlar”da başka bir Jön Türk hikâyesi anlatır: «Paris’te Jön Türkler arasında, boşnak asıllı bir Hoca Kadri vardır. Namuslu, güvenilir ama hırçın bir adamdır. Azılı bir Abdülhamit düşmanıdır. Sultanın, güttüğü politikalarla milleti perişan ettiğini söyler ve Yahya Kemal’le nerede karşılaşırsa; ‘biçâreyüz, biçâreyüz, ah bilemezsin ne biçâreyüz!’ diyerek artık adam olamayacağımıza dövünürmüş.» Oysa, Ahmet Hamdi Tanpınar, sizin kendisine şöyle dediğinizi kaydeder günlüğüne: “Bir gün Yahya Kemal bana ‘Abdülhamit yerinde kalsa idi, belki de 1917’ ye kadar olan devrede ne Balkan Harbi, Trablus Harbi ne de Umumi Harp olurdu.’ demişti.” Gerçi Tanpınar “Huzur” romanında Mümtaz’a şunu söyletir: “Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir.” Çünkü, siz bunu Edebiyat Fakültesi’ndeki ilk dersinizde, sizi merakla dinleyen öğrencilerinize Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” şiiriyle anlatırsınız.

Erkek kurt, yani baba kurt, avcılar tarafından öldürülür. Anne kurt yavrularına zarar gelmesin diye eşine yardım edemez ve yavrularını alıp dağlara kaçırır, onların geleceği için. Siz o ilk derste erkek kurdun şahsında bütün bir maceramızı ve büyük devletimizin yıkılışını anlatırsınız medeniyet yetimi öğrencilerinize.

Siz eve döndünüz ama döndüğünüz ev çocukluğunuzun Müslüman evi değildir artık. Döndüğünüz ev sadece ruhunu değil, mimarisini de kaybetmiştir. Sözünü ettiğiniz “kör kazma” İstanbul’un uzuvlarını sürekli kırıyordu. Siz bu durumu biraz da görmezlikten geldiniz, şu rubainizde olduğu gibi:

“Bilmem kime yâhut neye uyduk gittik

Gâhi meye gâhi ney’e uyduk gittik

Erbâb-ı zekâ riyâyı mezhep bildi

Bizler dili divâneye uyduk gittik

diyerek Boğaziçi işretlerine, mâzi rüyalarına dalmayı tercih ettiniz. Sezai Karakoç ‘un deyişiyle: “Bozgunda fetih düşü” ne yattınız. Oysa, ortada acı bir tablo vardı 1908-1928 yılları arasında: Meşrutiyet ‘in ilânı ( 1908), İstanbul›un işgâli (1920), Sevr Antlaşması (1920 ), Kurtuluş Savaşı (1919-1922), Lozan Barışı(1923), Cumhuriyetin kurulması (1923), Şeyh Sait isyanı (1925), Latin harflerinin kabulü (1928) vs…

Beşir Ayvazoğlu’nun dediği gibi siz ve sizin neslinizin bütün çocukları gibi büyük felâketlerin ortasında dünyaya gelmiş ve doğduğu, yaşadığı toprakların elimizden çıkışını safha safha görmüştür. (Eve Dönen Adam, s.108)

GEÇMİŞ BİR FON OLUR ŞİİRİNİZDE

Kendisinden tarih şuuru edindiğiniz hocanız Albert Sorel şunları der, size: “Bak oğlum, bir parçalanmayı, bir dağılmayı önlemek için, halkı bir arada tutabilecek bir güç yaratmak ister. Siz de ancak kendi milletinizi güçlendirerek devletinizi ayakta tutabilirsiniz.” Hatıranızda belirttiğiniz gibi şunları da der Albert Sorel: “Dans le monde on n’a pas encore decouvert des choses: le pole dans la géographie et le Turc dan l’histoire!

Türkçesi, dünyada daha keşfolunmamış iki meçhul var: bunlardan biri, coğrafyada kutup, diğeri de tarihte Türklük!” Siz bu sözlerin etkisiyle “tarih içinde Türklüğü arama” çabasına girdiniz. Bu çabanız, geçmişi şiirinize malzeme ve fon yapmaktan öteye geçmedi. Tıpkı oryantalistlerin yaptığı gibi… Öyle olmasa şu duyguya kapılır mıydınız?:

“Gönlüm, kanım, mizacımla sizdenim.

Dünya ve ahirette vatandaşların benim!”

Sizin tarihe yönelişinizi yadırgayanlardan biri de Prof. Dr. Mehmet Narlı’dır. “Şiir Burcu” kitabında şunu der: “Bütün hayatıyla yeni yaşam biçiminin ve yeni devletin yanında yer alan Yahya Kemal’in sanatı ve estetik düşüncesiyle ‘tarihîlik’e yaslanması ilginçtir.” “İthaf” şiirinizde olduğu gibi düşsel bir arayışa çıkarsınız. “Niçin nur inmiyor artık semadan?” diyerek “şark öldü” kanaatına varısınız:

Abâ var, post var, meydanda er yok;

Horasan erlerinden bir haber yok

Uzun yollarda durdum hiç eser yok

Diyâr-ı Rum’ a gelmiş evliyadan !

Aziz Yahya Kemal,

1 Kasım 1958’de saat 9.50’de “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.”

Artık:

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur.

Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.

Sizin veda ettiğiniz yıl beş yaşında bir çocuktum. Dolayısıyla siz, şiir dünyamda çocukluğumun şairi olarak kaldığınız hep. İlk okuduğun şiiriniz ders kitabımızdaki “Akıncı” şiirinizdi. Ezberlediğim ilk şiir de yine bu şiirdi:

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Bu şiiri seviyordum ama bin atlı kimdi, yendiğimiz dev gibi bir ordu kimdi? Bu soruların cevabı yoktur belleğimizde. Arka planını bilmesek de şiirlerinizle oluşturduğunuz duyarlığı hissediyorduk. Şiiri “kalpten geçen bir hadisenin lisan hâlinde tecelli edişidir” diye tanımlarsınız ve onu derûnî ahenkle duyarlığa dönüştürürsünüz. Büyülü, gizemli bir atmosfer oluşturursunuz.

Sizi, az şiir yazdığınızdan dolayı eleştirenlere verdiğiniz cevap da oldukça manidar: “Az şiirim varsa bunu bir bahtiyarlık sayarım. Az şiir söylemiş olmak azbuz şey değildir.”

Ölümünüz üzerine «Bir âbide idi, yıkıldı! Süleymaniye ortadan kalkmış gibi bir boşluk...” diyen Yakup Kadri, az yazmanızı tembelliğe yorar: “Şahane tembellik… Evet, Yahya Kemal şahane tembeldi ve bundan ötürü kafasının içindeki hazineden bize pek az şeyi bırakıp gittiği kanaatindeyim.” der.

EN BÜYÜK ŞAİR KAVGASI

Az da yazsanız, çok da yazsanız şiirinizin arkasında sağlam durmayı başarmışsınız. Birinciliği kimseye vermemişsiniz yaşarken. En büyük rakibiniz de sizin tabirinizle “Arap Haşim”dir. Taha Toros’ un anlattığına göre, Ahmet Haşim’le karşılaştırılmaya bile dayanamazmışsınız. Bir yazısında Türk şiirine en büyük yeniliği getirenin Tevfik Fikret olduğunu ileri süren İbrahim Alâettin Gövsa’ya, TBMM koridorlarında, ‘Alâettin, Alâettin! Türk şiirine yeni bir hava getiren Tevfik Fikret değil, Yahya Kemal’dir... Bunu böyle bilesin!” diye, bağırdığınız doğru mu? Ya Halit Fahri Ozansoy’a yaptığınız? Yazısında en büyük şair olarak sizi göstermediği için Beyoğlu’nda adamı bastonla kovalamışsınız.”

“Yahya Kemal’de dostluk yoktu. Bir takım muvazaalarla bu boşlukları doldurmaya çalıştı. Kendini durmadan aldattı.” diyen öğrenciniz Ahmet Hamdi Tanpınar’a insanın hak vereceği geliyor.

Sağlığınıza pek dikkat etmediğiniz söylenir. Herkes oburluğunuzdan şikayetçi. “Can sıkıntısından ölmektense, nikotinden öleyim daha iyi … Kırk bir sene kanımda nikotin ve alkol devran etti” ve “sıhhatimi aşık olmaya borçluyum” diyerek havanızı atmayı da ihmal etmezsiniz.

Aşk dedik de… Aşklarınız ayrı bir dizi film adeta. Gerçi aşklarınız konusunda ketum olduğunuz, ser verip sır vermediğiniz söylense de, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la aşkınızın dillere destan olmuş. Öyle ki, muallimi olduğunuz Bahriye Mektebi’nde öğrenciler arasında alay konusu olduğu da kayıtlara geçilmiştir. Nazım Hikmet ve Necip Fazıl okulun öğrencileridir. Öğrenciler arasında Nazım Hikmet’in annesi yüzünden zehir içtiğiniz, tedavi gördüğünüz söylentisi yayılır. Sınıfa girdiğinizde “kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınız” duyumundan dolayı Necip Fazıl ayağa kalkarak sınıfın üzüntüsünü bildirmek ister. Öfkeyle not defterini çıkarıp:

“- Numaran kaj?”

“-1054”

“- Bin kaj?”

“- 54 Efendim” diyen Necip Fazıl’ı disipline verirsiniz.

Ciddi ciddi evlilik hazırlıklarına başlayan, size “Karıcığın” diyerek mektuplar yazan Celile Hanım’la evlenmeyi göze alamazsınız ve onu yarı yolda bırakırsınız. Bunun gerekçesini de Yakup Kadri’ ye şöyle açıklarsınız: “Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar?”

Bir gün Sermet Sami Uysal ‘a evlilik konusunda içinizi dökersiniz: “Gençliğimde kayıt altına girmek istemiyordum. Kırkından sonra düşünmedim değil, fakat memuriyetler, aziller, sık sık maaş kesilmeleri, parasız kalışlar, velhasıl düzenli bir hayat kuramadım, olmadı işte…” dersiniz.

Aziz Yahya Kemal,

“Benim neyim var halkıma verecek kırık bir kalp ve beş on gazelimden başka.” deseniz de ömrünüz hep “zil, şal ve gül” formunda geçmiştir.

Endülüs’te Serez’de izlediğiniz raks size 2000 papale patlasa da “Endülüs’te Raks” şiirini kazandırmıştır. O raks gecesi sizi öyle mest etmiş ki:

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü sürmeli…

Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kere öpmeli

İçinize otursa da bu duyguya 2000 papel feda olsun be Üstad!

Mektubumu hayran kaldığım şu iki nüktenizle noktayacağım:

Bazı siyasetçilerin kötü idaresine çok kızdığınız olurmuş. Bir gün “Bu iş yanlış oldu, ben devleti yönetmeliydim, İsmet Paşa da şiir yazmalıydı.” demişsiniz. “Neden üstad?” diye merak edip sorduklarında, “Hiç olmazsa o zaman sadece şiir mahvolurdu!” diye cevap vermişsiniz. (Mehmet Nuri Yardım, Edebiyatın Güleryüzü, s.246)

Size İspanya’daki ihtilâllerle ilgili olarak sorarlar: “Siz İspanya’da büyükelçilik yaptınız, bilirsiniz. O memlekette niçin sükûnet olmaz?” Cevabınız oldukça düşündürücü: “Olmaz! Zira orada her vatandaş bir Necip Fazıl’dır.” (Edebiyatımızın Güleryüzü, s. 251)

#Yahya Kemal Beyatlı
#Ahmet Hamdi Tanpınar
#Beşir Ayvazoğlu
4 yıl önce