|

ÖTEYE MEKTUPLAR / 19 Hisler, hatıralar ve hasretler şairine

“Hakkınızda yazılanları heyecanla okudum. Yazarların tümü sizden övgüyle söz ediyor. Ne kadar sevindim bilemezsin. Bütün bu yazılanlarla birlikte, kısa şiirlere büyük hikâyeler sığdıran bir şair olduğunuzu söylemeliyim. Büyük hikâyeden kastım, insan hayatının bir hikâyeden ibaret olduğudur. Her insanın hikâyesi de büyüktür kuşkusuz.”

23:24 - 14/07/2021 Çarşamba
Güncelleme: 23:29 - 14/07/2021 Çarşamba
Yeni Şafak
Ziya Osman Saba
Ziya Osman Saba
ARİF AY

Sevgili Ziya Osman Saba,

Geçen gün Varlık dergisinin eski ciltlerini karıştırırken, derginin 687. Sayısının vefatınızın 10. Yıldönümüne ayrıldığını görünce ve Yaşar Nabi Nayır’ın şu cümlesini okuyunca duygu seline kapıldım adeta. “On yıl olmuş Ziya’yı kaybedeli. Amanın, ne kadar çabuk geçmiş zaman!” Yaşar Nabi 10 yılın çabuk geçtiğine hayıflanır da, ya 64 yılın nasıl geçtiğine ne demeli?

Hakkınızda yazılanları heyecanla okudum. Yazarların tümü sizden övgüyle söz ediyor. Ne kadar sevindim bilemezsin. Belki merak edersin diye her birinden birkaç cümle alacağım buraya. Önce ağıtlar şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Ziya Osman Saba’ya Ağıt” şiirinden birkaç dize:

“Kim duymaz, kim anlamaz, / Bir ak serinliği upuzun. / Varsın hâlâ / Sebillerdeki güvercinlerde hep”

Dağlarca’nın ağıtları bitmez. Yeri gelmişken, kadim dostunuz, arkadaşınız “Cahit Sıtkı Tarancı’ya Ağıt” şiirinden de bir bölüm:

“Sever yoldan geçenleri bulutu uçan kuşu / Kadınlar erkekler çalışırken güzel öpüşürken güzel her yerde / Gökyüzü yeryüzü mavilikle bir / İyimserdir ama durunuz / Kim canı sıkılıyorsa Cahit’dir”

Yaşar Nabi Nayır: “Kimsenin hakkında gözü olmayan, kimsenin değerini küçümsemeyen, kıskançlık nedir bilmeyen, sıkılganlığından hep terleyen, sevimli, güleç yüzlü karşımda oturuyor işte. Yalnız ne kadar zorlasam kendimi konuşamıyorum onunla. Üstelik o öldüğü günde donup kalmış yüzü.” der.

MEZARI BİLE BELLİ DEĞİL

Ceyhun Atuf Kansu; “Ölmeden bir iki yıl önce, Ziya Osman’a gitmiştim, anıların itisiyle yerleştiği küçük evine, Misakı Millî Sokağında. Pek sade bir evdi burası. Bir iki oda, kitapları, karısı, çocukları. Yüreğinin o ‘küçük mutluluklara’ bile dayanamadığı günlerden biriydi. Hekimler yasaklamışlardı ona, gezmeyi, dolaşmayı. (…) ‘Türkçe’nin soluk alıp veren ölümsüz bahçesine’ saklandı. Ama, elbette, arasanız o var ve Türkçe’nin farkındaysanız. Yaşantısında bir ozanı aramayan bir sığ toplumun, ölümünde hele, saklandığı yerden arayacağını olası görmüyorum ben.”

Evet, üzüleceksin ama doğruyu söylüyor Ceyhun Atuf Kansu. Eyüp Mezarlığındaki mezarının yeri belli değil ne yazık ki… ”Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi…” dediğin bizler, mezarına bile sahip çıkmamışız.

“Beni Ziya Osman’a bir madde ve mâna olarak hep insanın bu kaçırılan tarafı yaklaştırdı. Sanatta içtenliğin bir erdem olduğunu ben bir onda gördüm.” diyen Behçet Necatiğil, başka bir yazısında da ölüm gününü şöyle anlatır: “Ziya Osman, 31 Ocak’ta toprağa verildi. ‘Eski bir evde olmak, orada Eyüpsultan’da’ diyordu. Hayatla ölümü iç içe yaşamış, beyaz şiirler şairi, özlediği yerde, özlediği eve göçtü. Kar yağıyordu, temiz-beyaz. Ve serviler, kara nurânîlikleri içinde bir kandil gecesine hazırlanıyorlardı. Hayatı beyaz, ümitleri beyaz, imanı beyaz, aziz şair için, böyle dinî bir günde, bir kandil gününde, ötedünya çiçekleri karların altına anneciğinin yanına gömülmek; ömrü boyu özlediği en Tanrısal saadetti her halde. Tanrıdan bunu istemiş, istediği oldu.”

Sabahattin Teoman, senin imge dünyanı serer önümüze: “… Ezanlar içinde kızaran ikindiler, güvercinli şadırvan gölgelikleri, sürahilerde içilmeyi bekleyen zaman gibi durulmuş sular, dudakları dualarla kımıldayan nine yüzleri, park sıralarında birbirine sokulmuş genç kadın, erkek başları, boyası dökülmüş küçük bir top arkasında koşan çocuklar, omuzlar üstündeki tabut, kısacası ana karnından topraktaki yılan hışırtısına kadar, insan yaşayışının sevinçli, sıkıntılı bütün görünüşleri bize her şeyden, herkesten çok Ziya Osman’ı andırır. (…) Ziya Osman, geçmiş gelecek bütün şiir kuşakları ile beraber her gün şiir yazıyormuş gibi yaşayacaktır; öylesine yeni, öylesine yüreklerin onsuzluğa dayanamayacağı bir şairdir o…”


İYİ İNSAN İNCE BİR ŞAİR

Sabri Esat Siyavuşgil: “Ama, halis şairdi. Bu tarafını da bilen, bilecek! Sonra halis insandı, bu tarafını da tanıyan, bilecek. Ziya’yı ne zaman hatırlasam, onun evvela gülüşü gözlerimin önünde canlanır. Ben, insan sevgisinin bir gülüş halinde böylesine tertemiz belirmesini yalnız onda gördüm.”

Rauf Mutluay: “Kitaplarından başka yerde tanıyamadım Ziya Osman Saba’yı. Konuşkan, suskun, dalgın, üzgün, bezgin, coşkun, dingin, durgun, küskün… Mutlu, umutlu, hoşnut, iyimser… Nasıl gördümse hep şiirlerinde, eserlerinde, kısacası belgeler kesinliğinde oldu.” der.

Muzaffer Uyguner: “Saba’nın annesi genç yaşta ölmüş ve Eyüpsultan Mezarlığına gömülmüştür. Çocukken her bayram ziyarete gitmiştir annesinin mezarını. Yanında anneannesi vardır, çeşitli biçimlerdeki mezar taşları mezarlığın o kendine has mezarlığı onu etkilemiştir.”

Doğan Hızlan: “Ziya Osman Saba’nın dünya görüşü eskimiştir. Bu yargıyı biraz yumuşatarak söylemek istersek, o yitmeye yüztutmuş bir dünya görüşünün sanatçısıydı, onun için eskidi.” Böyle dese de Sayın Hızlan’a katılmıyorum. Saba’nın dünya görüşü eskimedi; insanlar bozuldu, düzen bozuldu.

Cemal Süreya: “Hep beyazı söyledi Ziya Osman Saba. Hiç terlemedi şiirinde. Daha doğrusu yalnız alnı terledi. O da utangaçlığından belki. Alnını silmek için beyaz bir mendil taşıdı elinde. Şiiri küçük dayının şiiridir. Günün birinde trafik kazasına kurban gidecek bir dayının. Vazgeçişten serinlikler çıkardı. Yetinmeyi bir mutluluğa dönüştürmek istedi. Sofanın şairidir. Sonra da öldü. Şimdi cesedi bozulmamış duruyor. Alnında o mendil.”

Nahit Ulvi Akgün: “Ne iyi insandı. Ne efendiydi. Ne ince bir şairdi.” diyerek diğerlerine katılır.

Selâhattin Batu: “Ne güzeldi bu şiirler, hem de her zaman ne güzeldiler… Onları tenha bir saatimizde şöyle içten, kendimize, kalbimize yakın bir sesi duymaya ihtiyacımız olduğu saatlerde seve seve, tada tada okuyabiliriz her zaman…”

M. Sunullah Arısoy ise şiir dünyanızın ve poetikanızın özünü ortaya koyar: “Sebil ve Güvercinler çıktığında ben daha yirmi yaşında bile yoktum sanıyorum. O kitabı, o şiirleri işte ta o yıllardan bilirim. O yılların izlenimleri, etkileri üzerimdedir. Ne olsa, onları başka türlü, daha değişik değerlendirmek gelmez elimden, yapamam. O kitabın bende bıraktığı çocuksu izlenim şöyleydi: Babamın Eyüp’te bir şeyhi vardı. Eyüp camiinin de imamıydı sanıyorum. Onun bir yüzü vardı, insanlara bir bakışı, onun bir evi vardı. O ev, o şeyh efendi bir başka kokardı, bir başka düzen içindeydi. Böyle kirsiz, yaşamın içinde değil dışında, kişiye biraz ürperti veren, bir o kadar da saygı uyandıran, dahası, bıraktınız mı kendinizi, o kişinin etkisine, ya da çevrenin havasına, bütün günahlarınızdan yunmuş, arınmış, bir başka âleme girmiş gibi olurdunuz. Ben bunu kendimde duymuşumdur. O dünyada kin, kavga, küfür, hıyanet, iftira, kötülük, tutku.. yoktur. Bütün insanlar güzel, bütün insanlar temiz, bütün insanlar saygılı..dır. İşte, böyle bir ses, böyle bir ortam, böyle bir havaydı Saba’nın şiiri benim için. Yıllar geçti, bu etki değişmedi.”

Derginin dışında başka yerlerde de senin hakkında yazan şairler, yazarlar var. İşte onlardan birkaçı:

Ahmet Oktay: “ ‘Müslümanca’ Bir Şiir: Buradan yanaşıldığında, Ziya Osman Saba’nın şiirinin büyük ölçüde dinsel öğeler içerdiğini söylemek gerekmektedir. Çünkü onun ölüm, ahiret ve Tanrı sorununa ilişkin tutumu, sadece metafizik bağlamda görülemez. Huzurun, mutluluğun bulunduğu yer hakkında nerdeyse kesinleşmiş düşüncesi vardır Saba’nın.”

Haldun Taner: “Ben, yirmidört saati ile onun kadar şair bir başka insana az rastladım. Sanki yaşamıyordu da yaşadığını hayal ediyordu. (…) Bazı akşamlar, insanlarla boğuşmaktan yorgun ve bezgin, Kadıköy vapurundan çıkınca, ‘Şu civarda bir evde Ziya Osman var diye’ düşünürdüm. ‘Hasta ama var ya, yaşıyor ya’ diye avunurdum. Onun yaşatabildiği o ince yaprağı soldurup öldürmediği müddetçe bu havayı, bu çevreyi yaşanmayacak, dayanılmayacak kadar zehirli, oksijensiz bulmazdım. Mükemmel insanlar bakımından zaten çok fakir olan dünyamızdan şimdi Ziya Osman da eksilmiş bulunuyor. Asıl acınacak bizleriz.”

Abdülhak Şinasi Hisar: “Ziya Osman Saba bir geçmiş zaman, yani bir mazi; bir tahassür yani bir hatıra şairidir. Bunu söylemekle hiçbir zaman bir irtica muhipliği ifade edilmiş olmaz. Mazi demek, geçmiş bir zaman ifadesinden ibaret değildir. Yaşayan bütün zamanlar karışarak mazimiz olur. Mazi, çocukluğumuz ve gençliğimizden başlayarak, hayatımızın hatıralarıyla karışarak ve birleşerek ömrümüzün zamanı olur.”

Selim İleri: “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nin ben kişisi o gülümsemeyi bir türlü bulamayacaktır. Ziya Osman bunu, gülümsemeyişi, belli belirsiz de olsa, şair duyarlığına, sanatçının hüznünden yana özyapısına bağlar. İşin şaşırtıcı yanı, bugünkü hayatımıza bakarak söyleyelim, artık sahiden gülümseyemeyeceğimiz bir duruma geldiğimiz de öyküde kendiliğinden saptanmıştır. Hayat mutludur o günler, gelgelelim yazarı tedirgin eden bir önsezi söz konusudur.”

Mehmet Kaplan da: “Nefret gibi sevgi de kendisine göre bir dünya görüşü ve ütopi yaratır. Asırlar önce Mevlânâ ve Yunus Emre de, bütün dünyayı şamil bir sevgi dini yaratmışlardır. Ziya, bu yönü ile de belki farkında olmadan unutulmuş bir geleneği yeni ve çok şahsi bir şekilde canlandırmış olan bir şairdir.” diyerek şiirinizi geleneğe bağlar. Burada bir açıklama yapmakta yarar var. Mevlânâ ve Yunus Emre, İslâm’ın sevgisini yaydılar yeryüzüne. “Sevgi dini” diye ayrı bir din yaratmadılar.

BENİ HATIRLADIKÇA ARA SIRA GÖNLÜMÜ AL

Sevgili Ziya Osman Saba,

Bütün bu yazılanlarla birlikte, kısa şiirlere büyük hikâyeler sığdıran bir şair olduğunuzu söylemeliyim. Büyük hikâyeden kastım, insan hayatının bir hikâyeden ibaret olduğudur. Her insanın hikâyesi de büyüktür kuşkusuz. Büyük bir aşkı birkaç dizeye sığdırdığın gibi. İşte, Yetişir adlı Şiirin:

“Beni hatırladıkça, / Ara sıra gönlümü al / Sokakta görünce gülümse / Yanıma yaklaş / Az elin elimde kal / Evine misafir geleyim / Kahvemi sen pişir / Taze doldurulmuş sürahiden / Bir bardak su ver / Yetişir”

“Geç Kaldık” şiirin bir mümin duyarlığını, mümince bir ürpertiyi, tedirginliği, telaşı yansıtmıyor mu?

“Geç kaldık, Yarab, geç kaldık!.. / Şu hayat işte, gök, dallar, gün… / Bizi sardı Yarab, geç kaldık… / Bırakıp fazlasını ömrün / Koşup sükûnuna ermeğe / Koşup sana hesap vermeğe / Geç kaldık, Yarab, geç kaldık…”

Hep bir teslimiyet duygusu ve inancıyla zeytin ekmeğe razı olarak yalın bir hayatın içinde oldun:

“-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum! / Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun; / Bu akşam artık seni anmayan İstanbul’un / Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum”

Sevgili Saba,

Biz kaybettiğimiz duyguları da, unuttuğumuz hatıraları da ve hasretleri de sende bulduk. Ne ettik ömrümüzü?” sorusu aynı zamanda bize de bir hatırlatmadır:

“Niçin yazmadık bir yere satır satır / Duvarlar! Ne oldu konuştuklarımız? / Yüzünün pembeliği, saçlarının örgüsü / Ben diyeyim: Kış şarkısı; sen de: Yaz türküsü / Ne ettik ömrümüzü…”

Sevgili Saba,

Bu vesileyle “Ziya’ya Mektuplar”ı yeniden okudum. Cahit Sıtkı Tarancı ile arkadaşlığınıza, dostluğunuza imrenmemek elde değil. Bu arkadaşlığı, dostluğu mektuplarla da taçlandırmak apayrı bir güzellik. 1930’dan 1946’ya 16 yıl süren bir mektuplaşma ve toplam 56 mektup. Yıllara böldüğümüzde, her yıla üç-dört mektup düşüyor. Karşılıklı olduğuna göre üç-dört değil, yedi sekiz mektup… Bir mektup da benden olsun istedim.

“Düşümde gördüm Cahit’i” dersin ya, artık düşünde görmeye gerek yok, oradasınız işte. Senin evin olmasa da başka bir “beyaz ev”in bacası tütecek. Sürahilerde ışıldayan sular yok artık. Pet şişeler ellerde, evlerde… Artık sebillere dökülmüyor bembeyaz güvercinler. Neden mi? Bilmez misin kuruttular sebilleri.

Hislerin, hatıraların ve hasretlerin şairi ruhun şâd olsun.

#Ziya Osman Saba
#Mektup
#Yaşar Nabi
3 yıl önce