Kendine has üslubuyla edebiyat yolunda yürüyen A.Ali Ural’ın dördüncü şiir kitabı okurla buluştu. Mara ve Öteki Şiirler’de 300 yıllık bir hikayenin peşine düşen şair, bunu yaparken de günümüzdeki olayları görmezden gelmiyor. “Şairin yalancılığı yalandır. Hayalleriyle gerçeği besliyor o. Yalancı memeyse de sözleri, ağlamayı kesiyor. Olmak istediği insanla gitgide arası açılan mutsuz insana o mesafeyi kapatma imkânı sunuyor” diyen Ural ile şiiri ve şairi konuştuk.
Şiir, yazar için çatıdan çok temel olsa gerek. Temelin altta olması dorukta oluşuna gölge düşürmüyor. Tuğba ağacının kökleri gökyüzünde değil mi! Şiirle görmek, parmak uçlarıyla görmek gibi bir şey. Görmek yerine sezmek kelimesini tercih edebiliriz bu yüzden. Sezen ve sezdiren bir şey şiir. Belki de bir Burak’tır o göğün katlarında dolaşan. İlk şiiri meleklerin yazdığına dair bir rivayet var. Tabii her at Burak olmadığı gibi her şiir göğün kapısını çalmaz. “Büyük şiir, ilâhî ile insanînin içten birleşmeleridir” der Hegel.
Şairlerin nöbetçi ruhu taşıdığını düşünüyorum. Şair Eflatun, Sokrates’le tanıştıktan sonra felsefeyi seçince bütün şiirlerini yakmıştı. Yanmaktan kurtulan bir mısrada Eflatun, Atinalı sevdiğine şöyle sesleniyordu: “Seni görmek için, gök kubbesi gibi / Hep göz olmak isterdim.” Gözetmek gözden gelir. Şairler gözetmezse toplumlarını, vay o toplumların haline. Mehmet Emin Yurdakul’un şairleri haykırmayan milletleri sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklara benzetmesi boşuna değil.
Daha uzun yazarak daha çok anlatılmış olmaz. Hem şiirin anlatması “Şiir bir şey dememeli ama demeli” denkleminde nasıl bir anlatmadır. Doğrusu, uzunluk ve kısalığın şiirin ihtiyacıyla alakalı bir şey olduğunu düşünüyorum. Mara’nın üç yüz yıllık destansı bir hikâyesi olması da şiirin uzunluğunu tek başına açıklayamaz. Refik Halit’in “Eskici” hikâyesinde uzun bir suskunluktan sonra konuşan Hasan’ın susuzluğunu duymuş olabilir Mara. Mısralar kitabın ebadını etkileyecek kadar uzun oldu, haklısınız. Nefesi tükenene kadar su altında kalmak gibi her mısra. Nefes alıp tekrar dalıyorsunuz. Soluk kesilecek ki alınacak nefesin değeri bilinsin.
El, dil ve kalp sıralaması var zulme karşı çıkarken. Gücünüz oranında zulmü reddetme imkânıdır bu. Fakat şair kalbiyle dilini birleştirdiğinden neredeyse el hükmüne geçiyor tepkisi. Hz. Peygamber’in Kaza Umresi’nde Mekke’ye girerken Abdullah b. Revâha için söylediği, “Onun kelimeleri oklardan daha keskindir” cümlesi bu gerçeği pekiştiriyor. Şairin adlandırması aynı zamanda yaşadığı çağın sınırlarını da aşabilen bir konumlandırma olduğundan yalnız kendi çağındaki haksızlıkları değil, gelecek çağların haksızlıklarını da reddedebiliyor. “Hamisi haramisi” diye bir Arap özdeyişi var. Birleşmiş Milletleri akla getirmiyor mu bu deyiş. Koruması gereken mazlumların değil, zalimlerin yanında durmadı mı Bosna’da BM! Şair be me sekreterini Bolu Beyi’ne benzetmesin de ne yapsın! Benzetmeyle ne olur dememek gerek. Benzetmek yalın haliyle gizlenen bir zulmün gerçek yüzünü zihinlere kazıyabilir.
En güçlü hakikatler bile sıradan ya da benzer söyleyişlerle etkisini yitiriyor. Slogan seviyesindeki şiirlerin inandığımız değerlere katkısından söz edemeyiz. Mecaz, kelimeyi sözlük anlamı dışına taşıyarak sözün gücünü artırıyor. Asıl olan niyettir. Her söz her kalbe ulaşacak diye bir şey yok. İsabet edecekse sözün mutlak sahibinin izniyle isabet edecek. Madem kalpler Allah’ın elinde, bize düşen esbaba tevessül etmek. Bu da sözü göndere çekmek için çalışmaktan başkası değil.
Şiirle anlatmak başka anlatmalara kapı açabilir yalnız, o anlatmalar da başka anlatmalara. “Mara kimdir?” sorusu ilk domino taşını harekete geçirmekten başka bir şey değil. Yıkılan her taş “Mara kimdir?” diye bir daha soruyor.
Chang-tao, “Boş bir gökyüzü gibi sınırsızdır / Fakat işte tam buradadır / her zaman derin ve berrak / Bilmeye çalışırsan göremezsin onu / tutamazsın / fakat kaybedemezsin de / Onu elde etmemekle elde edersin / Sen susunca o konuşur / sen konuşunca susar,” der. Şair her ne kadar Stradivari’nin üç asır önce yaptığı Mara adlı çellonun tellerine dokunuyorsa da bir enstrümanın hikâyesiyle yetiniyor değil. Mara Mara olduğu kadar Mara değil. Müzikle ilgisi olduğu için Mara, müzikten başka her şeyle ilgisi olduğu için Mara değil. Her ses bir hareketin habercisidir. Gök gürültüsü yağmuru, rüzgârın uğultusu dalgayı, derenin şırıltısı akışı ihbar eder. Her ses, sahibini tanıştırdığı gibi sahibini tanımaya çalışır. Ağaçlar yapraklarının hışırtısından, hayvanlar kendi ayak seslerinden, taşlar kendi gürültülerinden ürkmezler. Yalnız insan, sesinin yankısından korkar. Mara, “Bana bir dayanak noktası verin dünyayı yerinden oynatayım” diyen Arşimet’in sözünü ciddiye alan şaire, insanın kâinatın en büyük enstrümanı olduğunu hatırlatan bir derin gölge.
Şairin yalancılığı yalandır. Hayalleriyle gerçeği besliyor o. Yalancı memeyse de sözleri, ağlamayı kesiyor. Olmak istediği insanla gitgide arası açılan mutsuz insana o mesafeyi kapatma imkânı sunuyor. Fakat bunu yaparken aldatmıyor onu. Hakikate ulaşmasını engellemiyor. Belki zaman kazandırıyor yorgun ruhlara. Kim bilir, bir moladan sonra hakikatle yüzleşme gücünü bulacak kendisinde. Şairin sorumluluğu ayna olmaktan vazgeçmemek. Kırılsa bile.
Bir madencidir şair evet, güneşi başında taşıyan. Mara ve Öteki Şiirler’in ışığını sık sık şairlere doğru tuttuğu doğrudur. Gizli Buzlanma kitabındaki “Şiirin Kıyısında” adlı şiirde nasıl poetik duruş nazara veriliyorsa, bu kitapta da şiir ve şairlikle yüzleşme devam ediyor. Yazarlar ve şairler kaybolmadan önce geride ipuçları bırakmayı severler. Gerçek okurlar bu izlerin farkına vardıkları için şairden sayılmayı hak ediyor.
Ateşimiz çıkmadan tabibin kapısını çalmıyoruz. Yaşamak rahatlığı ateşimizi düşürüp hastalığı örtüyor ve geç kalıyoruz derman aramaya. Harekete geçirmeyen rahatsızlık şifasız bir rahatsızlıktır. Sanat eserlerinin okurun keyfini artırmaktan başka bir işlevi kalmamışsa vay halimize!