|

Şehirlerin hafızası edebiyatla yaşayacak

Kahramanmaraş merkezli depremler nedeniyle Maraş, Hatay, Adıyaman ve Malatya gibi kentlerin hafızası ağır darbe aldı, hatta silindi. Peki edebiyat şehirleri yeniden kurabilir mi? Bir şehrin hafızası yazarak kurulur mu? Zeynep Arkan, Ali Ayçil, Cihan Aktaş, Hüseyin Akın, Nuri Sincanlı ve Feyza Kartopu ile bu konuyu masaya yatırdık.

Merve Akbaş
04:00 - 15/03/2023 Çarşamba
Güncelleme: 00:24 - 15/03/2023 Çarşamba
Yeni Şafak
Deprem, Arşiv.
Deprem, Arşiv.

Yaşadığımız her an hatıra biriktiririz ve bulunduğumuz mekânların bu hatıralarda önemli bir yeri vardır. Yürüdüğümüz yollar, köşeyi döndüğümüzde rastladığımız dükkânlar, sokağımızdaki ağaçlar en az tanıdığımız insanlar kadar yer tutar zihnimizde. Kimi zaman küçücük bir an (belki de Proust’un madleni gibi) bizi bambaşka anılara kavuşturur. Edebiyatla burada da karşılaşırız: Bize gerçek veya kurgu birbirinden farklı şehirleri, mahalleleri, sokakları tanıtır.

Mithat Enç Uzun Çarşının Uluları’nı anlatırken bir kentin hafızası aktarır. Gılgamış Destanı’yla nasıl Uruk’u tanıyorsak, Refik Halid’in Çete’si de Hatay’la aramızda bambaşka bir bağ kurar. Sükût Ayyuka Çıkar’da Yücel Balku bize Bursa’yı anlatır, usul usul. Yine Tanpınar’ın Beş Şehir’i de Huzur’u da kentsel hafızanın aktarıcısıdır. Pek tabii Gece Yürüyüşü’nde Charles Dickens’ın uykusuz gecelerinin Londra’sına yakınlaşırız. Beyaz Geceler’de Dostoyevski’yle Petersburg sokaklarında gezer dururuz. Edebiyatın şehirlerini tanımak için Calvino’nun Görünmez Kentleri’ne de Manguel’in Hayali Yerler Sözlüğü’ne de göz atmak gerekir.

Bunları anlatıyoruz çünkü... Maalesef Kahramanmaraş merkezli depremler sonrasında coğrafyamızın önemli kentlerinin mekânsal hafızası silindi veya geniş biçimde hasar gördü. Bugün Kahramanmaraş’tan, Hatay’dan, Malatya’dan, Adıyaman’dan bahsederken aklımıza gelen pek çok merkezi mekânın artık olmadığını söyleyebiliriz. Peki şehirlerin hafızası nasıl oluşur? Bu hafızayı yeniden canlandırmak mümkün müdür? Bu şehirlerin hafızası edebiyatla korunabilir mi? Zeynep Arkan, Ali Ayçil, Cihan Aktaş, Hüseyin Akın, Nuri Sincanlı ve Feyza Kartopu’yla bu meseleyi masaya yatırdık. Onlara konuyu kavrayabilmek, farklı bağlamlarına yaklaşabilmek için iki soru yönelttik: “Bir şehrin hafızası nasıl oluşur?” ve “Siz şehrinizi nasıl yarattınız/oluşturdunuz/ inşa ettiniz?” Buyrun cevaplara...

Siyah beyaz bir fotoğraf gibi

Zeynep Arkan

Bir şehrin hafızası; sokakları, evleri, kitapçıları, ibadethaneleri, müzeleri, bahçeleri, kafeleri kısaca mimarisi kadar kültürel tarihi de hem kayıtlarda hem de orada bu hatıraları tatmış olanların zihninde yaşayıp gider. Şehir türlü biçimde zihnimizde ve kalbimizde yaşamaktadır. Şiddetli ve yıkıcı doğa olayları yaşandığında silinip giden tarihin şahitleri, içlerinde de benzer bir yıkım yaşarlar. Çünkü hafızamız hem zamanın hem de mekânın kaydıyla çalışır. Unutamadığımız, hafızamıza kazınan anılar, semboller ve onların bizde uyandırdığı duygu daima mekânlarla özdeşleşir. Aradan yıllar geçse de, bize onları hatırlatacak bir işaret, bir fotoğraf, bir şarkı, bir ses yeterlidir. Bir şehre dair özgün sesler, yapılar, hayatın akışını besleyen özenle dolu güzellikler bizi farklı hissettiren unsurlardır. Bir de aidiyet hissi kuvvetli biçimde hissediliyorsa, biz artık sokaklarında nefes aldığımız yere bağlıyızdır. Dost sesleriyle çınlayan mekânlar, bizi geçmişin efsunlu taraflarına götüren eserler, mevsimleri tenimizde yaşatan iklimiyle şehirler; dünyanın ne kadar güzel olduğunu bizlere hatırlatırlar. Ayrıca çok zengin bir nasip kapısıdır şehirler. Dosttan yana, neşeden, kederden yana… Ne ararsan bahtına çıkacak bir zenginliği vardır. Ben şehrimi, Adapazarı’nı böyle yaşadım. Böyle kurdum ve şimdilerde böyle özlüyorum. 1999 depreminde acı kayıplarımız oldu. Sokaklarda dolaşarak kayıplarımızdan haberdar oluyorduk. 6 Şubat felaketini aynı korku ve titreme ile takip ettik. Hiç görmediğim ve hep görmeyi dilediğim Hatay’ın yıkıntılarını gözyaşlarıyla izledim. Maraş’taki dostlarımızı korku ve endişe ile soruşturduk. Çok yakın bir tarihte Maraş sokaklarında öyle güzel hatıralar ile dolmuştuk ki, bunların artık sadece zihnimizde yaşayacağı gerçeği, insanların acılarının büyüklüğü karşısında siyah beyaz bir fotoğraf gibi soldu.

Şehri adım adım tanıyarak da kendimize ait kılarız

Cihan Aktaş

Bir şehrin hafızası yaşantılarla, orada yaşamış insanların tek tek veya ortaklaşa bıraktıkları izlerle oluşur. Asli unsur hep insandır, onun sesi, sözü, nefesi, ayak izleri, gülüşü, ağıtı, türküsü, duvarlara yaptığı resimlerdir. Hatıra alanları, şehre kişilik kazandıran yerlerdir, onları oluşturan da elbette hemşehrilerin çabası.

İnsan unutsa da tabiat hatırlatır. Cemal Kafadar 23 Ocak’ta Yedikule Bostanları’ndan verdiği açık derste, “Toprak arşivdir,” diyordu. Bir şehri adım adım tanıyarak da kendimize ait kılarız. Hızlı ve karmaşık şehir hayatının sürekliliğine yardım eden pek çok unsurdan biri canlı bir kamusal yaşantıysa, bir diğeri de sokak isimleridir. Canlı bir kamusal yaşantı halkının şehre dair sorumluluğuyla inşa olur. O isimleri yerli yerinde ve haklı ise şehre kattığı anlamlarda mündemiçtir.

Tabii, müteahhitlerin faaliyetine teslim edilmiş bir şehre kişilik kazandırmayı sürdürmek bazen olağanüstü bir inanca sahip olmayı gerektiriyor. “Şehir hakkı” konusunda oldum olası şöyle düşünmüşümdür: Bir şehir parçasında gerçekleştirilecek radikal yapısal değişim ve dönüşümler, ancak o parçaya hatıralarıyla bağlı insanların onayı alınarak meşruiyet kazanır.

Konrad Kastner imzalı Katedral (2013) belgeseli, Moğolistan’da yapımı süren, kimsenin yaşamadığı bir kenti konu alıyor. Binalar, sokaklar, caddeler, meydanlar var ama insan yok. Belli bir yerleşimci nüfusu dikkate almadan sürdürülen inşanın tek sebebi, konut piyasasını işlek tutmak. Belgeseli izlemeden duymuş olsaydık, distopik bir anlatı olduğunu düşünürdük, oysa şubat ayında gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli büyük deprem, yüz binlerce insanın yaşadığı şehirlerin de adeta yıkıma açık bir şekilde inşa edildiğini gösterdi bize.

Doğduğum şehir, Erzincan, sılam, depremler yüzünden mazisini hatırlamak için hafızasını aşırı zorlamak zorunda, sürekli. Çünkü, geçirdiği hiçbir depremden ders alınmaksızın, yeni yerleşim –varlıklıların tercihine bağlı olarak- yine sorunlu bir arazide kuruluyor.

Birçok şehirde yaşasam da dönüp dolaşıp geldiğim yer, İstanbul. Kardeşlerim ve dostlarımın yaşadığı, dedemin, anne ve babamın mezarlarının bulunduğu bu şehir şimdilerde bende ürküntü oluşturuyor. Hatıra alanları buldozerlerin tehdidi altında, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği, her zaman yakınlarında oturmaya gayret ettiğim, alışveriş ve ziyaretler için gitmeyi sürdürdüğüm Küçükyalı birkaç yıl önce rant kollama faaliyetlerinin tozuna boğuldu. Oturmuş bir semtin sakinleri, görkemli, sayısız katlı, sur misali bir yapılar zincirinin gölgesi altında şimdilerde. Şubat depremleri binlerce hayatı, emeği, ümidi, enkaza dönüştürdü. En alttakilerin ışığı karşısında duyarsız bir yapılaşmanın bir depremle birlikte İstanbullulara neler yaşatacağını hep birlikte sürekli hayal edip tartışmamız gerekiyor, her kanalla, her kesimle, her türlü soruyla birlikte.

Kelimeler ve Şehirler

Nuri Sincanlı

Şehrin hafızası, bir şehrin tarihidir aynı zamanda. Şehirler, tarihi seyir içerisinde değişime uğradığı gibi tamamen yok oldukları da görülmüştür. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Şehrin yok olduğu kabul edilse de simgesel şehirlerin hükmi yokluğundan söz edilemez. Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan kalıntılar bu durumun en büyük kanıtıdır. Yaşayan şehir için hafıza kendini sürekli yenilerken, antik şehirler için ortaya çıkarılan yeni kalıntılarla birlikte canlılığını muhafaza etmektedir. Nihayetinde bir şehrin hafızası o şehri yaşatan insanların hafızasıyla doğru orantılıdır. Medeniyet hafızasını kaybederek başkalaşmış toplumların şehir hafızasını da korumaları beklenemez.

Şehrin hafızasını korumak ve bir nevi kayda geçirmenin yollarından biri de yazılı metinlerdir. Hafıza, kelimelerle inşa edilir. Bu bir hikâye, şiir, gezi notları, deneme olabileceği gibi elbette iyi yazılmış bir roman da olabilir. İster hayali, ister kurgu ya da gerçek olsun her roman bir şehirde geçer. Bazı romancılar kurguya dâhil ettikleri şehirlerle birlikte anılırlar. Dostoyevski, Tanpınar ya da Balzac gibi. İstanbulsuz Tanpınar, Saint Petersburg olmadan Dostoyevski düşünülemeyeceği gibi Paris’i aradan çıkardığınızda Balzac’ı da yok etmiş olursunuz.

Kendi yazarlık serüvenimde ise ilk romanım Yitik Oyun İstanbul’un uzağında kalmış Pendik’i edebiyat dünyasına taşırken aynı zamanda 80’li yıllardaki mahalle hafızasını da kayıt altına alıyor. İkinci romanın Uzak Yalnızlıklar da romanın başkarakteri Süreyya’nın bir rota halinde İstanbul yolculuğuna şahit oluyoruz. Marmaray Sirkeci istasyonunda başlayan yolculuk İstanbul’un simgesel hafızası Üsküdar vapurunda nihayete ererken, anıtsal yapılardan biri olan vapur, böylece şehrin bir hafızası olarak kayda geçiriliyor. Bir şehri oluşturan temel sütunlar semtler ve mahallelerdir. Şehir Yıkılırken romanımda şehrin hafızasını oluşturan en küçük parçalarından olan semtlere yoğunlaşılıyor. İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Erenköy’de hafızanın nasıl tarumar edilmeye çalışıldığı ve şehrin biteviye değişimi sorgulanıyor. Edebi metinler bir nevi, mevcut hafızayı ve gelecekte olması muhtemel şehir hafızasını kayıt altına alırken, en büyük yardımcısı kelimeler oluyor.

“Hatıra alanları buldozerlerin tehdidi altında.”

Hiçbir şey yıkarak yenilenmez

Ali Ayçil

Devasa bir hatıra kaydetme ve hatırlama aracı olan edebiyat bize, hatıraların nerelere kodlandığını dair pek çok ipucu da veriyor. Proust için hatırlamanın aracı çocukluğunda yediği bir madlenin

kokusu, Ahmet Haşim için Dicle Nehri’nin kıyısında bir anne hayali, Tanpınar için kâh Kerkük’teki büyük ve loş çocukluk evi kâh bütün cesametiyle koca bir tarihtir. Ama Yahya Kemal çocukluğunu yaşayan, canlı bir şehirle, Üsküp’le birlikte hatırlar. Çarşısı, tekkesi, muhtelif kahramanları, giysileri, okula başlama törenleri, mahpusanesi, korkuları, komşulukları ve kadınlarıyla Üsküp, Türklerin elinden çıkmış ama bir Türkün hatıralarında capcanlı varlığını sürdürmüştür. Heidegger’in “Ev Yapmak / İnşa Etmek” makalesinde filozof, geçtiğimiz yüzyılın başında çokça konut yapan Almanları şöyle uyarmıştı: “Ev yapmak bir fabrika ya da köprü yapmak gibi değildir. Canlı bir organizma olarak ev-sokak-mahalle-cadde-bulvar ve meydanlar tıpkı bir beden gibi kişiliklerini yıllar içerisinde kazanırlar. Şehir hatıralar, tecrübeler ve yenilik arzularının iç içe geçtiği büyük bir hayat/hayal düzeneğidir. Zaten yüzyıllar içerisinde de hem hatırayı üreten hem de hatırlatan çifte bir işlevi yerine getirir. Hiç kuşku yok, yıkılan ve yok olan bir kentin ömrü, geride onu hatırlayacak son kuşakla nihayete erer. Ben de kitaplarımdan birinde, bir şehri (Sur Kenti) anlattım. Çok eski, çok yorgun ve artık hafızasını taşımakta zorlanan bir şehirdi. Yüzyıllar onda neredeyse törensel diyebileceğimiz yaşam formları oluşturmuş bu da şehirdeki bazı insanların ruhlarını örselemeye başlamıştı. Hafızayla taze zaman arasındaki çatışmanın kurbanıydı hepsi de. Bu ikisinden de vazgeçilemeyeceğini, birinin ancak diğeriyle ritim tutturabilirse hayatın bir kıymetinin olacağının farkındaydılar. Yolları bir meydana bağlanan bu klasik doğu şehrinin hem uygarlığımızın bir özeti olmasını hem de onun yenilenme arzusu içindeki ıstırabını yansıtmasını istemiştim. Hâlâ aynı düşünüyorum: Hiçbir şey yıkarak yenilenmez. Kültürel süreci sıfırlamaya kalkıştığınızda, sadece yeni bir şehir değil bir öncekisine çok az benzeyen yeni bir dünya kurarsınız. Ki o henüz bir çocuktur ve yaşayanlarına bir şey söyleyebilmesi için birkaç yüzyıl zamana ihtiyacı vardır. Bu yüzden sadece evlerimizin değil, şehirlerimizin de uzun ömürlü olması için hep çaba sarf etmeliyiz.

Şehir insanın kalbidir

Hüseyin Akın
Hüseyin Akın.

Bir şehrin hafızası kalıcı olanı ikame ile teşekkül eder. Şehrin gerçek anlamda yerlileri o şehrin muhteviyatına katkı yapmakla kalmayıp aynı zamanda süregelen kültürünü de muhafaza edendir. Nasıl bir ev, içerisinde yaşayanlarla et tırnak haline gelmişse şehir de orada yaşayanlarla mekân-zaman ve insan çerçevesinde kolektif bir bilinç tesis eder. Maşeri şuur dediğimiz şey bu bilincin kalıcı bir tavır olarak milleti kuşatmasıdır. Hacı Bayram Veli’nin dili ile söyleyecek olursak: “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde/ Bakıcak didâr görünür ol şârın kenaresinde.” Şar yani şehir, insanın kalbidir. Şehirler madde ve mânâ alemi arasında kendi benliğinde Allah’ı gören kalp gibidirler. Ansızın şehre varıp şehri yapılırken gördüğünde kendini yapılan şehirden ayırt edemeyip şehirle beraber taş ve toprak olan esrik kalp ne ise şehrin kalp hafızasında barındırdıkları da odur. (“Nagehan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde”) Kuşku yok ki şehrin hafızası şehir insanın hafızasıyla biçimlenir. Bu da zaman ve mekân üzere köklü bir yaşanmışlığı gerektirir. Eğer bir tarihiniz varsa ona mütenasip bir kültür ve medeniyetiniz de var demektir. Kültür ve medeniyet vatan ve memleket bildiğiniz coğrafyaya ilk ayak basışınızla beraber başlar. Siz onu yok etmedikçe o kendini yok etmez ve de ağyar olana yok ettirmez. Fiziki depremler binaları yıkıp yolları yarabilir, ama asıl medeniyet ve kültür birikimini tahrip edip hafızayı yok eden sosyal ve kültürel depremlerdir. Modern şehirler aynı zamanda hafızasını yitirmiş kentlerdir. Bir şehri diğer bir şehirden ayıran unsurlar yok denecek kadar azdır. Mimariden insan ilişkilerine, zaman algısından tabiata yaklaşıma kadar bütün şehirlerde tek tiplilik hâkim. Teknoloji ve sanayileşme hepimizi “Şehirleri bayındır gösteren” ortak bir “yalan”a inandırıyor. Bütün bu hafıza yağmalamasına rağmen direnen şehirler de yok değil. Balkan coğrafyasının önemli bir bölümünde şehirlerin bu sarsılmaz karakterini görebiliyoruz. Erzurum, Kars, Kastamonu, Sinop, Amasya, Mardin, Diyarbakır, Urfa, Konya, Tokat…gibi Anadolu şehirlerimizde de özgün ve kendine benzeyen karakteri görmeye devam ediyoruz. Depremde ağır yıkım yaşayan Kahramanmaraş ve Hatay’ı da bu şehirlere dahil edebiliriz. Asıl itibarıyla şehirle kenti birbirinden ayrı düşünmemiz isabetli olur. Zira şehir ruhu olan kadim bir organizmadır. Kent ise nev zuhurdur, kalıptır, cesamettir, dökülecek yeri olmayan bir nehirdir. Kendi içinde dolanıp bulanır. Kendisi bulandığı kadar içerisindekileri de bulandırmaktan geri durmaz. Zira modern insan şehre kendi karakterini yüklerken şehir de insanda o soğuk, metalik ve plastik tarafını yansıtır. “Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin/ Kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin/ pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin” (İsmet Özel-Üç Frenk Havası- 2.Alum Cantabile)

Benim şehrim...

Şehir insan fıtratıyla bağdaşık bir yaşam alanıdır. İnsanın ihtiyaçlarının eksik tanımlandığı medeniyetlerde şehirlerin de bir tarafı noksandır. Benim şehrim içimin göğünde tasarlanıp çizilen, renklendirilen, sınırlarını hayallerimle belirlediğim bir şehirdir. Şöyle ki: Gökyüzünde tasarlanıp yeryüzünde bina edilen bir şehri yakından görebilmek için bakışın perdelerini indirmek gerekiyormuş. Işıklı bir gökyüzü altında her şey dünyanın ilk kurulduğu andaki abartısız güzelliğini yaşıyor. Göz kapaklarımı şöyle hafif aralasam belki de biraz Semerkant, biraz Buhara, biraz Endülüs, Bağdat, Şam ya da İstanbul çıkacak oraya. Nasıl insan baktığı şeyden ilham alıyorsa ağaçlar, evler, hayvanlar ve dağlar taşlar da öyle. Bu şehirde gök yerden, yer gökten esinleniyor. Hava, su, ateş ve toprak şehrin koruyucu unsurları. Aralarına sızmak isteyen, plastik ve betona karşı mücadele veriyorlar. Bu şehrin bir tarafı su. Ateş, hava ve toprak bu suyla yıkanır. Su bile su ile yıkanır burada. Kelimeler suyun yıkandığı suyla yıkarlar anlamlarını. Yamaçlarda sıralanan evler önce suyu çağırırlar yanlarına. Eşikten sokağa doğru süzülürcesine akan bir nehirdir bu çağrının cevabı. Bir ırmak düşünün, her sabah uyandığınızda sizinle beraber uyanıp kapınızın önünden akar. Sesiniz bir ırmağa dönüşür neredeyse. Kulaklarınızda hep o ırmağın çağıltısı. Evin kapısından içeriye girdiğinizde akışını içinizde sürdüren yine o ırmaktır. Göğün şarkısını tekrar eder gibi tekrarlar çağıltısını. Çünkü ırmak göğün yere söylediğidir. Gökyüzünün yeryüzüyle tam buluştuğu noktada –o büyük agorada-toplanan insanlar gökten kendilerine haber gibi gelen yağmur tanelerini biriktirir ve ondan dua yaparlar. Gözümün aynasından bana gösterilenler arasında suya dair bir şey daha var ki beni bu şehrin zebunu kılmaya yetiyor. Yağmurla beraber yağan su yere düşerek, toprağa inerek, çatılardan süzülerek yağışını sona erdirmiyor. Yerden göğe, yerden yere doğru da yağıyor. Bu şehirde kimse suya gitmiyor. Su insanlara gidiyor. Şu sokak köpeği de suyu kanasıya içine çekti. Çünkü su akışını ona doğru hızlandırmıştı. Su kullanılan bir şey değildir bu şehirde, su ile birlikte yaşarlar insanlar. Su bütün canlılar için lazım olduğu kadar bütün canlılar da su için gerekli. Şehrin ahalisi bu gerçeği kalıcı kılmak için kentin en tenha ve mutena yerine bir su heykeli yaptılar. Su hep akacak, daha doğrusu kesintinin yokluğu bu seyyaliyetle anlam bulacaktı. Bir damlayı milyonlarca kez çoğalttılar ve bu akışı yüksekçe bir yerden aşağıya doğru biteviye sarkıttılar. İlk su heykeli böylelikle kurulmuş oldu, insanlar buna “şelale” demeyi uygun gördüler. Şelale sağanağı taklit etme sanatıydı gerçekte. Onu yâd etmek için gözyaşıyla şiir yazdılar. Gözyaşı da sözün buharlaşarak gökyüzünden dil dilemesinden başka bir şey değildi. Hal böyle iken şehir halkının ne su ne ateş ne toprak ve hava hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Bilince yağmur kesilecek, ateş sönecek, toprak kayacak ve sanki havasız kalacaklarına inanıyorlardı. Hayatı güzelleştiren yaşamanın kendi ilkelerine tabi olmak ve bilmeyi yaşamanın önüne geçirmemektir diye öğütlüyordu şehrin bilgeleri. Şehrin yamaçlarında evler toprakla akraba olsun, toprak ömürlü olsun diye ahşaptan yapılmıştı. Ağaç toprağın bereketidir. Ahşap bir evde yaşayan ailenin ömrü uzun ve nesli velut olur. Topraksız bir şehir betonun ve çimentonun istilası altında işgal edilmiştir. Gözümü kapadığımda nagehan vardığım şehrin gözümü açar açmaz beton yığını, insan, eşya ve zamanın birbirine karıştığı şehir olacağını biliyorum. Bu sebepten gözlerimi daha bir sıkı yumuyorum. Böyle yaptığımda bakışın en derinine ulaşmam mümkün oluyor. Yamaçlarda sıra sıra dizili evlerin lambaları daha bir ferli yanıyor. İçimde yanan ateşin ışığı ile şehrin uzak evlerini ışıtan ateşin ışığı aynı yerden geliyor. Bu şehirde ateşi söndüren aşktı. Gözlerimi kapadığımda davet edildiğim şehir böyle idi, ben gördüm. Gırtlağı tıkanmamış, soluğu kesilmemişti. Nefesinde toprağın suyla birlikte oluşturduğu terkibin rayihası vardı. Şehir halkı suya hasret duyup çeşmelere koşar gibi bu havayı içlerine çekmek için pencerelere, kapılara, cumbalara çıkıyorlardı. Evleri balkonsuzdu şehrin. Çocukları evin odalara açılan kırlarına yayılmışlardı. Her insanın içinde bu asude şehre açılan yollar vardır. Hayalle rüyanın harcını beraber koyduğu bir inşaatın adıdır bu. İnsanlara yakın olmak için kuşlar bile alçak dallara konar burada. Bu şehirde merdivenler değil insanlar yürür. Yaşlılara yer verilmez, zira yer zaten yaşlılarındır. Şehir rüzgâra, fırtınaya, zelzeleye ve ölümlere karşı kendini yönetir.

Şehrin ve hafızanın çatı katı: Ev

Feyza Kartopu
Feyza Kartopu.

Bir dış mekân olan şehri, çok daha tikel bir alanla, evle, birlikte düşündüğümüzde ne olur? Şehri oluşturan binlerce tikellikten birisidir ev. Hatta o binlerin içinde belki de en sarsılmazı en değiştirilemezidir. İçinde bulunduğumuz, doğduğumuz, büyüdüğümüz, kök saldığımız, salınan köklerin gün gelip kesildiği ev, bizi çevreleyen dört duvar, şehri oluşturan temel yapının değiştirilemez bir noktasında durur. Evler de en nihayetinde kendi insanını yaratacaktır. Şehirden ayrı bir konumlandıramadığımız, şehrin hafızası olan insanın olgunlaştığı yerdir çünkü orası. Mütevazılığı ve ihtişamı, karmaşıklığı ve sadeliğiyle şehrin tam orta yerinde durur. Şehrin de hafızanın da çatı katıdır bu yüzden. Şehrin de hafızanın da nabzı orada atar.

Kente dair pek çok unsurun çekim noktası olan evin dışarıya açıldığı kapı, sokağı gören penceresi, pencere önlerine tüneyen kumrular, evin önündeki yol, yoldan belli saatlerde geçen ve üzerinde kâğıt toplayan bir kadınla çuvallarını taşıyan at arabası, yolun altından akan kirli su, caddenin iki yanına dizili dükkânlar, dükkândan sokağa taşanlar, oraya buraya dağılmış birkaç plastik sandalye, gün ortasında ve gün sonunda değişen uğultu, adımlar, bakışlar, gülüşler, seslenişler… hepsi şehre dahil. Bütünü oluşturan binlerce tikellikten birkaçı işte bunlar. Peki, bu kadar alalade ve belki de hemen her yerde karşılaşılacak türden “şeylerin” bir şehrin hafızasını oluşturduğu düşüncesi sahiden doğru mu?

Belki de ilkin, hemen her yerde karşılaştığımızı düşündüğümüz o şeylerin, eşsizliğinin altını çizmeliyiz kalın kalın çizgilerle. Memuriyetimiz vesilesiyle Cizre’de geçirdiğimiz üç yıl, sıradan zannettiğim pek çok şeyin “ayrıksılığının”, kendi içindeki “özgünlüğünün” ayırdına varmamı sağladı. Bir dağın, bir nehrin, bir gün batımının, tarlaya konup kalkan kuşların binlerce farklı versiyonu olabileceği orada geçirdiğim zaman öğretti bana. Hep bilinen bir şeyin, gerçek anlamda idraki. Yaşadığım farkındalığın tanımı, zannediyorum bu. Cizre’nin çıplak dağların ardına gizlenen gün ile ona yakın bir coğrafyadaki, Nemrut Dağı’ndaki, izlediğim gün batımının aynı olmayışının fısıldadığı bir hakikat vardı. Güneş, Nemrut gibi yüksel rakımlı bir yerde battığında bambaşka bir izlenim uyandırırken Dicle’nin suyundan izlerini silerken daha farklı bir izlenim uyandırıyordu. Aynı anın, binlerce eşsiz versiyonunun olabileceğini sanırım ilk kez bu kadar net olarak görebilmiştim. Toros Dağlarının, Cudi’nin, İsviçre Alplerinin aynı manzaralar sunduğundan söz edebilir miyiz? “Dağ işte,” diyebilir miyiz hepsine birden? Bunları aynı hizaya çekmek, yalnızca görülenin inkârı, fark edilmeyenin kırılganlığı filan değil; bütün şehirleri, insanları, evleri hizalamak ve “Ev işte,” demek, “İnsan işte.” “Şehir işte.” Fakat öyle değil. Bunun böyle olmadığı en çok da modern hayatın servis ettiği “turist gözlüğü” bir yana bırakıldığında, bir şehre her yönüyle karışıldığında anlaşılıyor. Sonrasında ise giderek artan bir dikkat gelişmeye başlıyor. Şehirlerin hafızasını oluşturan şeylerin idraki de, işte bu dikkatle başlıyor.

“Şehri yeniden inşa eden düşler. Gerçek bir inşa!

Peki nasıl kökleniyor?

Köklenişle ilgili bu soru, aslında insanın hep söylenegelen zayıf hafızasına dair de temel bir soru. Şehirlere ve bu bütünü oluşturan parçalara yönelik bir dikkat oluşsa da, bu dikkatin açığa çıkacağı bir yaşanmışlığa ve mekâna ihtiyaç var. Ev vurgusunu, bu yüzden yazının temeline yerleştirdim. Üstelik belli bir süre kalınan, içinde yaşanmışlığı barındıran hemen her mekânı dahil edebiliriz buna. Çünkü bu türden mekânlar, içinde evin bir parçasını taşır. Öze dair bir parça. Uzun bir dönem otellerde yaşayan, otellerin düşünce dünyasına olan katkısını her fırsatta vurgulayan Nuri Pakdil, “Otelde yıl birimleriyle kalmak, eğer yeteneğimiz varsa, bir fakültede okumaya bedeldir,” diyerek otellere yaşanılan bir yer olarak bakar ve mekân algısını genişletir. Mekân, belirmeye başladığında da kuvvetli bir yaşanmışlık hemen çevresinde dönenip durmaya başlar. Böylelikle Otel Gören Defterler çıkar ortaya.

O halde burada, kendiliğinden ikinci bir şey devreye giriyor: yazı. Yaşanmışlığın yanına yazıyı koymadığımızda, şehrin belleğine dair ne kalır? Yazı, artık hatırlanamaz olanı hatırlanır kılar. Artık görülmeyeni görünür ve düşlenir bir düzleme taşır. En çok da bu yüzden, şehrin parçalarını oluşturanlar yalnızca gördüklerimiz ve deneyimlediklerimiz değil, bunun gerisinde bıraktığımız düş gücüdür. Düş gücü ifadesini bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü tam da burada, Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası isimli eserini hatırlatmak istiyorum. Kitabın bir yerinde şöyle bir ifade geçiyordu, “…Ev düşlemeyi barındırır, düşleyeni korur; ev huzur içinde düş kurmamızı sağlar. İnsani değerleri yalnızca düşünceler ve deneyimler teyit etmez. İnsana dair derinlemesine işlenmiş değerler düşlemeye aittir. Hatta düşlemenin, kendi değerini arttırmak gibi bir ayrıcalığı da vardır. Düşleme, kendi varlığına doğrudan erişir. Dolayısıyla, düşlemenin yaşandığı yerler de, kendilerini yeni bir düşlemede yeniden kurar. Geçmişte oturduğumuz konutlar içimizde yıkılıp gitmediğimden, eski evlerin anılarını birer düşleme olarak yeniden yaşarız.”

Baştan bu yana, şehir, ev ve insan kavramlarını birbirinin tamamlayıcısı olarak kullandım, elbette buna bağlı ve bunun ardından gelen pek çok şeyle birlikte… fakat şimdi, dikkat kesilip Gaston Bachelard’ın mekâna dair kurduğu ifadelerinin üzerinde duralım istiyorum. “Yaşanılan yer” olarak ifade edilen mekânın yerine, şehirleri getirebiliriz pekala. Şehirler üzerinden yorumlandığında da aynı anlama varmak mümkün. Deneyimler, yaşanmışlıklar ve içindekilerle birlikte bir bütün olan şehirlerden sonraya ne kalır? Sonrası için elimizde ne var? Bundan yüz sene sonra, köklü bir şehrin, bu yıllarına dair ne kalacak elimizde? Bizden sonra, şimdi ile geçmiş arasındaki o köprüyü sağlayacak olan ne? Üzerinde durulmaya değer bir soru.

Güneydoğu’da yaşadığım dönemde, Darende’yi anlatan bir kent müzesinde gördüğüm bir gazete kupürüyle birlikte üzerinde düşünmeye başladığım bir soru bu esasında. Köşe yazısında, Darende’nin benim görme imkânımın olmadığı yılları anlatılıyordu. Anlatım, birkaç siyah beyaz fotoğraf ve anıyla somutlaştırılmıştı. Bir şehri geziyorsunuz, şehre gerçek anlamda nüfuz etmeye, dahil olmaya çalışıyorsunuz; tam da o sırada bir el uzanıp yönünüzü şehrin eskiyen yüzüne çeviriyor. Kökün, hâlâ diriliğini hatırlattığı, kendinden haber verdiği mucizevi bir an! Böyleyken şehre bakışınıza bir yenisi ekleniyor: Şu an burada olmayan ama zihninizi dolduran düşler! Şehrin gerçek varlığına doğrudan erişen düşler. Şehri, yeniden yeniden inşa eden düşler. Gerçek bir inşa! Sizden önceki sohbet meclislerine, sokağın nabzına, yazan çizen güruha, şu an burada olmayan tarihi yapılara dair bir şeyler biliyorsunuz artık. Sizin hikâyenizin yanında, şehre dair onlarca farklı hikâyeye eklemlendiniz. Bir ve bütünsünüz. Bu gibi anlar, yani kök ve gövdenin birleşip hikâyelerin devşirildiği anlar, yeni bir inşayı da beraberinde getirdiğini hatırlatıyor bana. Dil gibi devingen, dil gibi canlı. Her birleşme, şehre dair de insana dair de yeni bir yaratım, yeni bir var oluş bu yüzden.

#Ali Ayçil
#Cihan Aktaş
#Hüseyin Akın
#Nuri Sincanlı
#Feyza Kartopu
#Zeynep Arkan
#Deprem
#Edebiyat
1 yıl önce