|

Sinan’ı mimaride aşamadık

Uzun yıllar geleneksel mimari üzerine çalışan Prof. Dr. Reha Günay, Mimar Sinan’ın bahtı açık bir mimar olduğunu hatırlatarak, “Bugün onun farkını çok iyi anlayamıyoruz. Çünkü ondan sonraki yapılar, özellikle camiler, Sinan’ın devamı niteliğinde oldu. Ama aynı dönemde yaşasaydık bunları daha iyi görecektik” diyor.

Merve Akbaş
04:00 - 30/05/2021 Pazar
Güncelleme: 04:10 - 29/05/2021 Cumartesi
Yeni Şafak
Reha Günay
Reha Günay

Prof. Dr. Reha Günay, geçtiğimiz günlerde Yem Yayın’dan çıkan Şile’deki Ev isimli kitabını okurla buluşturdu. Çocukluğunun geçtiği, ailesine ait bu eve ait anılarını, yapının mimari özellikleriyle beraber anlatan Prof. Dr. Günay, okuruna eski bir Osmanlı yapısındaki yaşamla alakalı sayısız detayı da aktarıyor. Uzun yıllar boyunca Osmanlı mimarisi, Mimar Sinan, geleneksel ahşap yapılar gibi konularda çalışmalar yürüten Prof. Dr. Günay’la hem yeni kitabını hem de bugüne kadar sürdürdüğü çalışmalarını konuştuk. Prof. Dr. Günay, “Biz gerçekleri görmek yerine masalları tercih ediyoruz. Ama artık bu çağda Sinan’ı gökten yere indirmek gerekiyor. Sinan hakkında bildiklerimiz, halatla minareyi düzeltmesi, duvarın içine onarım için püf noktalarını bırakması gibi yarı mucizevi olaylardan ibaret” diyor.


Uzun yıllar boyunca oldukça önemli mimarlık çalışmalarına imza attınız. Bu çalışmalar geleneksel Osmanlı mimarisini, Mimar Sinan’ı, ahşap mimarisini yani mimarlık tarihimizi daha iyi anlamaya imkân sağladı. Ben izninizle bu hikâyenin en başını sormak istiyorum. Mimar olmaya nasıl karar verdiniz?

Şile’deki Ev kitabımda “Sonsuz Mekân” isimli bir bölüm var. Orada çocukken kurduğum hayallerden bahsediyorum. Bunların arasında uzun bir süre sürdürdüğüm düş, mağara gibi bir mekân kurmaktı. Bu mekânın hiçbir düzlemi yoktu. Tümüyle eğri yüzeylerden oluşuyordu. Belki üzerinde yürünen, kullanılan bazı düzlemler olabilirdi ama sürekli boyutları değişen, iki ucundan ışık alan sonsuz bir mekân... Bu hayaller mi beni mimar olmaya yönlendirmiştir? Kim bilir!

İSTANBUL’A DOĞRU UZUN YOLCULUK
Okurla geçtiğimiz haftalarda buluşan yeni kitabınız Şile’deki Ev eserinde sizin çocukluğunuzun geçtiği “ata evinizi” hem anılarınızla hem de mimari unsurlarla birleştirerek anlatıyorsunuz. Geleneksel Osmanlı yapısı olan bu evin kısa bir tarihini bize anlatabilir misiniz?

Evin tarihi büyük büyük babam Hüseyin Ağa ile başlıyor. Kendisi Nevşehir’den muhafız olarak Saray’a gidiyor. Batum’un Ruslar tarafından işgal edilme tehlikesine karşı sultan, Derviş İbrahim Paşa’yı Batum’un savunmasına yolluyor. Hüseyin Ağa da birlikte savaşa gidiyor. Savaş kaybedilmemesine rağmen Berlin Antlaşması sonucu Batum Ruslara veriliyor. Savaşın ardından Hüseyin Ağa Batum’da kalıyor ve orada evleniyor. Fakat daha sonra orada yaşam zorlaşıyor ve geri dönmek istiyor. Bu nedenle denizden, çeşitli limanlarda bir süre kalarak ailesiyle İstanbul’a doğru uzun bir yola çıkıyor. Karadeniz’in dalgalarından dolayı Şile’de de duraklıyorlar. Bu bölgeyi seviyor ve yerleşiyorlar. Ardından da bu evi yaptırıyor. 1900 yılları olmalı.

Kuşkusuz sivil mimari örneklerinin oldukça azaldığı bu dönemde Şile’deki Ev gibi yapıların bugün hâlâ ayakta olması oldukça değerli. Peki böyle bir evde büyümek sizin meslek hayatınıza etki etmiş olabilir mi?

Şile’deki evden sonra İstanbul’daki evimiz de ahşaptı. Çocukluğumda ve gençliğimde hem şehrin değişimini hem de ahşabın tüm özelliklerini gözlemledim. Bunlar benim çalışma alanı olarak koruma-onarımı seçmemi sağlamış olabilir.


KUBBEYLE ÖRTÜLÜ MEKÂN
Sizin çalışmalarınızın önemli bir merkezi de Mimar Sinan. Onun çalışmaları hakkında çok sayıda incelemeniz var. Çok genel bir soru olacak biliyorum ama yine de Sinan neden bir dehaydı diye sorabilir miyim? Onu dönemi içinde ve sonrasında diğer mimarlardan ayıran özelliği neydi?

Mimarlık bir mekân yaratma sanatıdır. Bu bakımdan Sinan’ın mekân yaratma konusunda ne gibi katkıları olduğuna bakmamız gerekir. Bunların en önemlisi cami mekânlarının düşey bir eksene göre kurgulanmış olmasıdır. Biz buna merkezi yapı sistemi diyoruz. Yüksek bir kubbeyle örtülü tek mekândan oluşan camiler yapmıştır. Bu tabii ilk defa Sinan’ın yaptığı bir şey değildir ama kendisi bu kararda devam etmiş ve iyice geliştirmiştir. Bununla Allah’ın tekliğini, birliğini ifade ettiği de söylenir. Yine de bu yüksek mekân içinde kenarlara doğru geldiğimizde alçalan duvarlardan dolayı mekânı kendi boyutumuza yakın hissederiz. Bu da insana verilen değeri gösterir. Mekânları kareye yakındır ama genişliğini fazlalaştırmak için onlara yan mekânlar ilave etmiştir. Eskiden altta bir prizma üstte bir kubbe şeklinde görülen mekânı, Sinan bir piramit içine almıştır. Başka bir başarısı da taşıyıcıların mekân içinde erimiş halde olması, kendini ortaya çıkarmamasıdır.


SİNAN BAHTI AÇIK BİR MİMARDI
Sinan’ın o dönemde yaptıkları hakkında neler biliyoruz?

Sinan baş mimar olarak bütün mimarların üstündeydi. Onun izni olmadan hiçbir proje gerçekleşemezdi. Öncelikle söylemek gerekir ki Sinan bahtı açık bir mimardı. Çünkü Osmanlı’nın en güçlü döneminde doğmuştu. Yapı faaliyetleri çok fazlaydı ve kendisi de çok sayıda yapı tasarlama imkânına sahip oldu. Neredeyse yüz yaşına kadar yaşaması da onun önemli deneyimler kazanmasını sağladı. Tüm bunların yanında Sinan üstün nitelikleri olan bir mimardı. Bunu çalışkanlığında, disiplininde, azimkâr olmasında da görüyoruz. Onun hakkında bildiklerimizin birçoğunu yapılarını inceleyerek ediniyoruz. Ayrıca kendi yazdığı bazı metinler var ve bunlarda neler yaptığını, neler düşündüğünü bir miktar da olsa görüyoruz. Sinan iyi bir gözlemciydi, strüktür bilgisi güçlü ve çok iyi bir yapı kurgusu vardı. Yapı güvenliğine önem veriyor, yapının uzun yıllar ayakta durması için her türlü önlemi alıyordu. O kadar yoğun bir çalışma içindeydi ki çoğu kez bir yapı bitmeden diğerine başlıyordu.

İŞLEV BİÇİMİ TAYİN EDER
Peki diğer mimarlardan farkı neydi?

Şimdi bu farkı çok iyi anlayamıyoruz. Çünkü ondan sonraki yapılar, özellikle camiler, Sinan’ın devamı niteliğinde oldu. Ama aynı dönemde yaşasaydık bunları daha iyi görecektik. Sinan cami tasarımında çeşitli planlar üretmiştir. Dört kenarlı kaidelerden başlayarak altıgen, sekizgen gibi yapı kurgusunun üzerine kubbeleri oturtarak çeşitli planlar ortaya koymuştur. İster küçük olsun ister büyük olsun her yapısına diğer yapılardan farklı bir özellik katmaya çalışmış, bir yenilik getirmiştir. Bu da onun üstün zekâsının bir işaretidir. Sürekli kendini geliştirmek için çaba göstermiştir. Kendi kendisiyle yarışıyor adeta. Sinan’ın diğer bir özelliği de yapı elemanlarının tasarımdaki yerini doğru tayin etmiş olmasıdır. Kompozisyonda hangisi birinci plana gelecek, hangisi ikinci planda kalacak, hangi unsur kütleye hâkim olacak, bunları çok iyi kurgulamıştır. Kendisi devamlı yapı faaliyeti içinde olduğundan, siparişleri tamamlamak için, inşa süresini kısaltmak zorundaydı; o nedenle yapıyı sınırsız bezemeden arındırarak zaman kazandı. Yine de yapı içinde bezeme için çok iyi yerler buluyor, bu noktalara dönemin en iyi ustalarının elinden çıkma mesela bir mermer minber veya bir kündekâri kapı yerleştiriyor. Bu sayede bezemeden hoşlanan kimselere de hitap eden odak noktaları kurabiliyor. Yapı içindeki elemanların hiçbiri süs olsun diye, gösteriş olsun diye konulmuş değildi; hepsinin bir işlevi vardı. Bu da modern mimaride bizim çok önem verdiğimiz bir özelliktir. Çünkü işlev, biçimi tayin eder. 19. yüzyılın önemli Amerikalı mimarlarından Louis Sullivan bu kuralı benimsemiştir.

SİNAN’I KORUMAK YERİNE SÖMÜRÜYORUZ
Dilden dile yayılan bir anlatıya göre güneş Edirnekapı’daki Mihrimah Camii’nin arkasından batarken ayın Üsküdar’daki Mihrimah Camii’nin minareleri arasından yükseldiği söylenir. Hatta bu anlatıda Mihrimah Sultan ile Mimar Sinan arasında bir aşk hikâyesi de yer alır. Mimari anlamda böyle bir gerçeklik söz konusu mu?

Bu konuyu ben de inceledim. Bu herhalde doğulu ruhumuzun yakın zamanda bile canlı kaldığının bir göstergesidir. Gerçeklerin yavan, katı, kıt dünyasına karşı gerçeküstünün masal ve efsaneleri bize olayları açıklamak için daha kolay, daha çekici görünüyor. Üzücü olan şudur ki ortada yerçekimin hâkim olduğu, çok gerçek ve somut bir mimarlık olduğu halde Sinan’ı bilimin ışığı içinde açıklamaya çalışmadık. Sinan, bilimin dışına çıksaydı bu yapılar nasıl ayakta durabilirdi? Biz gerçekleri görmek yerine masalları tercih ediyoruz. Ama artık bu çağda Sinan’ı gökten yere indirmek gerekiyor. Sinan hakkında bildiklerimiz, halatla minareyi düzeltmesi, duvarın içine onarım için püf noktalarını bırakması gibi yarı mucizevi olaylardan ibaret. Halbuki daha Sinan eserlerinin doğru bir rölövesi bile elimizde yok. Hatta hâlâ Sinan’ın eserlerini korumak yerine sömürmeyi tercih ediyoruz.

Son zamanlarda yeşeren bu Mihrimah hikâyesi de böyle üretilmiş olmalı. Aslında Sinan, Mihrimah Sultan’a iki değil, üç cami yapıyor. Çünkü Mihrimah Sultan eşi vefat edince onun adına da Rüstem Paşa Camii’ni yaptırmıştır. Sinan ile Mihrimah Sultan arasındaki ilişki bundan ibaret. Mihrimah güneş ve ay demek, o yüzden güneşi ve ayı da katarak bir hikaye uydurmak çok cazip gelmiş olmalı halk için.

BU HİKÂYE MAGAZİN KONUSU
Peki incelemenizin sonucu neydi?

Öncelikle gök kubbenin düzeni olarak dolunay doğarken aynı zaman dilimi içinde güneş batar. Bazen mevsime göre yarım saatlik bir fark olsa da dolunayın çıkması ile güneşin batışı aynı sürededir. Bu kural deniz ufku için geçerlidir. Güneş ve ay denizden doğar ve batarsa bu saatlere denk gelir. Ama bir tepe arkasında batarsa o zaman bu saatler de tepenin yüksekliğine bağlı olarak değişebilir. Sabit bir noktadan baksanız güneş her zaman aynı yerden batmaz, ay da aynı yerden doğmaz. Bakış yerimize göre güneşin ve ayın doğuş ve batış noktaları da değişir, baktığımız yere bağlı. O zaman bu hikâyeyi nasıl gerçeğe oturtacağız? Bu iki cami birbirini görmez, çünkü araya Galata’nın tepesi girer. İki camiyi görecek yer yok mu? Var tabii. Mesela Galata Kulesi’nden ve Kız Kulesi’nden bakarsanız ikisini de görebilirsiniz. Ben Galata Kulesi’ne göre bir hesap yaptım. 2 Ekim ve 30 Kasım tarihlerinde Galata Kulesi’nden bakarsanız güneş Üsküdar’dan doğarken, ay da Edirnekapı’dan batıyor. Bunun tersi de geçerlidir. Bu da ancak camilerin tam olarak arkasından değil, biraz yakınından geçerek gerçekleşiyor. Ama aynı tarihlerde Kız Kulesi’nden bakarsak bu olay gerçekleşmiyor. Yani, bu değişmez bir doğa olayıdır. Herhangi iki yapı ve belirli bir bakış noktası için geçerli olabilir. Buradaki yapılar Sinan’ın yaptığı camiler değil de başka yapılar da olsaydı yine bu olay yılın belirli bir ya da iki tarihinde karşımıza çıkabilirdi. Aslında hikâye tam bir magazin konusu ama ne yazık ki bizim bilimden ne kadar uzak olduğumuzu da ifade ediyor. Boşu boşuna böyle şeylerle uğraşıyoruz.


KORUMA FİKRİ SONRADAN GELDİ
Çok önemli bir fotoğraf arşiviniz var. Elinizdeki arşivi nasıl oluşturduğunuzu, bu alandaki çalışmalarınızı anlatabilir misiniz?

Fotoğrafa merak saldığım sırada bir yandan da mimarlık fakültesi öğrencisiydim. İkisini beraber götürdüm. Fotoğrafı, özellikle yöresel mimariyi belgeleme amaçlı kullandım. Sergilerim ve yayınlarım da aynı şekilde yöresel mimarlık üzerine oldu. Çünkü yöresel mimarlık çok çabuk kaybolan bir kültür varlığımız. Değişim yüzünden, şehirleşme yüzünden, teknolojinin sunduğu kolaylıklara sahip olma arzumuz yüzünden, bu konuda toptancı davranıyoruz. Eski binalarımızı konfor şartlarına uydurmak yerine tümüyle yıkıp yepyeni bir bina yapıyoruz. Çok ilginçtir, Osmanlı da böyle davranmıştır. Diyelim ki klasik üslupta bir caminin minaresi depremde yıkıldı. Bütün taşları orada duruyor. Onları yerine koymaktansa, o dönem eğer Barok dönemse, Barok üslubunda bir minare yapmışlardır. Tabii o dönemde tüm dünyadaki gibi Osmanlı’da da bir koruma fikri yoktu. Bu fikrin bize gelmesi için önce bir tokat yememiz gerekmiştir. Batıda da aslında böyle olmuştur. Onlar da çok şeylerini kaybetmişler sonra pişman olmuşlar ve koruma yönünde kararlar almaya başlamışlardır.


AYASOFYA’YI GEÇEN BİR CAMİ YAPMAYI AKLINA KOYMUŞTU
Mimar Sinan’ın ustalık eseri olan Selimiye’nin neden İstanbul’da değil Edirne’de?

Bu soru Evliya Çelebi zamanından beri sorulur. Muhtemelen cami yapılırken de sorulmuştur. Selimiye’yi biliyorsunuz ki II. Selim yaptırıyor. Kendisinin Edirne’yle şehzadeliğine dayanan önemli bir ilişkisi var. II. Selim’in veziri güçlü bir isim olan Sokollu’dur. Aslında Sokollu da II. Selim’in yanında olup her işe karışmasını istemiyor. Selim de herkesin gözünden uzak Edirne’de yaşamayı tercih ediyor. Edirne’ye bağlılığından olacak oraya bir anı bırakmak istiyor. Ancak bu noktada ortaya bir sorun çıkıyor: Osmanlı töresine göre sultanlar öyle keyfi olarak bir külliye, bir cami yaptıramıyorlar. Bir gaza sonucu elde ettikleri ganimet ile imaret yapabiliyorlar. Mesela, Sultan Ahmet, camisini yaptırırken, bir sefere çıkmamış olduğundan, çok tepki çekmiştir. Selimiye’ye dönersek hem Edirne’de inşaata başlanıyor hem de bu kuralı yerine getirmek için Kıbrıs’a sefere çıkılıyor. Muhtemelen cami İstanbul’da olsa bu durum daha çok göze batardı. Sonuçta Kıbrıs alınıyor, oradan gelen ganimetler de camiye harcanıyor. Burada Sinan’ın da mutlaka bir rolü vardır. Sinan, Ayasofya’yı geçen bir cami yapmayı aklına koymuştu. Muhtemelen bununla ilgili projeleri, çalışmaları hazırdı. Dolayısıyla, bu cami yapımını bir şekilde körüklemiş olabilir. O dönemde yetmiş beş yaşlarındaydı. Belki de böyle bir fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini düşünmüştür. Bir ihtimal Selim’in aklında daha küçük bir cami vardı ve Sinan o fikri daha büyük bir camiye doğru yönlendirdi. Tabii bunlar benim düşüncelerim.

Onarım yerine tahribat yapıyoruz
Restorasyon alanına uzun yıllar emek veren birisi olarak size bu son dönemdeki restorasyon ve koruma çalışmalarını da sormak isterim. Bazen eleştirilen çeşitli restorasyonlar oluyor. Son günlerde ise ayrıca halkın Kuşkonmaz dediği, Şemsipaşa Camii’nin önüne yürüyüş yolu yapılmasını da konuşuyoruz...

Ben otuz küsur yıl Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Restorasyon Anabilim Dalı’nda çalıştım. Fakat bu yetiştirdiğimiz öğrencileri bugün iş başında görememek acı veriyor. Uzman kişileri iş başına getirmek lazım. Yapılan çalışmalar bir koruma-onarım amacından öte bir yeniden yapıma dönüşüyor. Koruma-onarım, yeniden yapım değildir, ihya da değildir. Eski yapının yaşadığı bütün hikâyeyi yapıya baktığımızda görmemiz lazım. Bu bakışta patina dediğimiz bir kavram var, bize zamanın etkisini anlatır. Zamanın tortusu olarak patinayı, ahşap veya taşın üzerinde görürsünüz. Bize yapının başından geçen her şeyi bir anda açıklar. Patinanın ne olduğunu bilmeyen insan bile bakınca anlar ve farkında olmadan “bu yapı eskiymiş” der. Ama onarım yapılan bu binalara baktığımızda, patinayı yok ettiğimizden, acaba dün mü yapıldı, yeni mi yapıldı, diyoruz. Yine eski yapıların onarımında çimento kullanmak, her şeye altın yaldız sürmek gibi hatalı ve kolaycı işlemler görüyoruz. Eski bezemelerin üzerine adeta onu yok edip yeniden bezeme yapmaya çalışıyoruz. Oysa eski dönemin boyası başka, fırçası başka, onu kullanan el başka… Onu bugün yeniden yapmaya imkân yok. Onun için onlara dokunmamak, bozulmadan korumak gerekiyor. Biz buna konservasyon diyoruz, yani bozulmasını önleyip saklamak. Maalesef sıkı bir denetim yapılamıyor. Onarım yerine bence tahribat yapıyoruz. Oysa devlet, liyakat sahibi bu uzmanları yetiştirmek için para harcadı, çok büyük gayretler sarfetti, biz de emeğimizi verdik ama neden yararlanmıyoruz?


AHŞAP EVLER İSLAM DÜŞÜNCESİNE UYGUN YAPILARDIR
Yüz yıl önce geleneksel ahşap mimarisi şehirlerin belki de yüzde 90’ını oluşturuyordu. Bu noktada dönüşüm nasıl başladı? Ahşap neden tercih ediliyordu, kagire geçiş nasıl hızlandı ve bugün betonarmeye nasıl ulaştık?

Bir defa ahşap ormanlık yörelerde kolay bulunan bir malzemedir. İşlemesi de kolaydır, kısa sürede bina yapılmasına elverişlidir. Bir de toplumun hayata bakışına uygundur. Özellikle İslam düşüncesinde, insan hayatı geçicidir, fanidir insan. O yüzden faniye ait bir evin sonsuza kadar kalıcı olması toplum içinde hoş karşılanmaz. Ahşap evin bir başka özelliği de kolay yapılması ve eskiyince kolayla yenilenebilirliğidir. Yapılırken de dönemin ihtiyaçlarına ve modasına göre yenilenmiş oluyor. Toplumsal yapıların, dini yapıların ise kalıcı olması esas olduğu için taştan yapılıyordu. Bir şehre baktığınızda bu kalıcı eserler, taştan yapılar olarak, kubbeleriyle, minareleriyle göze çarpar. Konutlar ise onları saran ahşaptan, kiremit örtülü, az katlı yapılardır. Yangın problemi nedeniyle 16. yüzyıldan sonra zaman zaman ahşap yapıların inşası yasaklanmış veya bazı yönetmelikler çıkarılmıştır. Kagirin yaygınlaşması Batı etkileriyle olmuştur. Ardından sanayileşme arttıkça, işçi ihtiyacı duyuldukça büyük şehre akınlar oluyor. Bu insanların mesken ihtiyacı doğuyor. 1960’larda artık iki üç katlı ahşap evler yerine beş altı katlı apartmanlar yapılıyordu. Aynı araziye bir aile için ev yapmak yerine on beş, yirmi aileyi barındıracak konutlar yapılmaya başlandı. O yüzden bu yapılar önce dört-beş katlı, sonra yedi-sekiz katlı, şimdi ise neredeyse sonsuz yükseklikte karşımıza çıkıyor, yoğunluk artıyor ve pek çok sorunun altında kalıyoruz.


Eski kent işlev sahibi yapılmalı
Şile’deki Ev kitabınızı okurken fark ettiğimiz ayrıntılardan biri de bir evin daha doğrusu bir bölgenin insan yaşamına olan etkisi. Yani barınma kültürü şüphe yok ki insan ilişkileri üzerinde etkili. Ancak bu noktada yeniyi de görmezden gelmek mümkün değil. Peki bu ikili süreç nasıl ilerlemeli?

Gelenekler, aslında bizim kültürümüzü ve kimliğimizi oluşturuyor. Diğer yandan da her şey, ister maddi olsun ister manevi, sürekli bir değişim içinde. Bunu hiçbir şekilde durdurmak mümkün değil. Ancak insan da hafızası olan bir varlık. Geçmişini, hatırlıyor, hatta araştırıyor, tarih bilimi öyle ortaya çıkıyor, arkeolojiyi de buna katabiliriz. O zaman, bizim geçmişimiz olan gelenekler de unutulmamalı diye düşünüyor insan. Bunun için bulunan yol, geçmişi belgelemek, araştırmak ve korumak. Bütün dünya bu amaçla kültür varlıklarını korumaya başladı. Ne yapıyorlar? Eski kentleri kültür, eğlence, yeme-içme işleviyle canlı tutmaya uğraşıyorlar. Çünkü bunlara bir işlev verilmezse, işe yaramazsa, gelir getirmezse kayboluyorlar. Yani bir şekilde kendi kendilerine ayakta durabiliyorlarsa maddi olarak da korunmuş oluyorlar. Yeni kentler ise eski kentlerin biraz uzağında, her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlanıyor. İsteyenler yeni şehirde oturuyor, isteyenler eski şehirde, ya da bir denge kuruyorlar. Böylece hem anılarımız kaybolmuyor hem de değişime ayak uydurmuş oluyoruz.

#Mimar Sinan
#Mimari
#Reha Güney
3 yıl önce