Ben çok şanslıydım. İstediğim herşeyi yapabildim. Dansçı olmak istedim oldum. Oyuncu olmaya karar verdim onu da yaptım. Sadece anne olmadım. Hem çalıştım, evimi idare ettim hem de aileme gerektiğinde destek oldum. Bunların hiç biri birbirlerine mani değil ama tamamen dünyaya bakış açısıyla ilgili.
Ben çok cocuğum olacağını düşünmüştüm ama bu konuda geç kaldım. Bale, tiyatro derken hayatımın yoğunluğundan geç kaldığım için çocuk sahibi olamadım. Ama çok isteseydim olurdu.
Evet bana saygı duyan birisiyle evlendim. Benim seçimim buydu. Ama en azından bunları seçebilme imkanına sahiptim. Herkes benim kadar şanslı değil. Benim ailemde ve çevremde kim olursa olsun aynı benim gibi yaşardı.
Benim ailemde kadın ve erkek ayrımı yoktu. Abilerim ve benim aramda ailemin bana dayattığı hiç bir ayrım görmedim.
Türkiye'de sinema ve tiyatrodan role ve ağırlığına göre paralar kazanılıyor. Genç kadronun içinde deneyimli oyunculara daha fazla ücret verilebilir. Ama bu durumu kadın erkek olarak ayırmıyorum ben.
Erkeklerin hepsini kadınlar yönetiyor. Eğitim eksikliği var. Erkekleri büyüten kadınlar biraz daha aydınlanmış olsa, “oğlumdur ne yapsa yeridir” değil de, birlikte olacağı kadını da düşünecek şekilde eğitse bu durum ortadan kalkar.
Erkek egemenliğinin farkında olan ve itiraz eden kadınlar var. Erkeklerden daha çok erkek gibi davranan kadınlar var. Mesela; Tansu Çiller politikaya girdi de ne oldu? En karanlık dönemlerimizi yaşadık. “Vuran da vurulan da başımın üstünde” gibi açıklamaları da duyduk. Bunun kadın duyarlılığıyla ilgisi yok. Kadınlar güç ve iktidara geldiklerinde erkekten daha beter olabiliyor.
Bence annelik hala önemli. O tamamen kadınla ilgili bir durum. Çalışmayıp evinde oturup çocuğuna bakmayan insanlar da çok. Hep çalışıp hem de çocuğuna yeteri kadar vakit ayırabilen kadınlar var. Bu kadının çocuğa olan sevgisine ve hayata bakışına bağlı.
En önemli sorun özgürlük. Okulunu, eşini, işini hayatını seçme özgürlüğü. Özgürlüğün içine de birçok şey giriyor.
Ben hiç bir feminist gurubun içinde olmadım. Çünkü erkek kadın ayrımı hoşuma gitmiyor. Tabi kendi haklarımı sonuna kadar korurum. Yaşamımda ezilmeye müsade etmem. Ama bu feministlikle ilgili değil.
Her kadının kendi tercihi olarak bir kaç kimliği var. Ama bana kalırsa sadece kadının sorunu değil herkesin bir kimlik sorunu var bu ülkede. Yalnızca anne, eş, çalışan kadın olmakla bitmiyor. Din, ırk gibi başka seçimler de var. Tüm bunların üzerinde insanım ve kadınım şeklinde gören çok az insan var ülkemizde.
Toplumun sorunlarına yakınlık kurmak denilebilir. Çünkü hukukçu olunca ister istemez duyarsız kalamıyorsunuz. Ailemde siyasetçilerin oluşu, toplumun yeni bir siyasi yapılanmaya duyduğu ihtiyaçtan doğan bir istek de diğer faktörler. AK Parti'nin 13 kadın kurucu üyesinden biriyim. Başbakanımızdan gelen teklifi reddedemedim
Tabi ilk siyasete atıldığınızda kadınların sorunlarıyla ilgileniyorsunuz. Kadın bakış açısıyla bazı sorunların daha iyi değerlendirilebileceğini düşünüyorsunuz. Çünkü her ne kadar tarafsız da bakıyoruz deseler sorunlara daha hassas yaklaşırlar.
Belli temel konularda ayrılması mümkün değil. Ancak yasal düzenlemeler yapılırken belli konuların daha önemsenmesi bakımından kadın hassasiyeti öne çıkıyor.
Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Toplumun daha dezavantajlı gruplarına yaklaşımları farklı oluyor. Kadın daha hassas ve duygusal. Erkeklerin göremedikleri bazı konuları daha iyi değerlendiriyorlar. Sorunları tartışmak yerine daha uzlaşmacı yaklaşıyorlar.
Siyaset yapıyorsunuz ama evi de ihmal etmiyorsunuz. Görevleriniz devam ediyor. Siyaset öncesinde de çalışan bir insandım her ikisini bir arada götürmek çok zor. Tabiki fedakarlık gerektiriyor. Erkeklerin kadınlardan ayrıldığı en önemli noktalardan birisi bu. Evdeki sorumlulukla iş sorumluluğunu bir arada götürmek. Bir kaç şapkayı birden taşımak zorunda kalıyorsunuz.
Öyle olmuyor. Bakanlık görevi yönetirken de milletvekilliği görevini yönettiğimde de bu yaptığım bütün görevlerim orada kalıyor. Olması gereken de bu. Evime girdiğim andan itibaren siyasi kişiliğimi, üstlendiğim görevleri bir askıya asıyorum. Ev ihtiyaçları, genel konular, aile konuları gibi olayları birlikte konuşuyoruz. Evin diğer ihtiyaçlarını, yemek temizlik vb. yine üstlenen ben oluyorum.
Çok zor bir iş. Çalışma şartlarını değerlendirdiğimizde, teşkilatla olan ilişkilerinize baktığınız zaman zor. Çünkü kendinizden daha öncelikli yaptığınız şeyler. Şahsi meselelerinizi, özel hayatınızı ikinci plana almanız gerekiyor. Ama biz kadın siyasette olsun diyorsak bu fedakarlıklar da gerekiyor. Siyaset erkeklerin çok sevdiği bir alan. Çalışma şartları da erkeklere göre dizan edilmiş. Kadının fedakarlık yaparak bu alanı kendine açabiliyor.
Ben bakanlık yaptım ama hiç bir zaman eve geldikten sonra ben bakanım psikolojisiyle davranmadım. Bu bizim Türk aile yapımıza ters. Böyle bir tavır içinde olursanız bir taraftan başarılı olayım derken diğer taraftan hayal kırıklıkları yaşayabilirsiniz. Aile terbiyemiz ve toplumun genel yargılarını göz önünde bulundurduğunuzda hırsınız aklınızın önüne geçmiyorsa sorun olmaz.
Bunun örneğini Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili adayı olarak girerken de yaşadım. Bizzat yüzüme söylendiği de oldu. “Erkek bulamadınız mı?” şeklinde tepkilerle karışılaşıyordum. Fakat zaman içinde bunun değiştiğini de gözlemledim. Yedi yıl öncesiyle bugüne baktığım zaman insanların alıştığını, kadın milletvekillerine de inanıp güvendiklerini görüyorum. Sorunlarını artık rahat paylaşıyorlar.
Kadın her yerde kadın aslında. Mecliste de bunu yaşıyoruz. Hepimiz bir araya geldiğimizde güncel konuların haricinde mutlaka kıyafet, ayakkabı, çanta konusu gündeme geliyor. Ama bazı kişiler kendilerini kaptırıp erkeksileşiyorlarsa buna en müsait alan siyaset. Bu tarz arkadaşları geçmişte de gördük bence hiç hoş ve şık olmuyor. Duyguları, hisleri ve nezaketiyle, giyimi kuşamıyla kadın olduğunu unutmadan işini yapması doğru olan. Zaten bol miktarda erkek siyasetçi var. Bu biraz kendinize güven ile ilgili. Neyseniz osunuz..
Başörtüsü, şiddet ve eğitim. Başörtüsü sorunu kadının eğitiminin önündeki engellerin kaldırılmasıyla, şiddet sorunu ise erkeğin eğitilmesiyle çözülecek bir konu. Kadın hakları savunuculuğunun marka değerini satın almış gibi davrananlar, biraz geriye çekilse eğitime, şiddete, işyeri haksızlıklarına gerçek çözümler getirilebilirmiş gibi geliyor.
Kadın olmak tek başına ayırıcı vasıf değil aslında, kimliğin pek çok bileşeni var. Sözgelimi, medya mensubu olmak, Alevi olmak gibi..
İslami camianın örtülü kadına bakışı daha çok çekimser bir saygı sularında. Ama açıkça, taammüden reddiyeler genelde 'öteki mahalle'den geliyor. Örtünün belli semt ve mekanlarda daha çok göze batıyor olduğu, malum. Bir çok yazar ve çizer 'Nişantaşı'na bile geldiler' diye konuşmaya başladıklarına göre, sosyal yasak isteği içinde olduklarından sözedebiliriz. E bu konuda Anayasa Mahkemesi kararı çıkartamayacaklarına göre alışacaklar zamanla.
Ben başörtüsü konusunda kanımın son damlasına kadar yazmak isteyen bir yazarım, ama bu konuda bir oto kontrol geliştirdiğimi de söylemeliyim.
Çünkü zaten örtülüsünüz, bu konuda yazmanız demek çifte kavrulmuş yafta demek. Bir de başörtüsü konusu o kadar çok harcandı ki, en orijinal cümle bile ortak bir bıkkınlığın dalgakıranına çarpıyor. Hiçbirşey hedefi 12'den vurmuyor. Başörtülü, başörtüsü yazdığında söz değersizleşiyor.
Ne yazık ki… Kadın konularında da böyle. Çünkü ataerkil bakış açısında bıyık altı gülümsemelere neden olmuştur kadınların yazdığı kadın yazıları. Şöyle bir kontrast da söz konusu. Erkeklere has gibi gözüken alanlarda kadının, sözgelimi 'ekonomi' alanında yazması, o yazıyı daha okunur kılabiliyor.
Hayır. Elbette ilginizin ve bilginizin bulunduğu alanlarda daha rahat kalem oynatabilirsiniz. Bu başka. Ama başörtülü kadınların sorunlarını aynı zamanda bizzat deneyimlediğiniz için, kalbi bir insicam da ekleniyor bilgiye.
Başörtüsü yüzde bir milyon kadın problemi. Ama, öyle bir çatışmanın ortasına düştü ki, kadının başörtülü olduğu için uğradığı ayrımcılıklara, ne bir yasayla son verilebildi, ne de toplumsal ilgi gösterilebildi. Başörtüsü bu ülkede, neredeyse konsensusla dışlanmış tek kadın kimliği. “Sorun” olarak ad alma konusunda bile bir “meşruiyet” zemini bulamadı. Hükmen mağlup oldu. Bu nedenle Türkiye'nin nitelik ve nicelik olarak en büyük kadın sorunu, hala çözüm bekliyor.
Bir kadın işyerinde eşit işe düşük ücret alıyorsa, bu haksızlığın taraftarı, holiganı olmayız. Ama sözkonusu olan başörtüsüyse karşısına Cumhuriyet değerleri dikilir, yuhalama orkestrası sazı eline alır. Bi dakka diyecek olanlar de hemen yaftalanır.
Özel olarak bana yapılmış bir haksızlık olmadı. Bir de şu var; eşit işe düşük ücret uygulaması daha çok, küçük işyerlerinde, imalathanelerde vasıfsız elemanlara reva görülen bir uygulama. Eğitim almış, üniversite bitirmiş ve dil bilen kadınlar büyük işyerlerinde haklarını ama öyle, ama böyle alabiliyor gibi görünüyor. Ama hiçbir sorunu yok değil. Büyük yerlerde de kadın, kariyer basamaklarını erkek kadar hızlı çıkamıyor.
Kendine feminist diyen bazı kadınların 80 yıllık Cumhuriyet rejiminin vaz'ettiği kadın prototipi dışındaki hiçbir kadın kimliğini muteber bulmama noktasında erkeklerle elele verdiğini görüyorum. Bu kadınlar da feminist, laik, batılı görüntüde ama bana sorarsanız gayet ataerkiller. Bu kadın tipi başörtüsünü kadın sorunu saymayarak, kadın sorununu manipüle de ediyorlar.
Eğitim ve ekonomik bağımsızlık arasında düzçizgisel bir ilinti olduğu açık. Hatta eğitim, ekonomik bağımsızlığın önşartı gibi bir şey. Sorunun ilk kaynağı yani, kız çocuklarının eğitim alamaması. Kaç çocuğu olduğunu söylerken totalden kızları düşüp öyle rakam veren babalar ülkesi Türkiye'de hala kız çocuğunun okumasını şart görmeyen aileler çok.
Asıl sorun “kendine din süsü vermiş geleneksel algı”yı taşıyan feodal zihniyette. Adam “kızı okutup da ne olacak, başımıza müddeim kesilecek” diyor. İkna etmek için çabaladığınızda ise karşınıza, okuyan kızın 'namus'unu kaybedeceğine, modern şehir hayatının albenisine kapılıp ailede verileni terkedeceğine yönelik gayet sahih ve ciddi korkular çıkıyor. O aileyi bunun olmayacağına ikna etmenin tek yolu, o kızın kendisi gibi kalarak, aile kimliğine halel getirmeden okuyabileceğine dair bir teminat. Aile tarafından bu teminatın görünürlüğü de çocuğunu başörtülü okutabilmek üzerinden sınanıyor.
Ne yazık ki. Kadın bu iki duvar arasında pinpon topuna dönüşüyor. Kimliği, eğitimine ve ekonomik bağımsızlığına malolan kadın, -başka ne olacak- 14 yaşında evleniyor. Sonra da Cumhuriyet sevdalıları, “14 yaşında kız evlendirilir mi?” diye çığlığı basıyor. Kimse de çıkıp “Pardon ama ne bekliyordunuz, hayatta kurup kurabilecekleri tek hülya iyi bir koca olan kızların hüsranında sizin de bir parça payınız yok mu?” demiyor. Bu sarmal yıllardır sürüyor.
70'lerde Amerika'da çıkan ve feminizmin radikal kolu olan 'Lavanta' isimli hareket uçlarda gezinen ve abartılmış erkek düşmanlığına dönüşmüş bir akımdı. Bu akım kısmen kadının aile içindeki rolünü etkiledi. Kadın iddia sahibi artık, kocasıyla yarışıyor. Ama anneliği reddetme noktasına varmadı bu etkilenme. Annelik kurtarılmış bölge.
Evet. Çünkü kadınlığın annelik cüzünün çocuğa duyulan koşulsuz sevgiyle donatılmış uhrevi bir yanı var. Kargaya yavrusu şahin görünüyor, eserini kusurdan kabahatten münezzeh addediyor, bunu öğrenerek değil, içgüdüyle yapıyor. Kadın bireyselliğini çocuğa tercih eden radikal feminizm, anne-çocuk bağını koparmada hiçbir zaman başarılı olamadı.