|

TANPINAR AİLE BİREYLERİ ARASINDA Biyografisine eklenen yeni bilgiler

“Çocukluk hayatımın büyük bir kısmı Anadolu şehirlerinde geçti. Fakat evcek İstanbulluyduk. Ve İstanbul’un muayyen bir orta sınıf memur hayatını yaşıyorduk. İstanbul, dışarıya memuriyetlerde bile beraberimizde götürdüğümüz kabuğumuz gibi bir şeydi.”

04:00 - 15/10/2021 Cuma
Güncelleme: 20:51 - 14/10/2021 Perşembe
Yeni Şafak
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar
ÂLİM KAHRAMAN

Tanpınar’ın, kendisiyle ilgili “mahrem” sayılabilecek alanlarda bile kalem oynattığını yayımlanan mektup (1976) ve günlüklerinden (2007) biliyoruz. Buna rağmen ailesi, aile geçmişi söz konusu olduğunda kalemi yürümez onun. Yazdıkları arasında, bazı bilgi kırıntıları hariç, bir şey bulmak mümkün olmaz. Işık düşürdüğü alanlar içinde hemen hemen yok gibidir onlar.

Babası Hüseyin Fikri Efendi’nin kadı olduğunu biliyoruz. Onun memuriyetleri dolayısıyla, o zamanki Osmanlı topraklarının farklı köşelerini ailecek dolaşmışlardır. Oralardan bazı izlenimler bir iki anı yazısında ve Beş Şehir’in bazı sayfalarında yer alır. Araya sıkışmış bir iki cümleyle, babanın kuşlara merhameti, on beş yaşındayken bir keresinde kendisini tokatladığı bize kadar ulaşır. Ailenin 1908’deki memur “tensikât”ında çektiği sıkıntı, iki tayin arasında İstanbul’a gelişleri ve yeni bir tayinle yeniden yollara düşmeleri de bu kabil bilgilerdendir. Fakat ne baba ne de annenin bir portresini gözümüzde canlandıracak, onları iç dünyalarıyla, kendisine karşı tutumlarıyla anlamamızı sağlayacak başka ipuçları buluruz.

DEVE SIRTINDA MASALDAN YOLCULUK

Bir iki yerde anneannenin yüzü bir ucundan canlanır. Siirt’teki memuriyet dönüşü, bir deve kervanıyla Erzurum’a doğru gelirlerken -bu yolculuk on bir gün sürer- bu yaşlı kadın, o sıralar on iki yaşında olan torunu Ahmet Hamdi’yi sık sık, iki kişinin karşılıklı oturabileceği deve üstündeki mahfesine alır. Ona yol boyunca masallar anlatır, Yunus’tan Aşık Kerem’den dizeler okur. Gece konaklamalarında yıldız adları öğretmeye çalışır. O, “bütün akarsulara, dağlara canlı, ebedî varlıklar gibi” bakan bir anlayışın sahibidir. Bu melankolik yaratılışlı kadının bir tarafıyla Tanpınar’da devam ettiği söylenebilir.

Anne Nesime Bahriye Hanım, ailenin Kerkük’ten Antalya’ya dönüş yolculuğunda tifüse yakalanır ve Musul’da ölür (oraya defnedilir). Henüz kırk yaşındadır: Yıl 1916! Ahmet Hamdi on beş, -Orhan Okay’ın yayınladığı nüfus kayıtlarına göre- Baba Hüseyin Fikri Efendi ise altmış dört yaşındadır bu sırada. Bu her bakımdan sarsıcı olan ölüm -biraz da Ahmet Haşim etkisiyle olsa gerek- Tanpınar’ın gençlik döneminde yazdığı bir şiirinin konusu olur. Fakat öylece orada kalır. Anneannenin ne zaman öldüğünü bilmiyoruz. Ancak Tanpınar’dan sekiz-dokuz yaş kadar büyük olan abla Nigar’ın -o sırada yirmi üç yaşında olmalı- bu tarihten sonra ailede “anne”liği üstlenmek durumunda kaldığı rahatlıkla söylenebilir. (Ne ondan ne de o sırada sekiz yaşında olması gereken kardeşi Kenan’dan söz ediyor Tanpınar.)

TANPINAR’IN ABLASI VE ENİŞTESİ

Yazdıklarında hemen hemen yok gibi olan anneyi düşünerek, Tanpınar’ın, ablası Nigar Hanımı, az da olsa kaleme getirdiğini söyleyebiliriz. O, babanın Erdek’te görevli olduğu yıllarda (1898-1901) bebek Ahmet Hamdi’nin beşiğini sallamıştır. Tanpınar birçok masalı ablasından dinlemiştir (sonradan bir ara Tanpınar’ın bunları aile içinde not ettirdiğini biliyoruz; fakat bugün elde değildir bu kayıtlar). Yazar, ablasından “Ablam bir biçare” diye söz edecektir daha sonra: “Sadece babasının kızı, sade, temiz, fedâkâr, her şeye razı. Razı ve tahammülsüz. Gülmemiş, gülmeyen insan, kendine ait hiçbir saadet ve tatmin payı yok (Tanpınar’ın ölümünden sonraki bir tarihte, kendisini görmüş olan Mehmet Kaplan da benzer cümlelerle anlatır onu: “Ablası, küçük, çökmüş, gözleri bir santim kalınlığında camlar arkasından uzak rüyalar gibi bakıyor.”) “Gülmemiş ve gülmeyen”.. Kırklı yaşlarına kadar bekar kalan Nigar Hanım, babanın ölümünün ardından 1935 yılı içinde evlenir. 1894 Beykoz doğumlu bir polis olan Halil İbrahim Tümer’le.. Halil İbrahim Bey’in ilk karısından, hastalıklı (“depresif”) ve evli bir kızı var: Mualla! Mualla ve kocası Mesut da onlarla beraber aynı evde yaşamakta (İş hayatında pek dikiş tutturamayan biri olmalı Mesut. Tanpınar’ın bazı mektuplarında Mesut’a iş aradıklarını okuruz).

Turan Aptekin’in Tanpınarların evine gelip gitmeye başladığı yıllarda enişte Halil İbrahim Bey, polislikten emeklidir ve iki bacağı bir ameliyatla kesimiştir. O sırada üniversitede hoca olan şair, parasının bir kısmını onun ilaçlarına harcamak durumundadır. Günlükler’in bir yerinde (3 Aralık 1958) şöyle yazıyor: “Aksaray’da bir ev var. O evde üç kişi var. Benden para bekliyorlar. Eniştem babamı rüyasında görüyor, ne tuhaf. Nasıl bu insanları bırakabilirim. Allah’ım sen bana yardım et.” 1960 yılında, bir Erdek seyahati öncesinde ablası şöyle der Tanpınar’a: “Taşa toprağa selam söyle!” (Artık hayatta olmayan anneanneye has bir tutum değil midir bu?). Bu selam, ablanın sekiz-dokuz yaşlarına gönderdiği bir selamdır. Onun hayat görüşüne de bir ışık düşürmektedir. O seyahatinde, Erdek’te hep ablasını düşünür şair.

“NURULLAH BABAM ÖLDÜ”

Tanpınar, Yahya Kemal kitabında, bu şairin, kendisi gibi çocuk yaşta kaybettiği annesinden söz ederken, Yahya Kemal şiirindeki “anne ölümünün hazırladığı [teessürî] zemin”e değinir. Aynı duygusal zemin, Tanpınar’ın kendi şiir ve sanatında yok gibi. Buna rağmen baba, baba-oğul arasındaki çatışma şeklinde, bazı romanlarında izlenebilir. Halbuki tokat olayı dışında, kendi hayatından, bu çatışma zeminini besleyecek bir örnek de vermemiştir o bize. Yazarın, 1935’te babasını kaybettiğindeki haline ışık düşüren satırları, arkadaşı Nurullah Ataç’ın kızı Meral Tolluoğlu’nun yıllar sonra yazdığı hatıralarında buluyoruz. Bir gece, o sıralar Nurullah Ataç’ın Fatih’teki evine gelen Tanpınar, “Nurullah babam öldü!” diyerek, içeri bile girmeden, kapanın önüne oturarak ağlamıştır.

Son zamanlarda, Tanpınar’ın dağınık evrakı içinden bulunup çıkarılarak yayımlanan bazı satırlar (bk.: İbrahim Şahin, “Tanpınar Biyografisine ve Poetikasına Katkı”, Türük, sayı:8, 2020, s. 15-50) bizi, şairin ailesi hakkında yeni bilgilere ulaştırdı. Mesela Tanpınar’ın masal kaynaklarına anneanne ve ablasından sonra üçüncü bir isim ekleniyor: “Çocukken çok masal dinlerdim. Ebu Ali Sina hikâyeleri, Tûtinâme, eski bir bin gece tercümesi ailenin müşterek kütüphanesiydi. Fakat ben daha ziyade Kamer Hanım isminde bir tanıdık hanımın anlattığı masalları dinlemesini severdim. Bu kadın evvela bir sokak aşırımızda otururdu, sonra yanıbaşımızda. Birinci Dünya Harbi sırasında izini kaybettik.”

Yazar, Ergani Madeni’nindeki günlerine -henüz üç buçuk yaşındadır- Antalya Mektubu dışında, yeni bir ekleme yapıyor: “Karlı ve çukur bir meydana bakan bir odada sedirin üzerinde” kendi kendine masallar uydurduğunu da hatırlıyor. Ailenin Sinop’ta bulunduğu 1908 yılında ise geceleri, Hüseyin Rahmi’nin Kuyruklu Yıldız Altında [Bir] İzdivaç romanını birisinin okuyup evcek dinledikleri de yeni bizim için. Şu satırları da dikkatimi çekti Tanpınar’ın: “Çocukluk hayatımın büyük bir kısmı Anadolu şehirlerinde geçti. Fakat evcek İstanbulluyduk. Ve İstanbul’un muayyen bir orta sınıf memur hayatını yaşıyorduk. İstanbul, dışarıya memuriyetlerde bile beraberimizde götürdüğümüz kabuğumuz gibi bir şeydi. Şehzadebaşı’nda başlayan Galata köprüsünde biten bir İstanbul’du. Oradan ölülerimizle ebediyete dalarak yakın bir kaç akraba ile şehrin bazı semtlerine atlardı. Ve asıl çekirdeği evimiz, bu evin bulunduğu sokak ve mahallenin kendisiydi. Ben bu evin çocuğuydum. Ailemiz o kadar muayyen bir sınıfın içinde idi ki onun ufkunu geçen her şey yaşım ilerledikçe benim için üst üste keşifler oldu. Bu mütevazı İstanbul, sonra sonra anladım ki en ücra Anadolu’ya bile benzemiyordu. Ayrı telleri vardı.”

Bu notlarda benim için asıl şaşırtıcı olan ise aile kökleri ve babasıyla durumunu aydınlatan bazı satırlardır. Aslen Batumlu olan baba tarafı için ilk defa konuşuyor Tanpınar ve “Ben baba tarafından iki göbeklik köylüyüm” diyor. Şehirli bir yazı evreni bulunan, bir bakıma İstanbul’un en güzel romanını yazan Tanpınar için, çok ileri sözler bunla. Çok geç evlendiğini ve eşiyle arasında yirmi dört yaş bulunduğunu bildiğimiz babasını, yazarın, “dede” gibi algıladığını biliyorduk. Fakat buna şunu da ekliyor: “Belki babamın yaşlılığından gelen bir ölüm korkusu bütün çocukluğuma hakimdi.” Yaşlı babanın belirtmek gereği duyduğu “koyu dindarlığı, hiddetleri” de üzerinde durulması gereken şeyler. Böylece tokat olayının lokal bir durum olmadığı, babanın hiddetlerinin, çocukluğunda, sözü edilecek kadar belirleyici olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Aynı cümlede Tanpınar biyografisine yeni bilgiler ekleyen başka unsurlar da var: “Babamın yaşlı olması koyu dindarlığı, hiddetleri, ölümden sık sık bahsetmesi, iki küçük kardeşimin ölümünü görmem, bir yığın tesadüf çocukluğuma ölüm fikrini adeta yapıştırmıştı.” Tanpınar’ı abla Nigar ve Kenan’la beraber üç kardeş olarak biliyorduk, Kenan’dan başka, kendisinden küçük, ölen iki kardeşinin daha bulunduğu da ortaya çıkmış oluyor bu cümleyle. Onun çocukluk korkularına kapı açan ölüm duygusu da ayrıca anılmayı hakediyor.

Bakalım, yerli yerine konulduğunda, her satırın/satırının, hatta kelimesinin bir anlamı tamamladığı Tanpınar’la ilgili başka hangi metinler var sırada ortaya çıkmayı bekleyen.

#Ahmet Hamdi Tanpınar
#Hüseyin Fikri Efendi
#Anadolu
2 yıl önce