|

Trump ve Kudüs tarihî bir analiz

ABD Başkanı Donald Trump, Arthur Balfour’un bir yüzyıl önce yaptığından pek de farklı olmayarak, bölgenin gerçeğinin karmaşık geçmişi ve bugününe dair çok fazla bir bilgi sahibi olmadan tek taraflı bir anlayışı empoze ediyor. Bunun bedelini ödeyeceklerse İsrailliler ve Filistinliler olacak.

Yeni Şafak ve
04:00 - 23/12/2017 Saturday
Güncelleme: 03:23 - 23/12/2017 Saturday
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
LORENZO KAMEL - BOLOGNA UNİVERSİTESİ

ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü resmi bir şekilde İsrail’in başkenti olarak tanımanın zamanı geldiğini söyledi. Karar, David Ben- Gurion tarafından 14 Mayıs 1948’de tek taraflı ilan edilen İsrail Devleti’nin Kuruluşu Deklarasyonu’ndan 70 yıl sonra geldi. O zamanlarda, yeni devlet için sınırlar belirlenmemişti. Bu yüzden de, İsrail’in Birleşmiş Milletler’e (BM) üyeliği kısa süre sonra bir stratejik öncelik haline gelmişti. Şu bir gerçek ki, BM’ye üye olmak o zaman da, yaygın ya da evrensel tanınırlık kazanmak için “en güvenli ve hızlı yoldu”, halen de öyle.

Ancak İsrail’in BM’ye ilk üyelik başvurusu 17 Aralık 1948’de BM Güvenlik Konseyi tarafından reddedildi. İkinci başvuru 24 Şubat 1949’da yapıldı. Dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın BM Genel Kurulu’nda güvence verdiği “müzakereler”, “Kudüs’ün uluslararası onay ile tanımlanacak olan hukuki statüsünü etkilemeyecekti.”

Bu bağlayıcı garantiler -İsrail’in BM’ye üyeliğinin temelini oluşturan- 1947- 48 savaşından bir yıl sonra yapıldı (Uri Avnery’nin “reddiyecilik” üzerine “kutsal mantralar”ına bakınız): devamındaki yetmiş yılda yaşanan hiçbir tarihi olay bu garantileri silmek için yasal kapasiteye sahip değildi. İsrail, 1980 yılında Kudüs’ü “tam ve birleşik” olarak “İsrail’in başkenti” ilan eden anayasayı kabul ettiğinde, BM Güvenlik Konseyi, “Kutsal Kudüs şehrinin coğrafi, demografik ve tarihi karakterini ve statüsünü değiştirmeye yönelik önlemlerin geçersiz ve hükümsüz” olduğunu belirten 476 sayılı Karar’ı kabul etti.

Bu karar, 35 yıl önce alınan yasal ilkelerle uyumluydu. Hatta, Haziran 1945’te San Francisco Konferansı, BM Kontratı’nın 80’inci maddesinde, Filistin için önceden var olan manda altındaki mevcut hakları değiştirebilecek vesayet anlaşmalarını sonuçlandırmak için örgütün gerekli güce sahip olduğunu taahhüt etti. BM Genel Kurulu, Bölme Planı’nda ( Madde 181, 29 Kasım 1947), Kudüs’te uluslararası bir vesayet rejimi kurma isteğini açıkladı.


TARİHİN İLGİSİ

Bu hususlara rağmen, yalnızca hukuki yönler, Kudüs’teki herhangi bir tek taraflı adımın, neden başka bir kutuplaşmayı ateşleyemediğini pek de açıklayamaz: Aslında, Trump’ın tek taraflı kararlarının ya da girişimlerinin neden başarısızlığa mahkum olduğuna dair ana sebepleri gösteren şey, tarih.

Giderek artan mutlakiyetçi iddialara rağmen, 5 bin yıl önce Fenikeliler tarafından bulunan “Uru-Şalem” (Şalem -Fenikelilerin taptığı tanrı- tarafından kurulan şehir), tarihinde tek bir kişiye ait değildi. Bu, Kudüs’ün doğasına uygun olarak neden uluslararası ya da en azından iki taraflı olarak paylaşılması gerektiğinin bir başka sebebidir.

Üç semavi dinden çok önce, Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu yer olan Haram’ül Şerif, Finikelilerin ibadet yeri olarak hizmet veriyordu. Şuna da dikkat etmek gerekiyor ki; Kudüs, İncil’deki kullanımlarda çoğu kez, ilk sakinlerinin mevcut şehrin orijinal kalesini inşa ettikleri yüksek bölge olan “Zion” adıyla anılır. “Siyon”, Fenike kökenine dayanan, “tepe” ya da “yüksek bölge” şeklinde çevrilebilecek bir terim.

Geçtiğimiz yüzyılın başında, şehrin sakinlerinin yaklaşık yüzde 80’i karışık muhitlerde ve mahallelerde yaşıyordu. Yaacov Yehousha’nın “Yaldut be- Yerushalayim ha-yashena” adlı hatıratında, yazar, “Yahudilerin ve Müslümanların ortak yerleşkeleri vardı. Bir aile gibiydik […] Çocuklarımız onların (Müslümanların) çocuklarıyla bahçede oynardı ve mahalledeki çocuklar bize zarar verirse, yerleşkemizdeki Müslüman çocuklar bizi korurdu. Onlar bizim müttefikimizdi” ifadelerini kullanıyor.

Bütün bunlar, dinler arası ve/veya bölgesel çatışmaların tarihi olarak bilinmediği anlamına gelmiyor. Orta Çağ kadar erken dönemlerde dahi belgelenmiş çatışmalar bulunuyor. Ancak bu çatışmaların doğası ve kapsamı günümüzdekilerle güçlükle karşılaştırılabilir. Daha önemlisi, bu çatışmalar Kudüs’ün (ve daha geniş bölgenin) geçmişinin çoğunun asıl tarihini yansıtmıyor.

Yargı kayıtlarından başka hiçbir yerde, yerel toplulukların, Osmanlı ortamının yapıcı unsuru olarak hangi boyutlarda kendilerinin farkına vardıklarını değerlendirmek mümkün değildir. Osmanlı döneminde Kudüs’ün dini Şeriat (İslam hukuku) mahkemesi arşivlerinde saklanan dökümanlar üzerine çalışmaya yıllarını harcayan Amerikan tarihçi Amnon Cohen, 1530’dan 1601 yılına kadar belgelenmiş 1000 Yahudi dosyası bulmuş.

Yahudiler, kendi haham mahkemelerindense İslami Şeriat mahkemelerini kullanmayı tercih etmiş: Cohen kitabında, “Sultan’ın Yahudi vatandaşlarının, durumlarından şikayet etmek ya da diğerlerinin yaşam koşullarını kıskanmak için bir sebepleri yoktu. Osmanlı Kudüs’ünde yaşayan Yahudiler, İslam devleti içinde dini ve idari özerkliklerini ve yerel ekonomi ve işleyişine yardımcı olabildikleri ve aslında oldukları toplumun yapıcı, dinamik bir parçası olarak rahatça yaşadılar.” ifadelerini kullanıyor.

DIŞARIDAN ANLAŞILANLAR: BİR ŞABLON

1917 Deklarasyonu’na adını veren Arthur Balfour, Filistin’i hayatında ilk defa 1925 yılında ziyaret etti. Bu ziyaretinde, Chaim Weizmann ve eşi Vera’nın eşlik ettiği Balfour, Kudüs’te İbrani Üniversitesi’nin açılmasına başkanlık etti.

Balfour’un bölge gerçekleri hakkındaki fazlasıyla kısıtlı bilgisine rağmen, yaptığı eylemler, “yaşlı geleneklerde, şu anki ihtiyaçlarda, şu anki antik topraklarda yaşayan 700 bin Arabın istekleri ve önyargılarından çok daha derin bir öneme sahip olan geleceğe dair umutlarında” yer etmiş fikirleri kucakladığına dair kaya gibi sağlam bir inanca dayanıyordu.

Her gözlemci ve tarihçi, bu açılar ve Balfour’un yaklaşımı üzerine farklı bir fikre sahip olabilir. Oscar Wilde der ki, “Gerçek, nadiren saftır ve asla basit değildir”. Ancak konu, aynen duruyor: ABD Başkanı Donald Trump, Arthur Balfour’un bir yüzyıl önce yaptığından pek de farklı olmayarak, bölgenin gerçeğinin karmaşık geçmişi ve bugününe dair çok fazla bir bilgi sahibi olmadan tek taraflı bir anlayışı empoze ediyor. Bunun bedelini ödeyeceklerse İsrailliler ve Filistinliler olacak.

* Bu yazı 06.12.2017 tarihinde Al Jazeera İngilizce internet sitesinde yayınlanmıştır.
* Tercüme: Fatma Nur Aktaş
#Kudüs
#Filistin
#ABD
#İsrail
6 years ago
default-profile-img