|

Tuhaf öncü romanların sırları

Türk ve dünya edebiyatında büyük kitleleri etkileyen romanlar aynı zamanda alanında yeniliğin de kapısını açmıştır. Dönemin edebiyat anlayışının dışına çıkan eserler ortaya koyan yazarların kaleme aldığı romanların sıra dışı dünyasına bir yolculuk.

Necip Tosun
01:00 - 15/10/2022 Cumartesi
Güncelleme: 00:00 - 15/10/2022 Cumartesi
Yeni Şafak
​Tuhaf öncü romanların sırları.
​Tuhaf öncü romanların sırları.

Harold Bloom, “Eserler kanona var oldukları düzene uyum sağladıkları için değil tuhaflıkları yüzünden girerler” demişti. Roman tarihine baktığımızda gerçekten de kanon içinde anılan, kalıcı, iz bırakıcı ve tartışılan romanların “tuhaf” romanlar olduğunu görürüz: Don Kişot, Tristram Shandy, Ulysses, Döşeğimde Ölürken, A.B.D Üçlemesi, Pedro Páramo, Dalgalar, Silgiler, Molloy, Seksek, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Kapanda Üç Kaplan, Tutunamayanlar… Bu tuhaf romanlar edebiyat tarihinde yer etmiş, üzerinde bitmez tükenmez tartışmalar hâlâ sürmektedir.

Kuşkusuz “tuhaf romanlar” sözüyle kastedilen, biraz da yerleşik kurallara başkaldırı, muhalif tutum ve yeni bir edebî tavırdır. Bu eserler ağırlıklı olarak geçmişe, birikime, biçimlere, yerleşik anlayışlara başkaldıran yenilikçi bir çıkıştır. Devrimci, ilerici bir sanat anlayışını temsil ederler. Ret ve başkaldırı etrafında kurgulanırlar. Bunların ortak özellikleri, geleneksel sanat anlayışına karşı çıkmaları ve sanatı yeniden tanımlama arzularıdır.

Bu eserler türün dar, belirlenmiş sınırları içerisindeki tekniklere yeni bir yorumla kendi mühürlerini vururlar. Bu tuhaf, öncü anlatıların, arayışların öncelikle klişelere, tekrarlara, ezberlere ve kalıplara yazınsal bir itiraz olduğu söylenebilir. Eklemlenmekten çok bir kopuş, arayış ve milat anlayışı baskındır. Bir kırılma ânıdır. Anlama sırt dönüş, başka bir deyişle anlamı yeni bir biçimde ortaya koyuş, bir buluştur. Bu tutumların “yaratma cesareti”yle deneye dönüşmesidir. Cesarettir çünkü yerleşik anlayışlara, beğenilere başkaldırılmıştır. Risktir çünkü geçmiş örneklerine bakıldığında başarısızlık oranı, başarıya nispeten daha yüksektir.

Yazar bir edebî tür içerisinde, değişik, farklı, onun kurallarının dışında hareket eder. Bu sınırları zorlar, değiştirir, kendi kurallarını kendi koyar. Bu nedenle yazar hangi türde yazarsa yazsın, yazar için yazma ânında türün kuralları birincil önem arz etmez. Çünkü türün imkânlarından hız alarak bir anlam yaratma peşinde değildir. Çoğunlukla yazınsal türden koparlar. Bir yaratıcı “buluş” oldukları için de ancak bilgi birikimi, dikkat ve buluşla kapısını okura aralar. Geleneksel tür bilgileriyle metne yaklaşan okur, hayal kırıklığına uğrar.

Dünya edebiyatında bu tuhaf öncü romanlardan biri Miguel de Cervantes’in Don Kişot’udur. Bu roman kadar üzerinde konuşulmuş, tartışılmış, kitaplar yazılmış başka bir eser yoktur. Eserde, kimi Katolik kimi Protestan kimi Yahudi kimi hümanist inancından işaretler bulur. Romantikler, gerçekçiler, varoluşçular, Marksistler, materyalistler kendi bakış açısından romanı yorumlar, belki de Cervantes’in aklından bile geçirmediği aşırı-yorumlar çıkarılır. Devrimci özellikleri saya saya bitirilemez, feodalizmden kapitalizme geçiş dönemini yansıttığı belirtilir. Roman hakkında Karl Marx bile söz alır. Modernistlerin öve öve bitiremediği romanı postmodernistler de baş tacı yapar. Cervantes bütün bunları tahmin edemese bile yaptığı işin bir “ilk adım” olduğunu, ömrü uzun olacak bir türün “ilk örneğini” verdiğini biliyor olmalıdır.

Kahraman olmak için evinden çıkan Don Kişot, yaşamın sahiplerinin değiştiği, iyi ile kötünün ayrımının muğlaklaştığı, sadece bilimin ve düşüncenin tanımladığı yeni bir dünyaya adım atar. İçine düştüğü yeni dünyada, modernite dünyasının ışıkları altında kendini yeryüzüne kovulmuş bir Âdem gibi hisseder. Işıklardan gözleri kamaşır, hiçbir düşüncesinin karşılığını yeni dünyada bulamaz. Eski dünyanın her şeyi kaybolmuştur. Kelimeleri bile. Kendini, kelimeleri, dünyayı yeniden inşa etmek zorundadır. Modernitenin bu ilk çocuğu kahraman olmak için çıktığı yolculukta, tersine çevrilmiş dünyada yolunu, aklını kaybeder, sonunda yenik bir hâlde evine gönderilir. Cervantes roman sanatının geleceğini sezmiş, akacağı yönü fark etmiş, bütün bunlardan habersiz çağdaşlarına yeni türün imkânlarını romanda bir bir örneklemiştir. Bu tuhaf öncü roman bugün de etkisini her alanda hissettirmektedir.

TRISTRAM SHANDY BEYEFENDİ’NİN HAYATI VE GÖRÜŞLERİ

Laurence Sterne’nin Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri roman türüne yepyeni bir yorum getiren yenilikçi, çığır açıcı, deneysel bir çalışmadır. Sterne, geleneksel olay örgüsünü, hikâyeleme anlayışını, kurmacanın o güne değin bildik kurallarını bir kenara iterek, çağrışıma yaslı, hafızanın gelgitlerinin gerçeklerine uyup her şeyin hayatta olduğu gibi yansıtılmasını benimseyerek kaleme aldığı romanı kendinden sonra gelen pek çok yazarı etkilemiştir. Modernistler de postmodernistler de ondan çok şey öğrenmiş, özellikle “bilinç akışı” tekniğinin de erken dönem habercilerinden biri olmuştur. Roman diğer yandan ilk anti-roman özelliği taşır.

Roman öncelikle bir karakter yaratıp, başı sonu olan olaylar zincirini dışarıda bırakır. Klasik romanların bilinen büyük bir hikâyeye yaslanma, olay örgüsüyle ilerleme, belli bir sonuca ulaşma gibi temel özelliklerinin hiçbiri bu romanda yoktur. Bilinçli bir özgünlük, deneysel bir arayış olarak roman biçimlendirilir. Sterne’nin temel ilkesi; bilinen roman kalıplarını tartışmaya açmak, böyle de roman yazılabileceğini ispatlamaktır. Bu yüzden de roman eleştirmenlerce “tuhaf”, “acayip”, “saçma” bulunmuştur. Yazarın amacı da budur zaten. Yerleşik, egemen edebiyat anlayışını reddetme, o kurallarla kendini sınırlamama… Roman yazmanın kurallarının olmayacağı belirtilerek eleştirmenlerin geliştirdiği genel doğrular boşluğa düşürülür. Kitap kurallara, ilkelere isyan gibidir.

WOOLF VE DALGALAR

Virginia Woolf’un Dalgalar’ı hem Woolf’un başyapıtı hem de bilinç akışı romanının en önemli örneğidir. Romanda zaman ve mekân dışlanmış, olay örgüsüne bağlı kalınmadan, klasik roman algısının tümüyle dışında neredeyse deneysel bir eser ortaya konmuştur. 1931’de yayınlanan roman tam anlamıyla romanda bir devrim gerçekleştirmiştir. Tüm devrimler gibi nefretleri de aşırı beğenileri de bünyesinde toplamıştır. Roman Woolf’un en zor anlaşılan, anlamın en derinlere gömüldüğü eseridir.

Dalgalar, klasik anlatımlardaki gibi bir “olay” etrafında kurgulanmaz. Entrika, heyecan verici olaylar ve bir kişi etrafında dönen maceralar yoktur. Kurgu, biçimsel yapı ve estetik tavır, olayların önüne geçer. Kuşkusuz bilinç akışı, olaya dayanan, dış aksiyonlara bağlı bir anlatım değildir; içsel, zihinsel bir anlatımdır. Bir ruh hâli kaydı, grafiğidir. Bu anlamda, düz bir bilinç değil, sıkıntılı, gelgitli bir ruh hâli/bilinç anlatılmaya değerdir. Çetrefilli, sorularla dolu, kendi kendini sorgulayan, bir şeyleri anlamaya çalışan tipleri anlatmak için uygun bir anlatım tercihidir. Bu anlamda nevrotik ruh durumlarının izahında, problemli, huzursuz insanlar için verimli bir anlatım yoludur. Virginia Woolf’un Dalgalar’ı bilinç akışının öncüsü çığır açıcı tuhaf kitaplardandır.

ULYSESS

T.S. Eliot, Ulysses’i okuduktan sonra Virginia Woolf’a, James Joyce’u kastederek şöyle der: “On dokuzuncu yüzyılı bitiren adam.” Bu söz aslında modernist hareketin temel amacını ifade ediyordu. Çünkü modernist hareket, pek çok alanda olduğu gibi kültürel alanda da on dokuzuncu yüzyılın bitişini haber veriyordu. Bilimsel, teknolojik gelişmeler, felsefecilerin yeni görüşleri, toplumsal ve sosyal hayattaki değişimler, modernist sanatçıların estetik tavırları birbirini besleyerek modernist hareketi doğurdu. Eskiler miadlarını doldurmuşlardı, sanatta, edebiyatta artık yeni şeyler yapmanın zamanıydı. Her şey yıkılmalı, yeniden yapılmalıydı.

James Joyce, Ulysses’te, Leopold Bloom’un gözünden 16 Haziran 1904’ün Dublin’ini anlatır. Ulysses, gündelik hayat, sıradanlık ve bireyin iç dünyasının sınırları üzerine dilin gerildiği, kurgunun karmaşıklaştığı, biçim ve tekniğin deneyselleştiği modernist romanın öncülerinden bir başyapıttır. Bu anlamda anlaşılmaz, zor okunan ve bulmacalarla dolu olması onun modernist bir roman olmasının sonucudur. James Joyce, Ulysses için “İçine o kadar çok bilmece-bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur.” diyecektir. Yine “Niçin okunması zor kitaplar yazıyorsun?” sorusuna benzer cevabı verecektir: “Eleştirmenleri üç yüz yıl oyalamak için.”

A.B.D. ÜÇLEMESİ

Romanda yenilikçi, deneysel arayışların önemli ismi John Dos Passos; A.B.D. 42. Enlem, A.B.D. 1919, A.B.D. Büyük Para adlı üçlemesinde, Amerikan ruhunu ortaya koyabilmek için, sinemayı bir anlatım imkânı olarak edebiyata taşır ve montaj-kolaj tekniği, kamera-göz anlatımı ile parçalı, görüntüye dayalı, ana karakteri bol olan bir romanla yenilikçi bir tutum sergiler. Bu anlamda metne eklenen pasajlar bazen ana metni destekler, bütünü tamamlar (montaj) bazen de ayrıksı durur (kolaj). Böylece ortaya postmodern tutumu hatırlatan bir roman anlayışı ve okunması zor bir metin çıkar. Romanlar, deneysel, modern yanlarıyla da roman tarihinin öncü çıkışlarından biridir.

Kendini kolay ele vermeyen, derinlikli çağrışıma yaslı bir biçemi tercih eden Passos, bir hikâye “anlatıyor” gibi değil de olup bitenleri “görüntülüyor” gibidir. Zaman zaman okurunu unutur, metni tümüyle kamera-gözün tespitlerine bırakır. Roman farklı bir biçemin denendiği, parçalı, yap-boz bir mozaik görünümündedir. Kolaj, montaj, iktibas tekniğine başvuran Passos, böylece romanın hem kurgusal yanının altını çizmek, göstermek, hem de gerçeklikle bağlantısını sıkılaştırmak ister. Dos Passos alıntıladığı gazete haberleriyle kurgusunun nesnelliğini ve gerçekliğini ortaya koyar ve bir yazar olarak metindeki etkisini azaltmaya çalışır. John Dos Passos’un üçlemesi romanın en ileri noktalarından biridir.

KALPAZANLAR

André Gide, Kalpazanlar’ı yazarken, romanın bir anti-roman olmasını arzu eder. Geleneksel, bilinen, kuralları belirlenmiş romanlardan olmayacaktır. Bir olay örgüsüne bağlanmayacağını, bütünlüklü bir konusunun olmayacağını hesap etmiş ve uygulamıştır. Kurmacasını dağınık, karmaşık ve çözümsüz bırakmıştır. Kalpazanlar, geleneksel roman anlayışı dışında bir roman kavramı oluşturmaya çalışan, türün özelliklerini, problemlerini tartışan bir eserdir. Kitap anlatış, kurgu ve teknik olarak yenilikçi, deneysel bir romandır ve edebiyat, anlatma sorunlarının da tartışıldığı yepyeni bir teknik arayışını yansıtır. Roman, edebiyatın temel mesele yapılmasıyla kuramsal bir değer taşır. Roman kitaplar, metinler arasında gezinir, yaşananları bu kitaplar aracılığıyla çözmeye çalışır. Kurgu içinde kurgu, okuru romanın yazılış sürecine ortak etme, başka metinleri romana dayanak yapma (metinler arasılık) anlayışı romanda baskın yaklaşımlardır.

DÖŞEĞİMDE ÖLÜRKEN

Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken’in roman tarihinde yer almasını sağlayan temel özelliği anlattığı olayın, insanlık durumunun orijinalliği yanında bakış açısı farklılığı, anlatım tekniği, biçimidir. Faulkner bir masal ülkesi olarak Yoknapatawpha’dan seçtiği bir aileyi güney taşra gerçekliği içinde bilinç akışı, geri dönüş, iç monolog teknikleriyle ve çoklu bakış açısıyla anlatır. Şiirsel dil, düzyazının imkânlarını genişleten anlatım, kesik kesik, diyaloglara yaslı derinlikli yaklaşım romanın biçim başarısıdır. Özellikle iç monologlardaki zengin göndermeler ve sinematografik anlatım ustacadır. Roman boyunca, çekiç ve testere sesleriyle bir leitmotif yaratılır. Gerçekliği yakıcı bir şekilde kavratmak için de kelimelerin gücünü ve insan doğasının en ilkel yanını yansıtır. Anlatım biçimi ve dil, romanı hâlâ önemli kılan özellikleridir. Roman özellikle anlatıcı bakış açısıyla dikkat çeker. Hikâye ondan fazla kişinin farklı bakış açısıyla kurgulanır.

William Faulkner neredeyse deneysel bir teknik, simgesel, alegorik bir yaklaşımla, toplumsal çatışmayı, çürümeyi, ahlaki çöküntüyü insanlığın evrensel boyutunda anlatmaya çalışmıştır. Çağdaş dünyanın tümüyle maddeye odaklı anlayışına itiraz geliştirmiş, kişisel hırsların, bencilliğin insanı nasıl kötüleştireceğini örneklemiştir. Yarı kurgusal Yoknapatawpha’dan yola çıkarak modern dünyanın kaosuna belgeler üretmiş, bu bölgedeki olayları, durumları evrensel olanla buluşturmuştur.

SAMUEL BECKETT ROMANLARI

Samuel Beckett, “başarısızlık estetiği”, “yoksunluk sanatı” olarak adlandırılan biçimsel/tematik yaklaşımla roman sanatını etkileyen öncü, yol açıcı romancılardan biridir. İnsanın varlık sorununu çözmeden, “belki”lerle varacağı yer olan “hiçlik” durumunu, biçimi belirleyen kaosu, özellikle güçsüzler üzerinden anlatımıyla acı anlayışına yeni yorumlar getirmiştir. Pek çok edebiyatçının anlatmaya değer görmediği durumları anlatının merkezine almış, kimi kez de dili hiçliğe, anlamsızlığa sürükleyerek, dışlayıcı ve kapalı anlatımıyla özel bir anlatı evreni kurmuştur. Önemsiz, sıradan, ağırlığı olmayan durumları, olayları uzun uzun neredeyse tuhaf, anti-edebiyat yaklaşımıyla anlatarak başarıyı hedeflemediğini göstermiş, anlatımda minimalizmin peşinde olmuştur. James Joyce için, “Gökten bir bombanın düşmesiyle, ağaçtan bir yaprağın düşmesi arasında bir ayrım yoktu kendisi için” diyen Samuel Beckett, bir anlamda kendi edebiyat anlayışını da kurmuştur.

Samuel Beckett’in eserlerinin ilk okumada anlaşılması zordur. Kapalı, soyut, çağrışıma, metaforlara yaslanan bir dili tercih eder. Hatta giderek anlama, özel duvarlar örer. Çünkü kimseye teselli sunmaz ve okurun okuma keyfinin peşinde değildir. Zaman zaman oldukça sade bir anlatıma yaslansa da sıçramalar, bilinç kaymaları, bakış açısı değişikliği okuru zorlar. Neredeyse edebiyat yapmamaya çalışan bir anlatım tercihi içindedir. Yazıyı süslemez. Anlatım boyunca dilin yetersizliğini hissettirir. Ama olmadık bir yerde şiirsel bir coşku ve etkileyici bir insanlık tecrübesi aforizmasıyla okuru şaşırtır. Samuel Beckett’i en iyi tanımlayan eseri; Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan onun bu görüşlerini yansıttığı tuhaf, öncü eserlerdendir.

SİLGİLER ROMANI

Yeni roman akımı, “yeni” kavramını bütün boyutlarıyla temsil eden iyi bir örnektir. Yeni roman hareketi, geleneksel roman algısına kökten eleştiriler getirir. Bu akımın öncülerinden Alain Robbe-Grillet “günümüz romanı bizim yazacağımız romandır, dünün romanlarının benzerlerini çıkarmak değil onları aşmak, daha ileri gitmektir.” derken bir değişim ve yenilik iddiasını da ileri sürer. Grillet’e göre romanda artık geleneksel kalıplar kırılmalı, anlatım dili değişmelidir. Balzac tarzı roman bitmiştir, artık her romanın kendine özgü şeklini keşfetmek gerekir. Grillet yeni romanın sadece teorisini değil örneklerini de ortaya koyar. Önemli romanı olan Silgiler’de âdeta geleneksel roman anlayışının tüm unsurlarını reddeder. Gerçekle, nesneler ve zamanla oynayarak bir biçim denemesine girişir. Öncelikle tasviri yeniden yorumlar; neredeyse bütün bir kurguyu tasvir üzerine oturtur. İnsanı anlatırken bile nesneler üzerinden hareket eder. Roman, metinler arası bir özellik taşır ve Sophokles’in Kral Oidipus’un yeni, çağdaş bir yorumudur.

DEĞİŞME ROMANIYLA DEĞİŞİM

Yeni romancılardan Michel Butor, herkesin bildiği ama denemediği bir bakış açısıyla bütün bir romanı, Değişim’i ikinci şahıs ağzından anlatır. Bu tavır gerçi tür içinde bir çeşitlemedir ama bir devrim etkisi yaratır. Aynı akım içerisindeki Claude Simon biçimsel arayışları ileri noktalara taşır. Simon’un anlatımda zaman ve mekân silikleşirken, her şey gerçekçi dünyadan nesnel dünyaya evrilir. Yeni romanla birlikte “anti-kahraman” kavramı roman literatürüne girer.

İÇİNDE E HARFİ OLMAYAN ROMAN

Yeni romanın özellikle geleneksel roman algısına biçim itirazı, olay örgüsü yaklaşımı, okura verdiği önem gibi özellikleriyle kendinden sonra bir akım hâline gelecek olan postmodern romana bir zemin hazırlamıştır. Roman araştırmaları yapmaları, okura okudukları metnin bir kurmaca olduğunu sürekli hatırlatmaları, metnin yazma aşamasında oluşmaları, okurun aktif bir rol üstlenmesi gibi özellikleri postmodern anlatıların daha sonra anlatım biçimi olacaktır.

Italo Calvino bir arayışın, farklılığın, yeniliğin yazarıdır. Tüm yazarlık serüveni boyunca edebî türlerin imkânlarını incelemiş, her yenilikçi çıkışı desteklemiş, ilgilenmiş, içinde yer almış, gerçekçilikten fantastiğe, postmodernizmden masallara kadar anlatmanın büyüsünü öykülerine, romanlarına yansıtmıştır. Ürün verme sürecinde tek bir yerde durmamış, sürekli devinim, arayış, deneyci tutum içinde olmuştur. O, bu arayışlara “bir şeyi görmek için yön değişikliği” diyecektir. Gerçeği aktarma biçiminin zamanla değişebileceğini savunmuş, bu nedenle eserlerinin tamamlanmamış olduğunu ya da en azından şimdiki zamanda devam edebileceğini savunmuştur. Bu nedenle neredeyse her şeyi ters yüz ederek, anlatım biçimlerine de tıpkı bilim gibi laboratuvar çalışmalarıyla bakmıştır. Calvino özellikle romanlarındaki biçimsel arayışları nedeniyle postmodern yazın ile birlikte anılmış, deneysel, yenilikçi bir yazar portresi sergilemiştir.

Calvino, OuLiPo topluluğuna katılmış, göstergebilim ile ilgilenmiştir. Bilindiği gibi deneysel edebiyat anlamında özellikle OuLiPo’cular önemli bir oluşumdur. Bu akım içindeki yazarların ürettikleri “iş”ler, deneysel yazının pek çok özelliğini bünyesinde barındırır. OuLiPo (Potansiyel Edebiyat İşliği), matematiğin edebiyatta açtığı olanakları araştırır, çeşitli yazınsal oluşumları dener. George Perec’in “e” harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş ve Yaşam Kullanma Kılavuzu ve Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, bu topluluğun sanat anlayışı içerisinden doğar.

JUAN RULFO VE PEDRO PARAMO

Juan Rulfo, Pedro Páramo’da zamanlar arası geçiş, bakış açısı değişikliği, geri dönüş, iç monolog, bilinç akışı gibi anlatım imkânlarıyla, büyülü gerçekçiliği harmanlayarak Meksika ve dünya romanının zirve eserlerinden birine imza atar. Şiirsellik, aforizmayı çağrıştıran olgun cümleler, sözcük iktisadı, kapalı anlatım, sessizlikte yankılanan derin anlamlar, yazarın metne müdahalesinin en aza indirgenmesi (“1954 yılında önümde daktiloya çekilmiş otuz sayfa duruyordu. Onlardan yazar müdahalelerini sildim.”) muğlaklık, fragman anlatım, şiddetin estetize edilmesi Pedra Paramo’yu izah edebilecek sözcükler, kavramlar ve yaklaşımlardır.

Pedro Páramo zor okunan, parçalı, geçişleri sert/kopuk biçimsel bir yapıyla kurulur. Okuma esnasında okur, sürekli romandan kopar ve parçaları birleştirmeye çalışır. Bakış açısı değişir ve anlatıcı, kurmacada boşluklar bırakır. Sahneler, fotoğraflar, diyaloglar ile roman ilerler. Lirik ve sinematografik yapıysa olup bitenleri bazen anlamsızlaştırır. Dilin ve fotoğrafların birleşimi ile yeni bir anlatım, estetik bütünlük ortaya konur. Pedro Páramo, romandaki klasik zaman dizimine ve anlatımına alışkın okur için zorlayıcı gelse de sessizlikle ilerleyen şiirsel bir fotoğraftır ve Latin Amerika edebiyatını en iyi temsil eden baş eserlerden biridir. Her biri, büyük aynanın kırık parçaları olan bölümlere uzaktan bakıldığında büyük hikâyeyi ortaya koyar.

Roberto Bolaño postmodern romanın en önemli örneklerinden 2666’da, insanın varoluşunun karmaşıklığını, mutluluk, acı, ölüm gibi temaları beş ayrı bölüm olarak anlatır. 2666, bir anlamda antiroman, karmaşık ve sürekli anlatı bozan bir yapı içerisindedir. Özellikle klasik roman anlatılarına aşina okurların beklentileri boşa çıkarılır. Yazma biçimleri tartışılır; edebiyat, sorunları tartışan eleştirmenlerin diyaloglarından ortaya çıkar. Romanın içinde barındırdığı değişkenlik, çeşitlilik ve bilinmezlik, karmaşık yapı ve metinlerde boşluklar oluşturmak tam da postmodern romanın özelliklerindendir. Bu anlamda her yazarın postmodern anlayışı farklıdır.

SEKSEK ROMANI VE CORTAZAR

Julio Cortázar’ın başyapıtı Seksek’te tıpkı seksek oyunu gibi sıçrayan anlatı düzeninde roman kurgulanır ve anti-roman anlayışını yansıtır. Roman geleneksel anlatı biçimlerinin dışında, ayrıksı, deneysel anlatımın bir imkânı olarak kullanıldığı, düzenli zaman anlatı biçimlerinin altüst edildiği bir düzlemde kurgulanır. Guillermo Cabrera Infante’nin Kapanda Üç Kaplan da öncü, tuhaf romanlardandır. Romanda yaklaşan devrimin hemen öncesinde, Havana gecelerindeki insanlık maceralarına bakılır. Tıpkı diğer deneysel metinler gibi geleneksel anlatılara başkaldıran romanda dil oyunları, argo ve monologlar dikkat çekicidir. Edebiyatın özellikle oyun, dil yapılarında yoğunlaşan roman, parçalı anlatımı ile geleneksel roman anlayışlarını eleştirir.

OĞUZ ATAY VE TUTUNAMAYANLAR’A DAİR

Oğuz Atay’ın, Tutunamayanlar’ı da tuhaf, yenilikçi romanlardan biridir. Atay, memleket meselelerini, insanın bireyselleşme macerasını ve kendi kendisiyle yüzleşmesini anlatırken, “mesele” ve “yazın” arasındaki tehlikeli ilişkiyi de mükemmel birleşimi de iyi hesap eden bir tutumla hareket etmiştir. Atay, Günlük’lerinde mevcut sanat edebiyat ortamını değerlendirirken, edebiyatımızın klişelere teslim olduğunu, “mesele” ve edebiyatın birbirine karıştırıldığını, eleştirmenler ve reklamcıların bu durumun suç ortakları olduğunu söyler. Romanımızın temel sorununun kişilik olduğunu, insanımızın kişilik kazanma savaşının, bireyin kendisiyle hesaplaşmasının edebiyatımızda yer almadığını belirtir. Edebiyatımızda birey olmadığını, ideolojilere sığınılarak edebiyat yapıldığını kaydeder. “Sanat sanat içindir”, “Sanat toplum içindir” tartışmasında o “Sanat insan içindir” yaklaşımından yanadır.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının sessizlikle karşılanmasının arkasında yetmişlerin edebiyat atmosferi yanında, Oğuz Atay’ın getirdiği yenilikçiliğini, deneyselliğini kavrayacak bir eleştiri ortamının olmayışı ve risk alacak bir eleştirmenin bulunmayışı da vardır. Romanın karmaşık ve alışılmadık yapısı karşısında eleştirmenlerin entelektüel donanımları bu romanı anlamaya yetmemiştir. Batı’nın roman geleneğini çok iyi hazmetmiş, akımları iyi irdelemiş ve özellikle bilinç akışını ustalıkla uygulamış Oğuz Atay’ın böyle algılanması normaldir.

Oğuz Atay mevcut edebiyat ortamına kendini anlatmak için âdeta çırpınmıştır. Onun roman bilincine, entelektüel birikimine uzak insanlara, romanın ayrıntı sanatı olduğunu, mizahın/melodramın nasıl ironiye dönüştüğünü, “Olric” ile konuşmasının gerekçesini (insanın kendi kendisiyle yüzleşmesini) anlatmak için uğraşır. Romanında insan yok diyenlere “ben tam da onu anlatmak istedim” diyecektir mahcup bir şekilde. Romanı parçalı diyenlere ise roman esnek bir tür onun için şiir, oyun, makale birçok türden yararlanır diyecek ve ekleyecektir: roman ayrıntı sanatıdır.

Yenilikçi yazarlar, pek çok kimsenin fark etmediğini fark eder, kimsenin hissetmediğini hissederler. Açıklık, sadelik değil, dertlerini anlatmak, aktarmak peşindedirler. Yapıtlarını bildik, alışılageldik yapıların dışında kurarlar. Klasik yazınsal biçimleri aşmaya çalışırlar. Bu nedenle metinlerini ancak birkaç kez okunduktan sonra tadına varılabilecek bir örgüyle örerler. Bu anlamda çoğunlukla duyarlıkları incelmiş, bilinç düzeyi yüksek, nitelikli okur kitlesini önceledikleri, onları muhatap seçtikleri söylenebilir. Bu tuhaf, öncü romanlar yayınlandıkları dönemde saçma bulunmuş zamanla değerleri anlaşılmıştır.

#Oğuz Atay
#Virginia Woolf
#Samuel Beckett
#Juan Rulfo
#Harold Bloom
2 yıl önce