|

Türkiye’nin artan caydırıcılığı ya da karamsarlar niçin yanıldı?

ABD’nin yaşadığı güç trajedisi üstelik sadece kendi caydırıcılığının başarısızlığını göstermedi, karşısındaki aktörlerin caydırıcılığını da güçlendirdi. Üstelik Türkiye’nin bu açıdan artan caydırıcılığı sadece Ankara’nın cezalandırma kabiliyetine dayanmıyor -ki S-400’lerin edinimi dahi elde edilen askeri-siyasi alan kapatma kabiliyetleri Türkiye’nin sınırlarının ötesinde cezalandırıcı eylem yapabilme gücünü artırmıştır- dahası Ankara ABD gibi güçlü bir askeri-ekonomik devin Ankara’yı dışlayan Orta Doğu planını akamete uğratan aktörlerden biri olarak, Ankara’yı dışlayan projelerin olabilirliğini sorguya açan bir siyasi caydırıcılığa sahip olmuştur.

04:00 - 12/08/2019 Pazartesi
Güncelleme: 02:54 - 12/08/2019 Pazartesi
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemil Ağaç Yıldırım
İllustrasyon: Cemil Ağaç Yıldırım
PROF. DR. NURŞİN ATEŞOĞLU GÜNEY
KIBRIS BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ İİSBF DEKANI- CEMES BAŞKANI

Türkiye bir süredir dış politikasını, kendi kılavuz ilkeleri açısından da önem taşıyan bir stratejiye ve bir dış politika rolüne; dengeleme stratejisi ve dengenin dengeleyicisi olma rolüne oturttu. Dengeleme stratejileri ve dengeleyici olma rolü, günümüzde, Soğuk Savaş döneminden çok daha büyük yatırım, siyasi-diplomatik-ekonomik emek ve akıl gerektiriyor. Ancak, Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili yurtdışında ve ülkemizde yapılan pek çok değerlendirme, kendi bölgesinde dengeleme stratejilerini bugüne kadar büyük başarıyla hayata geçiren Ankara’nın bu başarısını ıskalıyor. Hatta bölgesel bir güç olarak Ankara’nın, saldırgan politikalar güden küresel büyük güçler (ABD ve Rusya) arasında dengeleyici rolünü sürdürebilmek için hangi kabiliyetlerini gerçekçi zeminde nasıl zamanında geliştirdiği incelenmeliyken, dengeleme stratejisi basit “eksen” ya da “erken geldik-geç kaldık” tartışmalarına kurban ediliyor. Oysa, açıkça ifade edelim, dış politika karamsarları yanılıyorlar; bu yanılgı kanaatimizde günümüz uluslararası ilişkilerinin bölgemizdeki seyriyle ilgili daha genel bir yanlış değerlendirmeye dayanıyor: ABD’nin caydırıcılığının abartılarak Türkiye’nin caydırıcılığının azımsanması.

ABD’NİN CAYDIRICILIĞININ ABARTILMASI

ABD’nin muazzam bir askeri ve ekonomik güce sahip olduğu muhakkak. ABD’nin göreceli gücünün de henüz azaldığını düşünmeyenlerdenim. Ayrıca, ABD’nin büyük bir güce sahip olduğu için fırsatçı, tek yanlı, maliyeti yüksek ve saldırgan politikaları daha rahat benimseyebileceğini düşünüyorum ki Trump’ın başkanlığı zarfında bu tek yanlı ve sistemi yıkıcı politikaların pek çok örneğini gördük. Ancak, bazı ABD’li akademisyenlerin de altını defalarca çizdikleri gibi, mutlak ya da göreceli gücünüzde üstün olmanız caydırıcılığınızın da üstün olduğu anlamına gelmiyor. ABD uzun bir süredir, Trump’ın özel cezalandırmaya dayalı caydırıcılık stratejisi nedeniyle daha da görünür hale gelen bir caydırıcılığının işlememesi sorunu ile karşı karşıya.

Washington’un yaşadığı sorunun elbette sistemsel yönleri var. Bilindiği üzere günümüz mücadeleleri daha ziyade konvansiyonel ve asimetrik bir biçimde ve çoğunlukla da sınırlı saldırganlık neticesinde gerçekleştiğinden nükleer caydırıcılığınız üzerinden alanları kontrol etmek pek mümkün olmuyor. Hatta, nükleer caydırıcılık konvansiyonel olarak daha zayıf Rusya, Çin gibi aktörlerin sınırlı güçleri üzerinden belirli alanları kapatmalarına, bölgesel dengeleri kendi lehlerine sınırlı süre için değiştirmelerine de engel olamadığı gibi, Moskova, Pekin gibi aktörlerin elini güçlendiriyor. Ama işin bir de ABD’nin karşı karşıya kaldığı aktörlerin kendi sahip oldukları caydırıcılıkla ilgili boyutu var. Ki bölgesel aktör caydırıcılığının ABD caydırıcılığını nasıl etkisiz hale getirebildiğini son dönemde ABD-Türkiye ilişkilerinde görüyoruz. Washington’un Türkiye politikası elbette, ABD’nin Orta Doğu politikasından bağımsız değil. Trump Yönetimi işbaşına geldiklerinde sadece ABD’nin muazzam gücünü değil, ayrıca Obama yönetiminin işlemeyen Rusya politikasını da devraldılar. Bu nedenle, Trump isteksizce de olsa, Pentagon’un Rusya’nın Orta Doğu’da elde ettiği kazançlardan geri püskürtülmesi stratejisini İran’ı perde önüne taşıyarak benimsedi. Trump’ın meşhur küre kuşağı aslında İran tehdidi bahanesi altında Rusya ile işbirliğini sınırlayacak bir dostlar ekseninin İsrail güdümünde oluşturulması planıydı. Nitekim, halkanın en zayıfı YPG/PKK Rus treninden beklendiğinden de önce atlayıverdi. Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail Rus treninden daha nazik bir biçimde indiler -ki Rusya ile ipler kopmasın ama ABD’nin kendi treninde dağıttığı yemeği de yeme imkânı kaçmasın. Tabii ABD treninde yemek İsrail dışındakiler için ne çok tatmin ediciydi- kimsenin payına Golan gibi bir lokma düşmedi mesela- ne de bedava. Yine de bir vaat söz konusuydu ve söz konusu olan Kahire, Riyad, Abu Dabi gibi artan zayıflıkları ve potansiyelleri arasında yalpalayanlar oldukça ABD’nin vaat üzerinden pazarlık yapması daha kolaydı.

ABD’NİN CEZA VE TEHDİT DİLİ BAŞARISIZ OLDU

ABD, baştan itibaren Ankara’yı, bir vagonunun çeyreğini PYD’ye tahsis ettiği trene binmekte ikna etmekte zorlanacağını tahmin ettiğinden pazarlığını vaade değil, ABD’nin mevcut (Suriye’nin kuzeyindeki Amerikan askerleri varlığı) ve cezalandırıcı caydırıcılığına dayandırdı. Bunu yapmazsanız başınıza “şu” gelir şeklinde özetlenebilecek tehdit dili ve hatta cezanın adım adım gösterilmesinin (Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’yi dışlayan planlara verilen açık destekten, Yunanistan’a bağışlanıp Ankara’dan esirgenen F35’lere, bir gecede 2-3 katına çıkan döviz kuruna, yaptırım uygularız seslenişlerine) Ankara’yı üç şeye ikna etmesi beklendi: 1)- Ankara ABD’nin desteklediği, Türkiye’ye hiçbir şey vaat etmeyen tam tersi hep terörle sınanan bir ülke haline gelmesine neden olacak Rusya-İran karşıtı eksenine katılmalı- bu arada da PYD’ye tahsis edilen yeri tanımalıydı. 2)- Türkiye, Rusya ile sadece Suriye özelinde sınırlanamayacak ilişkisini soğutmalı, karşılıklı bağımlılığı azaltmalı (ironik olarak bu Rusya’ya bağımlılığı daha da artırmak anlamına geliyor oysa), yani kesinkes S-400’leri almamalıydı. 3)- Türkiye Doğu Akdeniz’de güç dengesinin İsrail lehine yapay bir biçimde bozulmasına ses çıkarmamalı, gelecekteki ve şimdiki riskler konusunda ABD’nin Akdeniz’deki askeri varlığına güvenmeli, kendi alan kapatma kabiliyetlerini geliştirmekten sakınmalıydı. ABD-Türkiye pazarlığı bu üç beklentiyi alt alta yazdığımızda kafasına silah dayayarak kendini uçurumdan atmaya ikna edilenle silahı tutan arasındaki ilişkiye benziyor -ki böyle bir sahne ancak filmlerde olur. Uluslararası ilişkiler ise bir filim sahnesi değil. Ankara, kendi pazarlık gücünün ABD’nin cezaya dayalı caydırıcılığını başarısız kılacak kadar güçlü olabileceğini gösterdi. Çünkü caydırıcılığın başarısı sadece sahip olunan kabiliyetlerin gücüyle belirlenmez, aynı zamanda karşınızdaki aktörün direnme kabiliyeti, kararlılığı ve direnme maliyetini üstlenebilme gücüyle belirlenir. Ki Ankara askeri, ekonomik, politik direnme kabiliyeti, kararlılığı ve cezaların maliyeti üstlenme gücünü üç halkalı ABD stratejisinin her ayağında (Doğu Akdeniz-KKTC, Irak-Suriye ve Körfez) ayrı ayrı gösterdi. ABD, bugün ABD-Türkiye ilişkisinde gelinen noktada Washington’ın Orta Doğu politikasının dayandığı üç beklentinin de gerçekleşmediğini görüyor. Artık ABD için cezaya dayalı caydırıcılığın öne sürüldüğü Türkiye politikasını sürdürmek mümkün olmadığından, Ankara karşısında ABD caydırıcılığı başarısız olduğundan yeni bir politika oluşturmak için süre kazanmaya çalışan Washington DC, son güvenli bölge pazarlıklarında da görüyoruz, vaat odaklı bir söyleme geçmeye de çabalıyor.

TÜRKİYE’NİN CAYDIRICI GÜCÜ AZIMSANMAMALI

ABD’nin yaşadığı güç trajedisi üstelik sadece kendi caydırıcılığının başarısızlığını göstermedi, karşısındaki aktörlerin caydırıcılığını da güçlendirdi. Üstelik Türkiye’nin bu açıdan artan caydırıcılığı sadece Ankara’nın cezalandırma kabiliyetine dayanmıyor -ki S-400’lerin edinimi dahi elde edilen askeri- siyasi alan kapatma kabiliyetleri Türkiye’nin sınırlarının ötesinde cezalandırıcı eylem yapabilme gücünü artırmıştır- dahası Ankara ABD gibi güçlü bir askeri-ekonomik devin Ankara’yı dışlayan Orta Doğu planını akamete uğratan aktörlerden biri olarak, Ankara’yı dışlayan projelerin olabilirliğini sorguya açan bir siyasi caydırıcılığa sahip olmuştur. Bu tür bir caydırıcılığın sadece Türkiye-ABD ilişkilerinde değil, Türkiye-Rusya, Türkiye-İran, Türkiye-Irak, Türkiye-Suudi Arabistan başta olmak üzere Orta Doğu’daki mücadeleyi etkileyecek diğer ikili ilişki hatlarında da Ankara’nın elini güçlendireceği (hele küre ortaklığı İran’ı bertaraf etmek hedefinden giderek uzaklaşmış, Ruslar S-400’leriyle NATO’nun kapısından geçmişken) bir gerçek. Ankara, dış ilişkilerinde oyunun dışında değil, oyunun tam ortasında yeni, vaat içeren pazarlıkların kurulacağı bir noktada muhataplarının kafalarını toparlamalarını, kendi eksenlerini ayarlamalarını bekliyor.

#​ABD
#Türkiye
#S-400
5 yıl önce