|

Veba geceleri: salgın ve kaos

Orhan Pamuk’un son kitabı Veba Geceleri her ne kadar bir roman olsa da pek çok tarihi olay üzerinden siyasi bir hınçla kaleme alındığını söyleyebiliriz. Veba salgınını işlediği Beyaz Kale’deki bakış açısıyla Veba Geceleri’ndeki bakış açısının epey açıldığı, oradaki kısmen nesnel, insani, incelikli yaklaşımların burada daha sert bir tavra, bir hınca dönüştüğünü görürüz.

Necip Tosun
04:00 - 15/04/2021 Perşembe
Güncelleme: 00:40 - 15/04/2021 Perşembe
Yeni Şafak
Orhan Pamuk
Orhan Pamuk

Veba, cüzzam, kızıl, kızamık, çiçek, kolera, frengi, verem, sıtma, sarıhumma gibi salgın ve bulaşıcı hastalıklar insanlık tarihi boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden olmuş, tarihin akışını değiştirmiş, toplumsal değişimlere neden olmuş, insanlığı derinlemesine etkilemiştir. Salgınlar, savaşların sonuçlarını etkilemiş, imparatorlukların yıkılmasında rol almış, büyük kentleri hayalet kentlere dönüştürmüştür. Salgınların en büyük özelliği insanlar arasında seçim yapmaması, krala da çiftçiye de bilim adamına da askere de yaşlıya da çocuğa da bulaşmasıdır. Salgınların diğer bir özelliği de bir ülkeyle sınırlı kalmayıp tüm dünyayı etkisi altına almasıdır. Kitlesel ölümlere yol açan bu hastalıklar karşısında insanlık çaresiz kalmış, hakkında sayısız efsane, hikâye üretmiştir. Salgın hastalıklar insanlık tarihinde sadece bireysel dramlara değil toplumsal dramlara da neden olmuştur. Topluma yaydığı korku, şaşkınlık, açlık, sefaletle ruhsal ve bedensel acıları beslemiştir. Salgın hastalığa yakalananlar toplumdan dışlanmış, ölümden önce ölümü tatmışlardır.


İnsanlığı böylesine etkileyen salgınlara sanatın, edebiyatın tepkisiz kalması elbette beklenilemezdi. Sanat-edebiyat, salgınları tarihsel süreç içerisinde pek çok esere konu etmiş, sanatın, edebiyatın diliyle gelecek kuşaklara aktarmıştır. Kuşkusuz bu eserler bilimsel eserler olmasa da geçmiş salgınların iyi anlaşılması, gelecekte neler yapılması gerektiğine ilişkin de ipuçları sunar. Edebiyat eserleri kendi bakış açısından hasta karakterinin özelliklerini, acılarını, dünyaya bakışını anlatırken, o dönemin tarihsel, sosyolojik bir haritasını da ortaya koyarlar. Hastalar ülkesini yakın plan ele alırken bu ülkenin derinlikli bir fotoğrafını da çıkarırlar. Salgın edebiyatının en büyük özelliği tıbbın çaresiz kaldığı bir alana yöneldiği için çoğunlukla dramatik temalı olması ve yüzleşme, sorgulama zeminine yaslanmasıdır. Bu yanıyla bilinmez, sır hastalık tam da edebiyatın ilgi göstereceği bir yapıya sahiptir. Korku, dehşet, çaresizlik eserlerin temel vurgular olur.

Veba insanlığın yaşadığı en büyük salgın hastalıklardandır. Bu nedenle de sanatın, edebiyatın en çok işlediği salgın türüdür. Orhan Pamuk da son romanı Veba Geceleri’nde veba salgınını ele alır. Doğu Akdeniz’de Osmanlıya bağlı bir ada olan Minger Ada’sında1901’de veba salgını başlar, vebanın çıktığının duyulmasından sonra Abdülhamit yönetimi Minger Ada’sına sağlık başmüfettişi kimyager Bonkowski Paşa ve yardımcısı Doktor İlias’ı görevlendirir. Bu hayali adada, halk adaya salgını karantinacıların getirdiğini düşünmekte ve bu insanlara iyi gözle bakmamaktadır. Sonunda adada karantina kurmak amacıyla araştırma yapan Bonkowski Paşa öldürülür. Bunun üzerine Doktor Nuri, padişahça hem karantinayı tesis etmek hem de Bonkowski Paşa’nın katilini bulmak için adaya görevlendirilir. Abdülhamit kısa bir süre önce Nuri Paşa’yı, ağabeyi önceki padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile evlendirmiştir.

YANLI BİR ANLATIM

Veba salgını adada giderek herkesin kendi amacını (siyasi, dini, kişisel) gerçekleştirmek için kullanışlı bir araca dönüşür. Karmaşa, kaos, umutsuzluk derin değişim ve dönüşümlere kapı aralar. Vebanın yayılmaması için ada farklı devletlerce ablukaya alınır, dünyayla ilişkisi sınırlanır. Bir süre sonra Abdülhamit tarafından görevden alınan Vali Sami Paşa, Osmanlıya başkaldırır ve Minger Ada’sının bağımsızlığını ilan eder. Başlayan bu dalgalanmayı durdurmak artık mümkün değildir. Bu kez de Şeyh Hamdullah karşı darbe ile Sami Paşa’yı iktidardan indirir ve idam ettirir. Karantina kaldırılır ve “Allah’tan başka sığınacak yer olmadığı yolundaki kaderci, dindar ve yenilgi öven” bir anlayışla hareket edilince veba artar. Vebanın artması ve Şeyh Hamdullah’ın öldürülmesi üzerine bu kez Sultan Pakize adaya Kraliçe olur. Kraliçe sıkı karantina tedbirleriyle salgını önler.

Roman, Abdülhamit, veba salgını ve Minger Adası’nı odak alır. Günümüz siyasi olaylarına, durumlarına, kişilerine yönelik bolca göndermelerle dolu roman özellikle Abdülhamit üzerinden baskıcı, zorba, işkenceci iktidarları hedef alır. Roman ağırlıklı olarak Abdülhamit karşıtlığı üzerine oturur. Abdülhamit insan hakları, fikir özgürlüğü ve hukuku gözetmeden ülkeyi zorbaca yönetir. Cinayetler, esaretler ve kumpaslarla keyfî bir yönetim iktidardadır.

Romanda ikinci olarak veba salgınının devlette, toplumda, bireyde nasıl algılandığı, Doğulu ve Batılı insanların bu olaya nasıl baktıkları ortaya konur. Doğu-Batı karşıtlığı veba salgını üzerinden karşı karşıya getirilirken olay oldukça siyasi bir düzleme çekilir, inançlı insanlar mahkûm edilir. Müslümanların veba önlemlerine karşı direndiği vurgulanır. Kimileri Müslüman doktor ister, kimisi karantinaya karşıdır kimisi de vebadan korunmak için muska yazdırır. Rumlar karantina şartlarına uyarken, Müslümanlar uymaz. Anlatıcı bir yerde de savunma ile ne yaptığını bilir: “Biz bunu oryantalist tarihçiler gibi salgın karşısında Müslümanların ‘kaderciliği’ ile açıklamıyoruz. Adanın Müslüman nüfusu, Hristiyanlara göre daha fakir, eğitimsiz ve dünyadan kopuktu.”

Rumca, Fransızca, Türkçe, Mingerce gibi dillerin konuşulduğu, farklı etnik halkların yaşadığı hayali Minger Adası romanın ana karakterlerinden biridir. Anlatıcı, dindarlığı da içerisinde barındıran aşırı-sağ milliyetçiliğin bir adayı nasıl yaşanmaz hâle getirip halkları birbirine düşman ettiğini Minger Adası üzerinden ispatlamaya çalışır.

EDEBİYAT VE TARİH

Edebiyat ve tarih ilişkileri, edebiyat kuramcılarının da sıklıkla tartıştığı konulardandır. Edebiyat ve tarih anlatılarının kesiştiği ve ayrıştığı yönler, bu disiplinlerin gerçekle/yaşananla ilişkileri ve özellikle “hikâye etme” bağlamında öne çıkarılır. Bu arada tarihçinin tutumu ile kurmaca yazarının tutumu bazen farklılaşır bazen yaklaşır. Tarihçinin olayları aktarırken hikâye etmek zorunda olduğu bunu yaparken de yorumlayacağı ve her yazanın elinden tarihin farklılaşacağı iddia edilir. Çünkü tarih sadece olay ve durumların aktarılması değil, belli bir düzen, kompozisyon ve hikâye içinde anlatılmasıdır. Ama çerçevesi “gerçek”le sınırlı olsa da sonunda, tarihçinin seçme, sıralama ve yorumuyla oluşur.

Kurmaca eserde ise anlatıcı böyle bir taahhütte bulunmasa bile gerçeği çarpıtıp çarpıtmamak sorunuyla karşı karşıya kalır. Bu anlamda anlattıkları tarihsel bir olayı temsil etmek durumunda değildir ancak bilinen bir gerçekliği bozması da sorun yaratır. Kurmaca yazarı üzerinde bu baskıyı hep hisseder ve gerçekliğe bir anlamda teslim olur ancak kendi yorumunu katmakla yetinir. Kurmaca dünyanın gerçekleri ile dış gerçekliği birleştirecek uyum arar.


HAKİKAT VE KURMACA ÇATIŞMASI

Tarihçi ve edebiyatçı yaşananlara, geçmişe elbette farklı yaklaşır. Genel olarak tarih, büyük olaylar ve durumları anlatırken kişisel dramlarla ilgilenmez, soğukkanlı bir şekilde olanları aktarır. Ancak edebiyatçı o tarihsel olaydaki bireyin dramına daha fazla eğilir. Tarihi bir başka şekilde okur, yorumlar. Biraz da okurun romandan, kuru tarihçilikten farklı beklenti içerisinde olduğunu bilir ve günümüz okuruna seslenir. Ancak tarih, ideolojik bir nesne hâline getirilip çarpıtılarak kullanılırsa bu aslında hakikatin manipülasyonundan başka bir şey değildir. Bir başka deyişle seçilen kişi, tarihi bir kişilikse (Fatih, Yunus Emre, Osman Bey vbg.) veya tarihi bir olaysa (Kurtuluş Savaşı, İstanbul’un Fethi) bilinen gerçeklere uymak durumundadır.

Elbette romanda kurmacanın kuralları işleyecek ama bu kimlikler ve olaylar dönüştürülmeyecektir. Aksi takdirde itirazlar haklılık payı taşıyacaktır. Çünkü böyle bir durumda bilinen tarihi bir olayın, kişiliğin yerine farklı bir gerçeklik yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Örneğin Yunus Emre’yi elinde şarapla dolaşan biri olarak çizmek bunun tipik örneğidir. Bu bir romandır, kurmacadır sözü burada anlamını yitirir. Çünkü burada hakikat ve kurmaca çatışması başlamış, edebîlik daha geri planda kalmıştır. Yunus Emre yazarın ürettiği bir karakter değil, hakikat dünyasında var bulduğu bir karakterdir. Okur zihni de bildiği Yunus Emre doğruları üzerinden okuma yapacaktır. Bu anlamda yeni bir karakter inşası yoktur. İşte kurmaca yazarı hem tarihi hem de romanını yazarken bu dengeyi sağlama gerilimi yaşar.

SİYASİ BAKIŞTAN SİYASİ ROMANA

Veba Geceleri’nin “Giriş” bölümünde anlatıcı romanını nasıl kurguladığını, nasıl oluşturduğunu şöyle açıklar: “Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir. Doğu Akdeniz’in incisi Minger Adası’nın yaşamındaki en yoğun ve en sarsıcı altı ayı anlatılırken, çok sevdiğim bu ülkenin tarihini de hikâyeme kattım. 1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.”

Kitap boyunca bu metnin “tarih kitabı” olduğu vurgulanır, roman kategorisine doğrudan sokulmamaya çalışılır. Burada mesele Veba Geceleri’nin roman mı tarihi roman mı olarak değerlendirileceğidir. Metindeki “tarihi roman” algılarına bakılırsa bu metin bildik romanlardan değildir. “Burada nesnel bir tarihçi gibi değil duygusal bir romancı gibi konuşmak istiyorum.”; “Bu yüzden tarih kitabımın fazla masalsı olduğunu söyleyenlere romanımın diğer ilham kaynağını açıklayayım.”; “Bir tarih kitabındaki kişileri sevmemiz ya da onlardan nefret etmemiz zordur. Ama romanları okurken bu duygulara kapılabiliriz. Sami Paşa’yı seven (az da olsa) okurlarımızı daha fazla üzmemek için, … kederli düşüncelerinden ve ölüm korkusundan daha fazla söz etmek istemiyoruz.”

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde geçen olaylar, anlatıcıya yıkılış için bir ideoloji oluşturma imkânı verir. Bunu da anlatıcı alegorik bir biçimle anlatmayı dener. Özellikle ulus devletlerin kuruluşuna ilişkin pek çok tarihi gönderme yer alır romanda. Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişin bir anlatımı olan romanın merkezinde “siyasi bakış” yer alır. Bu siyasi bakış Orhan Pamuk’un edebiyattaki yaratıcılığını, karakter yaratmadaki yeteneklerini, hikâye anlatma tutkusunu gölgeler. Tarihe, Osmanlı’ya Kemal Tahir’deki yerli bakış yerine, resmî, güdümlü, seküler bir tarih yazımına başvurur.

Veba Geceleri, türünü “tarihi roman” olarak belirlediği için roman daha çok olaylar, durumlar üzerine odaklaşır. Karakterler üzerinde yoğunlaşma, derinleşme görülmez, biçim, estetik hep geri planda kalır. Roman tümüyle bilgiye, malumata ve tarihe odaklanırken, sıkı örgü, şiirsellik, akıcılık göz ardı edilir. Bunun nedenleri de metnin içinde tarih kitabı olmasıyla açıklanır ve bildik romanlardan olmadığı söylenir.

Roman tarihe odaklandığı için yüzeysel bir olaylar zincirine dönüşür. Anlatıcı bunun nedenlerini zaman zaman tartışır. Aslında tarihi roman giderek siyasi romana dönüşür, günümüz göndermeleri oluşsun diye gittikçe siyasallaşır. İnsanlığın ortak derdi vebanın siyasallaştırıldığı, salgının bir kesimin üzerine yıkıldığı bir sonuca dönüşür. Roman sert bir siyasi söyleme odaklandığından daha baştan romantik söylemi, nesnelliğini kaybeder bundan da karakter yaratımı, olaylara bakış olumsuz etkilenir. Bu nedenle de romanın vermek istediği cinayetin gizemi de vebanın korkusu da aşklar da okura tam olarak aktarılamaz. Veba Geceleri; Kara Kitap gibi, Benim Adım Kırmızı gibi polisiye bir roman olarak düşünülmüş. Ne var ki siyasi yan o kadar öne çıkar ki polisiye olduğu hiç hissedilmez.

İYİ BİR ROMANCI MI?

Orhan Pamuk iyi bir romancı olduğunu aslında Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı, Cevdet Bey ve Oğulları gibi romanlarında kanıtlamıştı. Ama son romanı Veba Geceleri, o romanların ritminden, çarpıcılığından, kalem ustalığından uzak. Onun hikâye anlatma tutkusu, malumat verme kaygısına evrilmiş, nesnellik arayışları ve insani olanı öne çıkarma tutumu saldırgan saldırgan seküler tavra dönüşmüş bu nedenle de anlatmanın büyüsü, ışıltısı kaybolmuş. Üstkurmaca tercihi ise biçimsel bir gereklilikten çok siyasi tercihinin bir mazereti olmuş.

Veba salgınını işlediği Beyaz Kale’deki bakış açısıyla Veba Geceleri’ndeki bakış açısının epey açıldığı, oradaki kısmen nesnel, insani, incelikli yaklaşımların burada daha sert bir tavra, bir hınca dönüştüğünü görürüz. Tarihçilerin karar vermesi gereken pek çok kritik konunun romanda tartışılması (özellikle Osmanlının hep haksız olduğu, Abdülhamit yargılamaları vb.) romanın nesnelliğini zedeler. Bir yerde koskoca Osmanlı şöyle tanımlanır: “Çünkü Osmanlılar dayak atmadan disiplin altına almayı yeni yeni keşfediyorlardı.”

Bütün bu nedenlerle Veba Geceleri’nin asıl yorumcuları edebiyatçılar değil tarihçiler olmalı.

#Orhan Pamuk
#Veba Geceleri
#Osmanlı
3 yıl önce